Tarihin dönüm noktası
Hicret sadece İslâm tarihinde, Müslümanların hayatında değil; neticeleri itibariyle topyekün bütün insanlık tarihinde büyük bir dönüm noktasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte ilk Müslümanlar, hicret hadisesiyle insanlığın iki cihan saadetini tayin edecek; onun kaderi, geleceği, dinî, medenî, insanî, siyasî gelişiminde çığır açacak kadar “tarihin en muazzam inkılâp hareketine” öncülük etmişlerdir.
Beşeriyetin hayatına nur ve iman getiren yüce Resul, mukadderatın çizdiği istikamette Medine’ye doğru yol alırken, âdeta bütün bir tarih O’nun yolu boyunca serilmiş, yeryüzü ve tüm mahlûkat onun yolunu gözler olmuştu. İbni Abbas, hicretin, Peygamber Efendimizin hayatı ve nübüvvetindeki yeri ile alakalı şu ilginç tevafuka işaret eder: “Doğumu Pazartesi günüdür, ilk peygamberlik Pazartesi geldi, Hicret Pazartesidir ve ruhu da Pazartesi kabz edilmiştir.”
Mal, mülk, can ve canan; Müslümanları yurtlarına bağlayan her ne varsa hepsini geride bırakacak kadar onları böylesine zorlu bir hicrete, büyük bir fedakârlığa sevk eden esas sebep, hicretin özünde taşıdığı aslî anlam ne idi? Müşrikler, inananları insanlığa sığmayacak bir tazyikle hayatlarına kast ediyorlar; daha da fecisi en mukaddes varlıkları olan inanç ve imanlarına saldırarak onları din ve vicdan hürriyetinden mahrum bırakıyorlardı.
Bu kutsal değerler ise her şeylerinden azizdi; mallarından, en sevdiklerinden, vatanlarından ve hatta canlarından bile. Din ve davaları uğrunda her şeyden vazgeçtiler, arkada bıraktıklarına dönüp bakmayı akıllarından bile geçirmediler. Kur’an-ı Azimüşşan onların bu ulvî ruh hâlini ve efsanevî feragâtini Hacc Suresi 40. ayette şöyle yüceltir ve över: “Onlar yalnızca ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar.”

Hicretle, İslâmiyet’in merkezi Mekke’den Medine’ye nakledildi. İslâm güneşi bütün parlaklığıyla Mekke ufuklarından Medine burçlarına intikal etti. İslâmiyet, Evs ve Hazreç kabileleri arasında büyük bir hızla yayılmaya başladı. İslâmiyet Mekke’de, Taif’te ve sair Arap kabileleri arasında bulamadığı destek ve himayeyi Medine’de buldu. Müşriklerin zulüm ve baskısı sonucunda Müslümanların yurtlarından atılmasını, Allah (cc) hayra tebdil eylemiş ve İslâm’ın/Müslümanların yeryüzü macerasında büyük bir değişim ve dönüşüme gebe kılmıştı.
Hicret ile Müslümanlar yeni bir muhite gelmişti, şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar artık imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabileceklerdi. İşte bu hürriyet havası içinde Medine’de, İslâmiyet ve Müslümanlar adına yepyeni bir dönem ve yepyeni bir hayat neşvü nema bulacaktı.
Ensar ve Muhacirler, bu yeni merkezde el ele vererek ve Hz. Peygamberin etrafında sımsıkı kenetlenerek, İslâmiyet’in kuvvetlenmesi, yayılması ve dinin esasları dahilinde emniyet, huzur ve sükun içinde Medine’de yeni bir nizam ve mesut bir hayat tesis edebilmek için olağanüstü bir gayret sergileyeceklerdi.
Medine o sıralarda, siyasî, sosyal ve medenî hayat itibariyle iptidaî denecek bir seviyede bulunuyordu. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu; kendi reislerinden başka hiçbir otorite tanımıyorlardı. Sosyal eşitlik, adalet, hak ve hukuk kavramlarından uzak bir hayat tarzı hakimdi. Cemiyet hayatı, kanun ve nizamdan mahrum bir vaziyetteydi. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıklar eklenirse, yeni muhitin ne büyük bir keşmekeş içinde olduğu daha iyi anlaşılır.
İlk İslâm Kardeşliği
Hazreti Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar, din ve davaları uğrunda öz vatanlarını terk ederek Medine’ye hicret ettiklerinde, burada din kardeşleri olan Medineli Müslümanlar tarafından çok candan, sıcak ve samimi bir şekilde karşılandılar. Medineliler, Akabe Biatları’nda verdikleri söze sadık kaldılar ve itimada lâyık olduklarını gösterdiler. Evs ve Hazrec kabileleri, gelen Müslümanları bağırlarına bastılar, evlerine misafir ettiler ve yalnızca ekmeklerini değil; maddî-manevî bütün varlıklarını paylaştılar.
Resulü Ekrem (sav), hicretten 5 ay sonra Ensar (Yardımcılar) ile Muhacirden (Göçmenler) 45’er Müslüman’ı birbirine kardeş yaptı. Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî-manevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyordu. Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacak ve mallarını onunla paylaşarak, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.
Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resulu’nün muhabbetinden başka her şeylerini geride bırakmış olan Muhacirlerin iaşe ve iskan meseleleri hâl yoluna konulmuş oluyordu. Bu, nesep ve kan kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti; “iman ve din kardeşliği” idi.
Ensar Müslümanları, her şeylerini, bu garip ve yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalanların, dert ve kederlerini onlarla paylaşıyorlardı. Muhacir kardeşlerine karşı misafirliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın ve tabiî ki insanlığın en zirve noktasını göstermekten zevk alıyorlardı. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendi nefislerine her anlamda tercih etmişlerdi. Böylece, bu kardeşlik sayesinde büyük ve örnek bir içtimaî dayanışma temin edilmiş, insanlığın önüne yeni bir ufuk açılmış oldu.
Kur’an-ı Kerim Enfâl Suresi 72. Ayette, bu emsalsiz tabloyu şu ifadelerle ebedî bir numune-i imtisâl mertebesine eriştirir: “İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlarla, onları sığındırarak yer verip yardım edenler yok mu, işte onlar birbirlerinin velileridir.”
Tarih, nice göçlere şahit olmuş; ancak, böylesine mânâlı ve şümullü bir hicreti, yerliler ile muhacirler arasında böylesine can-ı gönülden sarılma ve muhabbetle kaynaşmayı o ana kadar görmüş değildi ve bir daha da göremeyecekti.
İslâm’ın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik anlayışı tarihte ilk defa gerçekleşmişti. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve düşmanlığını kalplerden silip attı. Niyetleri hâlis ve gayeleri ulvî Müslümanlardan müteşekkil faziletli bir cemiyet meydana gelmişti. Emelleri ve gayeleri bir olan yüksek bir “ümmet-i fazıla” vücuda getirilmişti. Bu samimi kucaklaşmadan öylesine muazzam bir kuvvet doğacaktı ki, kısa zamanda bütün Arabistan ve hatta tüm yeryüzü her şeyleriyle onlara boyun eğmekten kurtulamayacaktı.
Kurulan bu manevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak kadar ezelî ve ebedî bir kardeşliktir. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma ve hayırseverlik, İslâmiyet’in inkişafa geçtiği bir döneme rastlaması bakımından oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. Tereddütsüz denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nurunun âlemin her tarafına yayılması; İran’ın ve Kuzey Afrika’nın fethi, Bizans’ın ve Avrupa’nın tehdit edilmesi bu dinî kardeşliğin bir eseri ve semeresidir.
Medine’den Medeniyet’e…
İlk İslam Devleti/Medeniyeti ve Medine Anayasası
Müslümanlar arasında din kardeşliğine dayalı yeni bir ortam tesis ettikten sonra, Müslüman olmayan unsurlarla da anlaşmak; Müslim ve Gayri Müslim ayırt etmeksizin cemiyete yeni bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icap ediyordu.

Bunun için de adlî, medenî, siyasî ve askerî birtakım esasların tespitine ihtiyaç vardı. Evvela, Hz. Resulullah’ın (sav) başkanlığında “İlk İslâm Devleti” teşekkül ettirildi; ardında da bu devletin 52 maddeden ibaret olan ilk anayasası ihdas edildi. Hatta bu anayasa, aynı zamanda bütün dünyadaki ilk yazılı anayasalardan biri olma özelliğine de sahipti. Bu vesika ile, Medine halkı artık diğer topluluklardan ayrılarak “müstakil bir millet” olma vasfını hâiz olacaktı.
Anayasadaki maddeler ışığında Müslümanlar, ehli kitap olan Yahudilerle ittifak kurmuşlardı. Ehli kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlara tam bir din ve vicdan hürriyeti tanınmıştı. Böylelikle, ehli kitap ile Müşriklere karşı asgarî müştereklerde birleşme esası getirilmiş ve Müslümanlar ile Yahudilerin birlikte “tek camiâ” oluşturduklarından söz edilmişti.
Muhtelif unsurları birleştirerek Medine halkı arasında tam bir birlik ve ahenk meydana getirmek; hatta bunlardan, Arap tarihinde ilk defa medenî bir millet teşkil etmek, işte Hz. Peygamberin başardığı en muazzam hadiselerden biri de buydu. Bu hadise, o devrin siyasî ve medenî hayatında yepyeni bir çığır açmıştı.
Medine Vesikası, din, can ve mal hürriyeti gibi en tabiî ve medenî insan haklarını garanti altına alarak ve toplum katmanları arasında aynı oranda hakim kılmayı gaye edinerek bugüne uzanan çizgide örnek bir “birlikte yaşama modeli” sunmayı başarmıştır. Bu noktada gerçek hürriyeti, insan hak ve hukukunu insanlığa ilk defa kâmil mânâda bahşeden Hz. Muhammed (s.a.v.) olmuştur.
Bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına girdi. Madde ile maneviyatı birbirine meczederek ona kendine has yeni bir çizgi getirdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) insana, hayatının iki tarafını dengede tutmayı, madde ve mânâyı içine alan bir terkip yapmayı öğretti.
Hz. Peygamber hicretle beraber Medine’de sadece ilk İslâm Devleti ve anayasasını değil; “ilk İslâm Medeniyeti”nin de temellerini atmış ve kuruculuğunu üstlenmişti. Şu halde, insanlığın (ve tabiî ki Arapların) gerçek medeniyete Hz. Muhammed (s.a.v.) sayesinde eriştiği; hakikî medeniyet kurucusunun O (s.a.v.) olduğu mutlak bir tarihî hakikattir. Sonradan kurulan medeniyetler, O’nun getirdiği medeniyetin bir anlamda “taklidi” konumundadır.
19. Yüzyılda yaşamış Alman Şair ve Edebiyatçısı Goethe, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “medeniyet kurucusu” vasfına ve genelde insanlık özelde de Batı medeniyetinin O’na neler borçlu olduğuna şöyle temas eder: “Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim bütün kanunlarımız, İslâm medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medenî imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.”
Aynı hususa Batılı ilim adamlarından Dr. Litz ise şu tespitiyle parmak basıyor: “O, Hicaz’ın kuru kumlarından yeni bir tohum filizlendirmişti. Öyle bir filiz ki, öncelikle Arabistan’da kök salacak ve bir yandan Hindistan’a diğer yandan da Büyük Okyanus’a kadar uzanacaktır.”
Kaynakça: Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, C.1, İstanbul, 1998; A. Lütfi Kazancı, Hz. Süleyman’dan Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Peygamberler Halkası, İstanbul, 1997; Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul, 2006; A. Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1991.
İSMAİL ÇOLAK