Tarih

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Tarih

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

İNSANLIĞIN İKİ CİHAN SAADETİNİN DÖNÜM NOKTASI: H İ C R E T

Tarihin dönüm noktası

Hicret sadece İslâm tarihinde, Müslümanların hayatında değil; neticeleri itibariyle topyekün bütün insanlık tarihinde büyük bir dönüm noktasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte ilk Müslümanlar, hicret hadisesiyle insanlığın iki cihan saadetini tayin edecek; onun kaderi, geleceği, dinî, medenî, insanî, siyasî gelişiminde çığır açacak kadar “tarihin en muazzam inkılâp hareketine” öncülük etmişlerdir.

Beşeriyetin hayatına nur ve iman getiren yüce Resul, mukadderatın çizdiği istikamette Medine’ye doğru yol alırken, âdeta bütün bir tarih O’nun yolu boyunca serilmiş, yeryüzü ve tüm mahlûkat onun yolunu gözler olmuştu. İbni Abbas, hicretin, Peygamber Efendimizin hayatı ve nübüvvetindeki yeri ile alakalı şu ilginç tevafuka işaret eder: “Doğumu Pazartesi günüdür, ilk peygamberlik Pazartesi geldi, Hicret Pazartesidir ve ruhu da Pazartesi kabz edilmiştir.”

Mal, mülk, can ve canan; Müslümanları yurtlarına bağlayan her ne varsa hepsini geride bırakacak kadar onları böylesine zorlu bir hicrete, büyük bir fedakârlığa sevk eden esas sebep, hicretin özünde taşıdığı aslî anlam ne idi? Müşrikler, inananları insanlığa sığmayacak bir tazyikle hayatlarına kast ediyorlar; daha da fecisi en mukaddes varlıkları olan inanç ve imanlarına saldırarak onları din ve vicdan hürriyetinden mahrum bırakıyorlardı.


Bu kutsal değerler ise her şeylerinden azizdi; mallarından, en sevdiklerinden, vatanlarından ve hatta canlarından bile. Din ve davaları uğrunda her şeyden vazgeçtiler, arkada bıraktıklarına dönüp bakmayı akıllarından bile geçirmediler. Kur’an-ı Azimüşşan onların bu ulvî ruh hâlini ve efsanevî feragâtini Hacc Suresi 40. ayette şöyle yüceltir ve över: “Onlar yalnızca ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar.”

Resimİslâm güneşinin parladığı yeni ufuk: Medine

Hicretle, İslâmiyet’in merkezi Mekke’den Medine’ye nakledildi. İslâm güneşi bütün parlaklığıyla Mekke ufuklarından Medine burçlarına intikal etti. İslâmiyet, Evs ve Hazreç kabileleri arasında büyük bir hızla yayılmaya başladı. İslâmiyet Mekke’de, Taif’te ve sair Arap kabileleri arasında bulamadığı destek ve himayeyi Medine’de buldu. Müşriklerin zulüm ve baskısı sonucunda Müslümanların yurtlarından atılmasını, Allah (cc) hayra tebdil eylemiş ve İslâm’ın/Müslümanların yeryüzü macerasında büyük bir değişim ve dönüşüme gebe kılmıştı.

Hicret ile Müslümanlar yeni bir muhite gelmişti, şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar artık imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabileceklerdi. İşte bu hürriyet havası içinde Medine’de, İslâmiyet ve Müslümanlar adına yepyeni bir dönem ve yepyeni bir hayat neşvü nema bulacaktı.

Ensar ve Muhacirler, bu yeni merkezde el ele vererek ve Hz. Peygamberin etrafında sımsıkı kenetlenerek, İslâmiyet’in kuvvetlenmesi, yayılması ve dinin esasları dahilinde emniyet, huzur ve sükun içinde Medine’de yeni bir nizam ve mesut bir hayat tesis edebilmek için olağanüstü bir gayret sergileyeceklerdi.

Medine o sıralarda, siyasî, sosyal ve medenî hayat itibariyle iptidaî denecek bir seviyede bulunuyordu. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu; kendi reislerinden başka hiçbir otorite tanımıyorlardı. Sosyal eşitlik, adalet, hak ve hukuk kavramlarından uzak bir hayat tarzı hakimdi. Cemiyet hayatı, kanun ve nizamdan mahrum bir vaziyetteydi. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıklar eklenirse, yeni muhitin ne büyük bir keşmekeş içinde olduğu daha iyi anlaşılır.

İlk İslâm Kardeşliği
Hazreti Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar, din ve davaları uğrunda öz vatanlarını terk ederek Medine’ye hicret ettiklerinde, burada din kardeşleri olan Medineli Müslümanlar tarafından çok candan, sıcak ve samimi bir şekilde karşılandılar. Medineliler, Akabe Biatları’nda verdikleri söze sadık kaldılar ve itimada lâyık olduklarını gösterdiler. Evs ve Hazrec kabileleri, gelen Müslümanları bağırlarına bastılar, evlerine misafir ettiler ve yalnızca ekmeklerini değil; maddî-manevî bütün varlıklarını paylaştılar.

Resulü Ekrem (sav), hicretten 5 ay sonra Ensar (Yardımcılar) ile Muhacirden (Göçmenler) 45’er Müslüman’ı birbirine kardeş yaptı. Peygamber Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî-manevî yardımlaşma ve birbirlerine vâris olma esasına dayanıyordu. Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacak ve mallarını onunla paylaşarak, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı.

Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve Resulu’nün muhabbetinden başka her şeylerini geride bırakmış olan Muhacirlerin iaşe ve iskan meseleleri hâl yoluna konulmuş oluyordu. Bu, nesep ve kan kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti; “iman ve din kardeşliği” idi.

Ensar Müslümanları, her şeylerini, bu garip ve yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalanların, dert ve kederlerini onlarla paylaşıyorlardı. Muhacir kardeşlerine karşı misafirliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın ve tabiî ki insanlığın en zirve noktasını göstermekten zevk alıyorlardı. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendi nefislerine her anlamda tercih etmişlerdi. Böylece, bu kardeşlik sayesinde büyük ve örnek bir içtimaî dayanışma temin edilmiş, insanlığın önüne yeni bir ufuk açılmış oldu.

Kur’an-ı Kerim Enfâl Suresi 72. Ayette, bu emsalsiz tabloyu şu ifadelerle ebedî bir numune-i imtisâl mertebesine eriştirir: “İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlarla, onları sığındırarak yer verip yardım edenler yok mu, işte onlar birbirlerinin velileridir.”

Tarih, nice göçlere şahit olmuş; ancak, böylesine mânâlı ve şümullü bir hicreti, yerliler ile muhacirler arasında böylesine can-ı gönülden sarılma ve muhabbetle kaynaşmayı o ana kadar görmüş değildi ve bir daha da göremeyecekti.

İslâm’ın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik anlayışı tarihte ilk defa gerçekleşmişti. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve düşmanlığını kalplerden silip attı. Niyetleri hâlis ve gayeleri ulvî Müslümanlardan müteşekkil faziletli bir cemiyet meydana gelmişti. Emelleri ve gayeleri bir olan yüksek bir “ümmet-i fazıla” vücuda getirilmişti. Bu samimi kucaklaşmadan öylesine muazzam bir kuvvet doğacaktı ki, kısa zamanda bütün Arabistan ve hatta tüm yeryüzü her şeyleriyle onlara boyun eğmekten kurtulamayacaktı.

Kurulan bu manevî kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak kadar ezelî ve ebedî bir kardeşliktir. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma ve hayırseverlik, İslâmiyet’in inkişafa geçtiği bir döneme rastlaması bakımından oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. Tereddütsüz denilebilir ki, çeyrek asır zarfında İslâm nurunun âlemin her tarafına yayılması; İran’ın ve Kuzey Afrika’nın fethi, Bizans’ın ve Avrupa’nın tehdit edilmesi bu dinî kardeşliğin bir eseri ve semeresidir.


Medine’den Medeniyet’e…

İlk İslam Devleti/Medeniyeti ve Medine Anayasası
Müslümanlar arasında din kardeşliğine dayalı yeni bir ortam tesis ettikten sonra, Müslüman olmayan unsurlarla da anlaşmak; Müslim ve Gayri Müslim ayırt etmeksizin cemiyete yeni bir teşkilatlanma ruhu ve havası getirmek icap ediyordu.Resim

Bunun için de adlî, medenî, siyasî ve askerî birtakım esasların tespitine ihtiyaç vardı. Evvela, Hz. Resulullah’ın (sav) başkanlığında “İlk İslâm Devleti” teşekkül ettirildi; ardında da bu devletin 52 maddeden ibaret olan ilk anayasası ihdas edildi. Hatta bu anayasa, aynı zamanda bütün dünyadaki ilk yazılı anayasalardan biri olma özelliğine de sahipti. Bu vesika ile, Medine halkı artık diğer topluluklardan ayrılarak “müstakil bir millet” olma vasfını hâiz olacaktı.

Anayasadaki maddeler ışığında Müslümanlar, ehli kitap olan Yahudilerle ittifak kurmuşlardı. Ehli kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlara tam bir din ve vicdan hürriyeti tanınmıştı. Böylelikle, ehli kitap ile Müşriklere karşı asgarî müştereklerde birleşme esası getirilmiş ve Müslümanlar ile Yahudilerin birlikte “tek camiâ” oluşturduklarından söz edilmişti.

Muhtelif unsurları birleştirerek Medine halkı arasında tam bir birlik ve ahenk meydana getirmek; hatta bunlardan, Arap tarihinde ilk defa medenî bir millet teşkil etmek, işte Hz. Peygamberin başardığı en muazzam hadiselerden biri de buydu. Bu hadise, o devrin siyasî ve medenî hayatında yepyeni bir çığır açmıştı.

Medine Vesikası, din, can ve mal hürriyeti gibi en tabiî ve medenî insan haklarını garanti altına alarak ve toplum katmanları arasında aynı oranda hakim kılmayı gaye edinerek bugüne uzanan çizgide örnek bir “birlikte yaşama modeli” sunmayı başarmıştır. Bu noktada gerçek hürriyeti, insan hak ve hukukunu insanlığa ilk defa kâmil mânâda bahşeden Hz. Muhammed (s.a.v.) olmuştur.

Bu anayasa ile İslâm, hayatının yeni bir safhasına girdi. Madde ile maneviyatı birbirine meczederek ona kendine has yeni bir çizgi getirdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) insana, hayatının iki tarafını dengede tutmayı, madde ve mânâyı içine alan bir terkip yapmayı öğretti.

Hz. Peygamber hicretle beraber Medine’de sadece ilk İslâm Devleti ve anayasasını değil; “ilk İslâm Medeniyeti”nin de temellerini atmış ve kuruculuğunu üstlenmişti. Şu halde, insanlığın (ve tabiî ki Arapların) gerçek medeniyete Hz. Muhammed (s.a.v.) sayesinde eriştiği; hakikî medeniyet kurucusunun O (s.a.v.) olduğu mutlak bir tarihî hakikattir. Sonradan kurulan medeniyetler, O’nun getirdiği medeniyetin bir anlamda “taklidi” konumundadır.

19. Yüzyılda yaşamış Alman Şair ve Edebiyatçısı Goethe, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “medeniyet kurucusu” vasfına ve genelde insanlık özelde de Batı medeniyetinin O’na neler borçlu olduğuna şöyle temas eder: “Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim bütün kanunlarımız, İslâm medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medenî imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.”

Aynı hususa Batılı ilim adamlarından Dr. Litz ise şu tespitiyle parmak basıyor: “O, Hicaz’ın kuru kumlarından yeni bir tohum filizlendirmişti. Öyle bir filiz ki, öncelikle Arabistan’da kök salacak ve bir yandan Hindistan’a diğer yandan da Büyük Okyanus’a kadar uzanacaktır.”

Kaynakça: Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, C.1, İstanbul, 1998; A. Lütfi Kazancı, Hz. Süleyman’dan Hz. Muhammed’e (s.a.s.) Peygamberler Halkası, İstanbul, 1997; Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul, 2006; A. Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1991.
İSMAİL ÇOLAK
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

İSLâMBOL’UN MANEVî FETHİNDE FATİH VE AKŞEMSEDDİN

ResimTarih boyunca nice hanlar, hakanlar, sultanlar, şahlar, krallar, İstanbul’un büyüleyici çehresinden çarpan füsun ile hep bu şehre vurulmuş, asırlar boyu ona sahip olmak arzusuyla yanıp tutuşmuşlardır.

Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren İstanbul’u fethetmek, Osmanlı’nın da en büyük “Kızıl Elması” olmuş; Fâtih’e kadar hemen hemen bütün Osmanlı pâdişahları bu hülyânın efsununa kapılmışlardı. Osman Gâzi’nin vasiyetnâmesinde bu ulvî hedef manzum bir şekilde; “İslâmbol’u aç, gülzâr et!” ifadesiyle terennüm edilmişti.

Bunda hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamberin (sav) bu kutlu şehre muâllâ bir mevkî biçmesi ve fethini asırlar evvelinden müjdelemesinin rolü büyüktü. Tüm Müslüman cihangirler gibi Fâtih’i de büyüleyen, peygamber müjdesi ve övgüsüne nail olma ideali idi ve semavî senâya mazhar bir hükümdar olarak onun manevî semerelerini kendisi ve devleti hesabına devşirmek yegâne maksadıydı.


Fethe ve ‘Fâtih’liğe manevî hazırlık

Yüzyıllardır fethedilemeyen müstahkem bir şehrin zaptı elbette ki normal tedbir ve planlarla olacak bir iş değildi; evvela Fâtih’in ve Osmanlı’nın gerekli hazırlıkları hakkıyla yerine getirmesi lazımdı. Sultan Mehmed’in fethe ve fatihliğe namzed olabilmesi açısından, dinî, ruhî, zihnî ve ilmî bakımlardan mükemmel bir biçimde yetişmesi; maddî ve manevî kemâlatını tamamlaması gerekiyordu. Dehâ çapındaki himmetinin ortaya çıkması ve Peygamber methine liyâkat kazanan manevî bir rüşde ulaşması için bu şarttı.

Bu yüzden Fâtih, yetişme çağında, devrin en meşhur âlimlerinden dinî ve fennî ilimleri akademik düzeyde tahsil ederek, tamamen ilmî bir muhit ve atmosfer içerisinde bulunmuştu. N. Sami Banarlı’nın da dediği gibi, öyle hocalar elinde yetişen herhangi bir Osmanlı şehzâdesinin bir ‘Fâtih’ olmaması imkânsızdı.

Bunlardan aldığı ilim, irfan, hikmet ve feyiz sayesindedir ki, daha 21 yaşında, Osmanlı’yı cihan devleti mertebesine taşıyacak olan tarihin o en büyük fetihlerinden birine soyunma cesaret ve kabiliyetini kendinde görecekti.

Âlimler halkasının tam merkezinde ise hepsinden daha imtiyazlı bir mevkide bulunan; Fâtih’in şahsiyetinin olgunlaşması ve manevî rüşte ermesinde ‘mürşitliğini’ üstlenen, büyük mutasavvıf Hoca Akşemseddin (ks) yer alıyordu. Şehzâdedeki cevheri keşfedip, onu “Fâtih” yapan ve fethin manevî komutanı olan, bu yüce mürşitten başkası değildi.

Şehzâdeliğinden fethin en zorlu anlarına değin hep Sultan’ın -istinat direği gibi- yanı başında bulunmuş; en sıkıntılı ve ümitsiz demlerinde manevî telkinleriyle yâr olmuş ve dâima hedefe yöneltmişti. Muhasaranın uzadığı ve tıkandığı durumlarda kabına sığmayan ve celâllenen Hâkan’ı, müjdeleyici telkinleriyle her zaman o teskin etmiş ve mütemâdiyen şevkini ve azmini kamçılamıştı.

Akşemseddin’in Fâtih’e bu derece alâka duyması ve kol kanat germesinde kuşkusuz hocası Hacı Bayram-ı Velî’nin (ks) mühim tesiri vardı. Akşeyh’in Fâtih ile tanışması ve onun terbiyesine verilmesi, klasik Osmanlı kaynaklarında şöyle hikaye edilir:

Sultan Murad Han, ecdadı gibi İstanbul’un fethi için yanıp kavruluyor, İslâmbol’u gülzar etme ateşi, içinde hiç sönmüyordu. Hayattaki tek arzusu, İstanbul’un fethini sağlığında görebilmekti. Sonunda, bu sırlı hâdiseyi çözmeye karar verdi ve Akşemseddin’in tavsiyesiyle Ankara’daki Hacı Bayram Veli Hazretlerini (ks) Edirne’ye davet etti.

Davete icabet eden Hacı Bayram Veli, Edirne’ye vardığında bizzat padişah tarafından büyük bir tazim ve hürmetle karşılandı. İstirahattan sonra, akşam saatinde Sultan ile bir araya gelen Hacı Bayram Veli’ye sohbet esnasında bir beşik getirdiler. Bayram-ı Veli, beşiğe dikkatlice baktı ve Fetih Suresi’ni orada bulunanların işiteceği bir sesle okumaya başladı. Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü, beşiktekinin kim olduğunu bilmeden bu sureyi neden okuduğuna bir mânâ verilememişti.

Hacı Bayram Veli, konuşmasına daha sonra şöyle devam etti: “...Fethin müyesser olmayışı, feleğin yâr olmayışı ve vaktin hitam bulmayışındandır... Bey, sen Konstantiniye’yi alamayacaksın, amma orası mutlaka alınacaktır; bunu ben dâhi göremeyeceğim. Orası şu beşikte yatan çocuk ve bizim köse (Akşemseddin) tarafından alınacaktır.” Sultan Murad Han ve yanındakiler bu keramet dolu sözler karşısında gözyaşlarına boğulmuşlardı. Zira, Hacı Bayram Veli Hazretleri, kendisine sorulacak tüm sorulara, daha sorulmadan cevap vermiş ve tam bir manevî ikramda bulunmuştu.

İşte bu görüşmeden sonradır ki Sultan Murad, Şehzade Mehmed’in eğitim ve terbiyesine daha fazla ehemmiyet vermiş ve geleceğin Fatih’inin biran evvel yetişmesi ve Hz. Peygamberin müjdesi ve büyük velinin kerametinin tezahür etmesini dört gözle bekler olmuştu. Hatta, bu arzunun tez zamanda gerçekleşebilmesi için sağlığında tahtından iki kez ayılmaktan bile çekinmemişti.


Şehzade Mehmed’in ruhî gelişimini tamamlanması için Akşemseddin, bizzat Hacı Bayram Veli tarafından terbiyeci olarak memur edilmişti. Fâtih, Akşeyh’ten aldığı ruhî eğitimle, zahirî tedbirlere sarılmanın yanında, evliyanın manevî himmetine müracaatı da ihmal etmemişti. Divanındaki bir mısrada bunu, “enbiya ve evliyaya istinadım var benim” sözüyle dile getirmişti.

ResimFethin ‘Manevî Fâtihi’: Akşemseddin

Muştulanan fethin beklenen kutlu günde tezahür etmesinde en fazla da maneviyat erenleri ve bilhassa Akşemseddin Hazretleri rol oynamıştı. Akşemseddin, Fâtih’e ve orduya mütemâdiyen şu manevî telkinde bulunuyordu: “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslüman ve gâziler bir kâfir kalesine yönelmiş bulunuyor, inşâallahü Teâlâ fetih müyesserdir.”

Akşemseddin, kuşatma esnasında sık sık askerler arasında gezip onlara cesaret, metânet ve maneviyat takviyesi yaparken; memleketin dört bir yanından mukaddes fetihte bulunmak ve şehit olmak gayesiyle kopup gelen pek çok derviş de savaşa iştirak ederek maneviyatı körüklüyorlardı.

Dolayısıyla, Fatih’in fethi, “manevî fatih” Akşemseddin’in himmeti ile gerçekleştirdiği şüphe götürmez bir gerçektir. Fethin “manevî cephesi” ve bunda Akşeyh’in üstlendiği muâllâ mevkî hakkında şöyle bir muhteşem hâdise nakledilir:

Kuşatma uzadıkça uzuyor, Fatih’in sabırsızlığı da son haddine varıyordu. Bir gün ulemadan bazıları gelip Sultana şöyle dediler: “Bir sofinin sözüyle bu kadar asker helâk oldu. Ve bu kadar hazine telef oldu. Hâlâ Frengistan’dan kâfire yardım gelir. Fetih ümidi kalmadı.”

Bu sözlere hiddetlenen Fatih derhal veziri Veliyüddin Ahmed Paşa’yı Akşemseddin’e gönderdi ve “Şeyhe sor, kale fetholunmak ve zafere ulaşmak var mı?” dedi. Şeyhin gönderdiği “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslümanlar ve gâziler bir kâfir kalesine müteveccih oldu, inşaallahu teâlâ fetholur.” cevabını kâfi bulmayan Sultan, veziri tekrar göndererek “Vaktini de tayin etsin.” dedi.

Şeyh ise: “İşbu senenin Rebiülevvelinin yirminci günü seher vaktinde sıdk-ü himmetle filan cânibden yürüyüş etsinler! Ol gün fethola... Konstantiniyeye sada-i ezan dola!” cevabını verdi. Akşemseddin’in belirttiği gün, Osmanlı askeri hisara yürüyüp hücum etmeye başladı.

Bu sırada Sultan, Akşemseddin’i davet etti; ancak şeyh kendisinin rahatsız edilmemesini tembihlemişti. Fatih, bu durumdan hoşlanmadı ve kızgınlıkla hemen şeyhin çadırına vardı. Çadırı biraz araladığında gördüğü manzara Sultanı hayretler içerisinde bırakmıştı: Şeyh, fethin icâzetini mânâ âleminden almaya vesile olacak hâlis bir yakarış ve derin bir istiğrak halinde secdeye kapanmış, Cenab-ı Hakk’a münacaat ediyordu. O kadar ki, başındaki sarık yere yuvarlanmış; ak saçları yerlere dökülmüş ve daha da mühimi akıttığı gözyaşlarından yerde küçük bir gölet oluşmuştu.

Fatih, bu müthiş hal karşısında fevkalade heyecanlandı ve geri dönerek askeriyle beraber derhal hücuma geçti. Tam bu esnada, askerin önünde beyaz elbiseler giymiş bir taife (grup) hisara girdi; ardından İslâm askeri de kaleye girdi ve hemen o saatte fetih müyesser oldu. Akşemseddin başını secdeden kaldırdığı esnada, yatağını aşmış bir sel gibi o mübarek ordu şehre girmekteydi. Akşemseddin’e de Hakk’a şükretmek ve tekbir getirmek kalmıştı.

Fetihten sonra Akşemseddin Hazretlerine şöyle sordular: “Gâibi nereden bildin; fethin saatine nasıl hükmettin?” O da şu hikmet ve sır dolu müthiş cevabı lütfetti: “Karındaşım Hızır (as) ile İlm-i Ledün’de Konstantiniye’nin fethini vaktiyle istihrac eylemiştik (çıkarmıştık). Kale fetholunduğu gün Hızır’ı gördüm. Birçok veliler ile askerin önünde kaleye geldiler. Kale fetholunduktan sonra Hızır karındaşımı gördüm; kale duvarı üzerine çıkmış ayaklarını salmış oturuyordu.”

Nihayet 53 günlük muhasaranın ardından fetih nasip olmuş; Hoca Saadettin Efendi’nin deyişiyle “Çan sesleri susmuş; yerini tekbir sesleri, gülbank-ı Muhammedî, zemzeme-i penç-i nevbet almıştı.” Fethin sembolü olarak câmiye çevrilen Ayasofya’da ilk Cuma namazının kılınması ile manevî fetih tamamlanmış ve tüm dünyaya ilan edilmişti. Cuma hutbesini Fâtih Sultan Mehmed Han okumuş, namazı ise Akşemseddin Hazretleri kıldırmıştı.



ResimFâtih’in Akşeyh’e hürmet ve bağlılığı

Fâtih’in, mürşidi Akşemseddin’e hürmet ve muhabbeti sonsuzdu. Bir gün veziri Mahmud Paşa’ya: “Bu pîre hürmetim ihtiyârsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer. Diğer şeyhlerin ise benim yanıma gelince heyecandan elleri titrer” demişti.

İstanbul’un fethinden dolayı duyduğu haz ve saadeti izah ederken de devlet erkânına şunları söylemişti: “Bu ferah ki ben de görürsünüz, yalnız bu kal’a fethine değildir. Akşemseddin gibi bir azizin benim zamanımda olduğuna sevinirim!”

Rivayete göre padişah bir gün Akşemseddin’in çadırına girmiş; ancak şeyh hiç kımıldamadan öylece oturmaya devam etmişti. Buna çok üzülen Fâtih Sultan, “Şeyh bize kıyâm etmeyip, yerinden kımıldamadığı için hatırım kalmıştır ve gönlüm mahzundur!” sözüyle kırgınlığını izhar etmişti. Akşemseddin’i yakından tanıyan Ahmed Paşa, padişaha şeyhin bu hareketini şöyle izah edecekti:

“Bu büyük fetih, önceki padişahlara ve mübarek ecdadımıza müyesser olmayıp size nasip olmakla; sizde bir çeşit gurur müşahede eylemiş, bu yüzden riâyet ve tâzimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları, sizden o gururun izâlesine gayret göstermekti, ondan ayağa kalkmadı.”

Fâtih, Yunus’un tabiriyle “ballar balını” bulmuştu. Lâkin Akşemseddin, Fâtih’in tahtını ve tacını bir kenara bırakarak kendisine bağlanma arzusunu dizginlemeye çalışmış ve Sultanın ‘derviş olma’ talebini geri çevirmişti. Fakat yine de cihan pâdişahını durduramayacağını anlayınca; Göynük’e dönüp inzivâya çekilmekten başka çaresi kalmayacaktı.

Sultan buna darılınca da, mazeretini şu mânâlı sözlerle dile getirmişti: “Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa; saltanat işlerinden kesin olarak el çekmek lazım gelir. Memleketin işleri ihtilâl bulur. O takdirde, hem siz hem de biz vebâle gireriz.”

Akşemseddin’in bu sözleri karşısında tesellî bulan Fâtih, 2 bin altın göndererek hocasını taltif etmek istemişse de, Şeyh Hazretleri bu parayı kabul etmeyerek geri gönderme yoluna gitmişti. Fâtih’in pek çok ihsanını geri çeviren Akşeyh, sadece Göynük’e bir çeşme yapmasına müsaade edecekti.

Kaynakça: Tâcizâde Cafer Çelebi, Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi, İstanbul, 1331; Solakzâde Tarihi, C.1, Ankara, 1989; Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, C.1, Ankara, 1992; Nişancızâde Mehmed, Mir’at-ı Kâinât, İstanbul, 1290, C.1-2; Hüseyin Enisî, Menâkib-i Akşemseddin, Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud ks., No: 4666; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1972; Sâmiha Ayverdi, Türk Târihinde Osmanlı Asırları, C.1, İstanbul, 1977; Nihad Sami Banarlı, Fatih’in Zafer Sırları, İstanbul, 1959; Ali İhsan Yurd, Fatih’in Hocası Akşemseddin Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1972; Hasan Küçük, Osmanlı Devleti’ni Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri: Tarikatlar, İstanbul, 1976; İsmail Hami Danişmend, İstanbul’un Fethinin Manevî Kıymeti; Hüseyin Algül, Büyük Fetih ve Sonrası, İzmir, 1991; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İstanbul, 2004.
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

‘YETİŞ YA MUHAMMED!...’ -SAV-

‘Ruh gücü’nün zaferi

Çanakkale’de, tarihimizin en parlak zaferlerinden birini kazanmamızda etkisi olan faktörlerin başında, harbin “manevî cephesinde” yaşanan bazı mucizevî hâl veya hadiseler gelir.


Söz konusu manevî cepheye, Çanakkale Harbi’ni Osmanlı adına kaleme alan resmî tarihçi Binbaşı Mehmed Nihad şöyle işaret eder: “Harpte asıl olan bilhassa maneviyattır. Bunun aksini kabul etmek; Çanakkale müdafaasının cinnet olduğuna hükmetmektir.”

Aynı gerçeğe, son dönem Osmanlı yazarlarından Cevdet Kerim: “Bu hâdise; maddenin iman ve vatanperverlik huzurunda iflas edip eğilişinin en canlı bir numunesidir.” tespitiyle temas ederken, Mehmet Âkif de şu manzum ifadelerle parmak basar:
“Türk askeri ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından. Onun göğsündeki kat kat iman, alınabilecek gibi bir kale değildir.”

Mustafa Kemal Paşa ise Mehmetçiğin hangi muazzam “ruh gücüyle” çarpıştığını şöyle belirtir: “Mütekâbil siperler arasında mesafemiz 8 metre; yani ölüm muhakkak!. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor; ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidâl ve tevekkül ile biliyor musunuz? Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misâldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran bu yüksek ruhtur!...”

Harbin, manevî cephesiyle alakalı kesitlerden biri de “Peygamber Efendimiz’in (sav) harbe katılımları, Mehmetçiğe manevî teşvik ve destekleri”dir. O’nun davasını, asırlar boyunca üç kıtada bayraklaştıran, Sancak-ı Şerif’ini Viyana önlerine kadar taşıyan, “Haremeyn’inin Hizmetkârı” olmayı şeref telakki eden ve nihayet O’na ve kutsal topraklarına sonsuz bir muhabbet ve hürmet besleyen soylu ceddimizi/milletimizi, dara düştüğü bu en felaketli anında “vefalıların en vefalısı” Kutlu Nebi, elbette ki yalnız bırakmazdı.

Bu durum aynı zamanda, Enbiyalar/Şüheda Yurdu mübarek vatanımızın manevî koruma altında bulunduğunu ve her başımız sıkıştığında “ilahî inayetin” bizimle beraber olduğunu ispatlayan ebedî delillerdendir. Gelibolu sırtlarındaki ölüm-kalım savaşının hangi kanlı safhasında, nurlu Nebi’nin (sav) yardımımıza koşup, “kutsî himmeti”ni adeta hayat iksiri gibi imdadımıza nasıl yetiştirdiğini gösteren işte dört hâdise:

“Zahmet ettin Ya Resullallah!”

Kara savaşlarının ilk günlerinde, ileri hatlarda bulunan 26. Alay, kendinden dokuz misli kalabalık düşman askerine karşı kahramanca mücadele ediyordu. 27 Nisanda, Morto koyundan Fransız birlikleri Kerevizdere’ye doğru taarruza geçmişlerdi. Birliklerimize acil takviye gerekiyordu. Takviye birliklerden 5. Tümene bağlı 17. Piyade Alayı, deniz yoluyla Kilya’ya gelmişti. Yarbay Hasan Bey de birliklerinin önünde Kerevizdere’de, Fransızlarla her gün kanlı çatışmalara soyunuyordu.


11 Temmuz günü de şiddetli çatışmalar cereyan etmişti. Hasan Bey, siperlerdeResim dolaşırken bir Fransız askeri dikkatini çekmiş ve kıpırdanmasından yaralı olduğunu düşünmüştü. Yarbay Hasan, dininin verdiği yüce ahlâk ve şefkat hissiyle, yerde yatan askere yardım etmek için yaklaştı. Tam yarasının olup olmadığını araştırırken; ölü numarası yapan düşman askeri birden elindeki kasaturayı Yarbay Hasan Bey’in göğsüne saplayıverdi. Hasan Bey, göğsünden oluk oluk kan aktığı halde yere yığıldı. Askerler müdahale etmiş, ancak geç kalmışlardı.

Hasan Bey’in gözleri buğulanmaya, güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkindi ve gözleriyle ufku takip etmeye koyuldu. Gözleri sanki öteleri seyre koyulmuştu. Askerlere fısıltıyla “Beni ayağa kaldırınız.” dedi. Komutanlarının son emrine uydular ve koltuklarına girerek kaldırdılar. Üstü başı kan içinde son demlerini yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, “Lailahe illallah Muhammedun Resulullah” dedi ve yüzünde derin bir tatlı tebessüm belirdi. Dudaklarından son olarak şu sözler döküldü: “Niçin zahmet buyurdunuz ya Resulallah!..” Ruhunu teslim ettiğinde, nur yüzünde ince bir huzur çiçeklendi; gözlerini sonsuzluğa daldırmış sükun içinde yatıyordu.

“Ben, Çanakkale’deyim!”
Hâdise, 1928’de Medine-i Münevvere’de, Cemal Öğüt Hoca ile Peygamber Efendimiz’in (sav) türbedarı arasında geçer. Türbedar, tam bir Osmanlı hayranıdır. Cemal Öğüt Hoca, bir gün sorar: “Niçin bu derece Osmanlı muhabbeti? Neden Allah ve Resulünün muhabbeti, Osmanlı’yı sevmeyi gerektirir?” Türbedar, duraksamadan cevap verir: “Osmanlı’yı, İslâm namına sevmek için şu hatıram sana yeter de artar:

“1915 yılı haccında, Hindistan ulemasından Allah dostu bir zat, Resulullah’ı ziyaret için Medine’ye teşrif etmişti. Kendisiyle tanıştık ve uzun uzun sohbet ettik. Fakat bir türlü gözünün yaşı dinmiyordu. Bu hüznün günlerce geçmediğini görünce sebebini sordum:
- Burası Cennet bahçesi, Resulullah’ın mescidi, makamı... Neden bu ziyaret sizi sevindirmiyor; yoksa gözünüzden akan sevinç gözyaşları mı? Gözyaşları daha da çoğalan Hindistanlı âlim şu cevabı verdi:
- Keşke göz yaşlarım gönlümün sevinçlerini yansıtmış olsaydı! Bunca yıl sonra nasip oldu, o ‘Güzeller Güzelini’ ziyarete geldim. Yanında, yakınında özlem giderecektim. Fakat müşahede ettim ki, Resulallah makamında değil... Resulullah niçin burada değil? Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş? Resulullah’ın varlığını neden hissedemiyorum? Hangi hatam, hangi günahım onunla olmaya, onunla dolmaya engeldir? İşte, geldim geleli bu düşüncelerle perişanım!

Alim zatın bu sözleri üzerine hayretler içinde kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey söylemeden yanından ayrıldım. Geç vakitte yatağa uzandım ve gece rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm. Gün boyu kafamı meşgul eden düşünceler şimdi Hz. Peygamber’in açıklamasıyla dağılacaktı.

Hz. Muhammed (sav) bana şunları söyledi: “Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine’mde değilim, Çanakkale’deyim... Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.”

“Sizi Çanakkale’de korudu!”

Menderes, 1955’te Hindistan’a bir resmi ziyaret düzenler. Temaslarını tamamladıktan sonra yetkililere, bir âlim zatı ziyaret edip duasını almak istediğini bildirir. Halbuki, bu Hintli âlim yanına gelen çoğu kimseyi kabul etmemekte ve görüşmemektedir.

Bir hayli yol alıp müşkülat çekildikten sonra, âlimin uzlet mekânına varılır. Kendisine, Türkiye’nin Başbakanı’nın ziyarete geldiği haber verilir. Alim zat gelenleri kabul eder; ama pek de hoşnut değildir. Menderes uzaklardan geldiklerini ve kendisinden dua talep ettiklerini söyler. Hintli âlim, söylenenlere itibar etmez ve asıl dua merkezinin İstanbul’da Eba Eyyub el-Ensari’nin makamı olduğunu söyler ve ekler:


Resim“O, Resulullah’ın mihmandarıdır, seçkin sahabelerinden biridir... İstanbul’un manevî fâtihi ve sahibidir. Böyle bir yâriniz varken, ta buralara dua için gelmeniz uygun mudur? Sen git, o mübarek zatın himmetini iste; onun şefkat ve şefaatine sığın... Biz onun ayağının tozu bile olamayız. Siz, Güzeller Güzeli’nin himayesini görmüş bir millete mensupsunuz. O, sizi Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde ruhaniyetiyle korumuştur. Bunun şuurunda olunuz...”

Menderes’le konuşan bu âlim kimdi? 1915 yılında hacca giden ve Hz. Peygamberi makamında müşahede edemeyip, gözyaşları içinde günlerce ıstırap çeken o Hintli âlimden başkası değildi.

“Yetiş Ya Muhammed!”
Dr. Hikmet Arda naklediyor: “1.Tabur Kumandanı Binbaşı Lütfi Bey, uzun boylu, zayıf ve babacan bir zattı... Seddülbahir’de bizim karşımızda Fransız kıtaları vardı... Bir gün yine bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar... Kaç dakika geçti, hatırlamıyorum; müthiş bir ‘Allah, Allah!’ nidası kulaklarımızı yırttı. Başlarında, o mütevazı ve dindar kahraman, Tabur Kumandanı Lütfi Bey...

Askerlerin başına geçmiş ve “Yetiş Ya Muhammed! Kitabın gidiyor!” diye naralar atarak ileri atılmıştı. Peşine takılıp kükreyen aslanlarla, siperlerimizi tekrar düşmandan geri almıştı... Korkunç bir rüyadan uyanır gibiydik...
Sonra haber aldım ki, Binbaşı Lütfi Bey, Çanakkale’den sonra İran’da şehit olmuş. Allah rahmet eylesin.” (Amin)

Kaynakça:
Mevlanzâde Rifat; Türk İnkılabının İçyüzü, Haz: Metin Hasırcı, İstanbul, 1993, Pınar Yayınları.
M. İhsan Gençcan; Çanakkale Savaşlarından Kan Çiçekleri, İstanbul, 2003.
Vehbi Vakkasoğlu; Bir Destandır Çanakkale, İstanbul, 2004, Nesil Yayınları.
İbrahim Refik; Çanakkale’nin Ruh Portresi, İstanbul, 1998.
Talha Uğurluer; Çanakkale Savaşları, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları.


İSMAİL ÇOLAK

Alıntı yeri; Gülistan dergisi


Acizane duam.

Allah ım şimdide bir çok imanlı askerlerimiz her gün şehit düşüyor. Lakin onların Anaları , kız kardeşleri örtülü diye cenaze törenleri dışında orduya ziyarete bile gidemez oldular. O mubarek babaları da sünnet üzere sakallı diye giremez oldu.

SEN ki hidayet verensin, Bağışlayan, affedensin bizleri bağışla seni bilen tanıyan kullarından eyle...


ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

ANADOLU DESTANININ İLK SAYFASI: MALAZGİRT ZAFERİ

Amaç: ‘Allah’ın adını yüceltmek’

Anadolu kapılarının biz Türklere açılması, 1071 Malazgirt Zaferiyle olmuştur; fakat bu coğrafyayla tanışmamız, bundan yaklaşık yedi asır öncesine; 395’te Avrupa Hunları ve ardından 516’da Sabarlar’ın yaptığı ilk akınlara dayanmaktadır. Anadolu serüvenimiz, gazâ ülküsü istikametinde Abbasilerin hizmetindeki Türk komutanların, uç bölgelerinden giriştikleri akınlarla yüce bir mefkûreye ve millî bir muhtevaya inkılâp edecektir. Bu komutanların açtığı çığır ve zemin, en fazla Selçukluların işine yarayacak ve Anadolu’yu yurt edinme gayesini kolaylaştıracaktır.


ResimSelçuklular adına ilk sefer, Çağrı Bey tarafından 1015’te gerçekleştirecek ve söz konusu sefer, Anadolu’nun ideal bir vatan açısından aranan bütün özelliklere sahip olduğu kanaatini güçlendirerek; bundan sonra yoğunlaşacak olan akınlara bir bakıma yön verecektir. Çağrı Bey, Anadolu ufuklarını Selçuklulara şöyle hedef göstermişti: “Buradaki güçlü Karahanlı ve Gazneli Devletleriyle mücadele edemeyiz; ancak Horasan, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya gidip oralarda hükümran olabiliriz. Zira, oralarda bize karşı koyabilecek hiçbir kuvvete rastlamadım.”

Bu talimatlara uyan Selçuklular, “rüzgâr gibi uçan atlılar” sayesinde, âdeta coşkun bir sel gibi, Türkistan’dan Anadolu önlerine akmaya koyulacaklardı. Önceleri, keşif hareketi vasfını taşıyan bu akınlar, Tuğrul Bey’le beraber, fetih ve tamamen yurt edinme gayesine dönüşecekti. Artık Anadolu, “cihan hâkimiyeti ülküsünün” ve İslâmiyet’i yaymanın adı olan “i’lâ-yı kelimetullâh dâvâsının” en önemli ayağı mevkiine yükselecekti.

Selçuklular, 1048 Pasinler zaferinden beridir iyi tanıdıkları Bizans’a son ölümcül hamleyi indirerek Anadolu’yu ona mezar etmeye hazırlanıyorlardı. Bizans zulmü altında ezilen Süryaniler ve Ermeniler dâhi, “Rumları kadınlaşmış sayıyor; onları cezalandırmak için Allah’ın, Müslümanları gönderdiğine inanıyorlardı.”

Can çekişen köhne Bizans’ı, Anadolu’dan sürüp, bu güzel diyarı “Hilâl’in Doğu’daki en sağlam burcu” durumuna getirmek için, Sultan Alparslan’ın; “aslan ve kartal yavruları gibi olunuz; yeryüzünde gece gündüz uçunuz; artık Romalılar ve Hıristiyanlara aman vermeyiniz!” emri icabınca, Selçuklu gâzi komutanları ve alperenleri; “dünyanın her tarafından bu memleket için randevu almışçasına” dalga dalga “Diyâr-ı Rum” kapısına dayanmışlardı. Bir Bizans kaynağına göre, “kara ve deniz, bütün dünya, sanki Türkler tarafından doldurulmuştu.”

Gün geçtikçe büyüyen ve önü alınamayan Selçuklu tehlikesi karşısında, Bizans imparatoru Romanos Diogenes çareyi, birçok milletin katılımıyla meydana gelen yaklaşık 200 bin kişilik, tarihindeki en muazzam paralı orduyu teşekkül ettirmekte bulacaktı. Selçuklu kuvvetleri ise yalnızca 50 bin kişiden ibaretti. İmparator, ordusunun kudretiyle öylesine mağrurdu ki, Selçukluları Anadolu’dan atmak bir tarafa, Türkistan ve İslâm Dünyasını da zaptedeceğini; câmileri kiliseye çevirip Hıristiyanlığı yücelteceğini zannediyordu.

Mâlum kibirli ruh hâli içerisinde imparator, Sultan Alparslan’ın barış teklifini tereddütsüz reddedip, elçiye şu kaba ve küstah karşılığı vermişti: “Barış, ancak ve ancak Rey’de yapılacaktır. Ben, İslâm ülkelerine, kendi ülkem gibi hâkim olmadıktan sonra asla geri dönmeyeceğim. Hemedan’ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, Isfahan’da kışlayacağız, hayvanlarımız ise Hemedan’da kışlayacaklar.” Elçi İbnü’l Mahleban ise şu muhteşem sözle ona haddini bildirecekti: “Hayvanlarınız, Hemedan’da kışlayabilir; ama sizlerin nerede kışlayabileceğinizi bilemem!”

Kıbleye dönen Haç!

Diogenes, İstanbul’dan hareket etmeden önce, Ayasofya’daki dinî âyine katılarak buradaki meşhur “büyük haçı” ziyaret etmişti. İmparator ziyaretle ilgili, Malazgirt yenilgisinden sonra, şu şaşırtıcı hatırayı zikredecekti:

“Herhangi bir sefer dolayısıyla İstanbul’dan çıkan imparatorun törelerinden birisi de, Ayasofya’ya gidip yakutlarla bezenmiş altın haçtan yardım ve şefaat dilemesidir. Geleneğe uyarak Ayasofya’ya gidip buradaki altın haçtan başarı için şefaat diledim. Bu sırada haç, bulunduğu durumdan Müslümanların kıblesine doğru çevrildi. Buna son derece hayret edip şaşakaldım ve onu yeniden doğuya çevirip eski haline getirdim. Ertesi günkü ziyaretimde, haçın yine kıbleye dönmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine zincirlerle bağlanmasını emrettim. Fakat, üçüncü günkü ziyaretimde haç, yine kıbleye yönelmişti; hayretler içinde kalıp bunu, çıkacağım seferde yenilgiye uğrayacağıma yormuştum. Bununla birlikte, arzu ve ihtiraslarımın etkisiyle, İslâm ülkelerine yürüdüm ve işte bütün bunlar başıma geldi.”

Malazgirt Muharebesi, Bizans’ın Anadolu’daki mevcudiyetini belirlemesi açısından büyük öneme sahip olduğu gibi; esas olarak da Türk ve İslâm Âlemi’nin geleceğini tayin etmesi noktasında hayatî bir ölüm-kalım mücadelesi hususiyetindeydi. Bu yüzden, Halîfe Kâim Biemrillah, İslâm Dünyası’nın bütününü ilgilendiren, “Kutsal Hareket” olarak nitelendirdiği bu mücadelede kazanan tarafın Sultan Alparslan ve Türk ordusu olması için duada bulunulması maksadıyla bir hutbe hazırlatıp Cuma Namazı’nda Müslüman ülkelerin hepsinde okunmasını istemişti.

Savaş başlıyorResim

İslâm Âlemi’nin bütün dikkatiyle kilitlendiği ve merakla neticesini gözlediği büyük savaş nihayet gelip çatmıştı. Alparslan, fakihi Buharalı Ebû Nasr Muhammed’in tavsiyesine icabetle, savaşın zamanını Cuma günü olarak tayin edecekti. Ebû Nasr Muhammed, ona şöyle demişti: “Ey Sultanım, sen, Allah’ın diğer dinlere üstün kıldığı İslâm dini için savaşıyorsun; bu sebeple İslâm ülkelerindeki câmilerde, bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, Yüce Allah’tan zaferi senin adına yazmasını beklerim.”

Bu arada, Selçuklu birlikleri durmaksızın tekbir sesleri, Kur’an tilâvetleri ve kös gümbürtüleriyle yeri göğü inletip Bizanslıların moralini çökertmeye çalışıyorlardı. Bizanslılar da, üstünde, çok kıymetli mücevherlerle süslü haçın bulunduğu, altından tahtında oturan imparatorun etrafında toplanmış İncil okuyorlardı.

Sadece Bizans ile Selçukluların değil; iki büyük âlemin ve medeniyetin kaçınılmaz çatışması için artık her türlü hazırlık yapılmıştı. “Zemzemle yıkanmış kefenini giyen” Alparslan ve ordusu, bu kutlu günde Bizans’ı devirmek için, muazzam bir iman, azim ve dinamizm ile bilenmiş bir vaziyette, vaktin kemâle ermesini bekliyorlardı. Sonunda 26 Ağustos Cuma günü, beyaz elbiselerine bürünüp “ölürsem kefenim olsun” diyen Alparslan’ın, sabahleyin bütün komutanlarının önünde, şu büyük duayı yapmasıyla ordu savaş düzenine geçecekti:

“Ey Allah’ım! Sana tevekkül ettim ve bu cihatta sana yaklaştım; şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerim, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni, beraberimdeki yardımcılarımı kahret! Eğer samimiliğimi kabul edersen, bu cihatta düşmanlarıma karşı bana yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl!”


Orduyla beraber Cuma Namazı’nı kılan Sultan, askerlere son kez, şu tarihî hitapta bulunup mâneviyatlarını takviye ettikten sonra taarruz emrini verecekti:

“Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana kadar biz azınlıkta, düşman çoğunlukta olarak böyle bekleyeceğiz? Galip gelirsek arzu ettiğimiz netice gerçekleşecektir; aksi takdirde şehit olarak cennete gideriz. Beni tâkip etmek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise serbesttir ve geri dönebilirler. Bugün burada, ne emreden bir sultan, ne de emir alan asker vardır. Bugün, ben de sizlerden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım...”

Nihayetinde Bizanslılar, Selçukluların meşhur Turan taktiğini tatbik etmesiyle ummadıkları bir hezimete mâruz kalmış ve kendileriyle birlikte temsil ettikleri Hıristiyan Batı Âlemi’nin tarihteki en ağır yenilgilerinden birini tatmışlardı. İlhanlı Tarihçi Reşidüddin, müthiş bozgunu şu sözlerle tasvir etmişti: “İslâm askeri bir ağızdan tekbir getirdiler, teyid-i ilahî ile sağlam yürekli olarak düşman üzerine atıldılar. Tâlihsizlik rüzgârı ile hüsran toprağını onların başına saçtılar. Kefere-i fecerenin pek çoğunu cehennemin dibine gönderdiler.” Başka bir İslâm kaynağında ise, yenilgi şöyle vasıflandırılmıştı: “Takdir, zulüm ağacını kökünden söktü. Hıristiyanların bayraklarını çevirdi.”

Tarihin dönüm noktalarından biri

Malazgirt Zaferi, yalnızca bizim değil; İslâm ve Batı tarihinin de akışını etkilemesi bakımından mühim bir dönüm noktası özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle insanlık tarihindeki, geniş bir coğrafyanın gidişatını belirleyen ender savaşlardan biridir. Erol Güngör’ün de dediği gibi; eğer Türk ve İslâm tarihinin son dokuz yüz yıllık kaderini çizen tek bir hâdise ve şahsiyet göstermek mümkün olsaydı; bu, hiç şüphesiz Malazgirt Zaferi ve Sultan Alparslan olurdu.

Dolayısıyla, Malazgirt Zaferi’nin yansımaları, geniş ölçekli bir toprak parçasında ve asırlara yayılacak şekilde günümüze değin uzanmıştır. Her şeyden önemlisi de, üzerinde yaşadığımız cennet vatan, bu zaferle bize yurt olmuş; Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılarak kısa sürede akıncılar Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar olan yerler fethedilmiştir. Anadolu’nun tapusu, yine bu zaferle alınmış; varlığımız bir daha silinmeyecek biçimde sağlam temellere dayandırılmıştır. Horasan Erenleri ve Gâzi Dervişlerin faaliyetleri neticesinde, Anadolu “İslâmlaştırılmış” “Müslümanların Hıristiyan Batıya uzanan ileri karakolu” mevkiine erişmiştir.

Diğer taraftan, Osmanlı Devleti’nin temellerinin atılması, İstanbul’un fethine zemin hazırlanması ve elbette ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da Malazgirt’in büyük rolü vardır. Bugün; bin yıldır yaşadığımız türlü tarihî serüvenlere/handikaplara rağmen, hâlâ bu vatanda hayat sürüyor isek; bunu her şeyden önce Malazgirt Zaferi’ne borçluyuz ve halihazırda onun mirasını kullanmaktayız. İbrahim Kafesoğlu, Malazgirt’in tarihimizdeki emsâlsiz yeri hakkında, son tahlilde şu isabetli tespitleri ortaya koymaktadır:

“Tarih boyunca kazanılan yüzlerce meydan muharebesinden, bugün elde ne kaldığı düşünülürse; Malazgirt’in değeri iyice anlaşılacaktır. Anadolu’yu vatan edinen Türk boyları, İslâmî akidelerle birlikte, eski bozkır yaşayış ve telakkilerinden büsbütün farklı tefekkürü, edebiyatı ve dünya görüşü ile bundan sonra, yerleşik medeniyet unsuru olarak cihan tarihinde çok verimli hamleler yapma imkânı kazanmıştır. Malazgirt, geniş tesir ve şümûlü ile tarihimizde yeni bir devrin başlangıç ve dönüm noktasıdır.”

Öte yandan, İslâm Âlemi’ne yönelik fecî bir tehlikeyi bertaraf etmesinden ötürü bu zafer; Müslümanlar üzerinde de derin yankı uyandırmış ve büyük bir sevinçle karşılanmıştı. Abbasi halifesi, Alparslan’ın gönderdiği fetihnâmeyi (zafer mektubu), devlet erkânı ve halk önünde coşkun bir törenle okutmuştu.

Şehir görülmemiş bir şekilde süslenip zafer takları kurulmuş ve devrin şairleri Alparslan’ı öven kasideler yazmışlardı. Halife, Sultan’a, değerli hediyelerle birlikte özel bir mektup yazarak, onu şu unvanlarla tebrik etmişti: “Allah’ın yardımına mazhar, galip ve muzaffer evlad, en büyük sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dînin parlak tâcı ve İslâm ülkelerinin sultanı...”

İslâm tarihçilerinin ekseriyeti bu zaferi, Hz. Ömer (ra) devrinde, Bizans’a karşı kazanılan ve İslâm hâkimiyetinin Asya ve Akdeniz’de kesin olarak yerleşmesini sağlayan, Kadisiye ve Yermuk zaferlerine benzetmişlerdir. Zafer, Batı Âlemi’nde ise, derin bir şok ve hayâl kırıklığı meydana getirmişti.

Bir müddet sonra, Anadolu ve Ön Asya’daki Türk-İslâm hâkimiyetine son vermek ve Bizans’ı kurtarmak için, asırlar boyunca sürecek olan “Haçlı Seferlerine” girişeceklerdi. Bu seferlerin zuhuru ve sonuçlarındaki tesirinden dolayı, Malazgirt Zaferi’nin, Avrupa Medeniyeti’nin teşekkülünde de büyük bir fonksiyonu olmuştur.

Kaynakça: İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İst.2004, Gelenek/Okul Yay., s.23-33; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, Ank.1988, s.13-38,55-64,74; Ali Sevim, Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ank.1989, s.27-30,63-80; Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, Çev: Yaşar Yücel-Bahaeddin Yediyıldız, Ank.1988, s.5-17; Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İst.1980, s.281-298,375-377,388-399; İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İst.1972, s.54-58; İbrahim Kafesoğlu, “Malazgirt Muharebesi Maddesi”, İslâm Ansiklopedisi, c.7, s.247; Faruk Sümer, Ali Sevim, İslâm Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, Ank.1988, s.7-11,62; Erol Güngör, Tarihte Türkler, İst.1989, s.82,234-236,249.

İSMAİL ÇOLAK - Gülistan dergisi
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Hükümdar
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 40
Kayıt: 16-10-2006 17:54
Konum: Bizemi Geleceksin?? :P

Mesaj gönderen Hükümdar »

gerçekten çok faydalı paylaşımlar Allah razı olsun...
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

İSTİKLÂL HARBİ’NİN KAHRAMAN DERVİŞLERİ

Milletimizin, İstiklâl Harbi’nin karanlık günlerinde maruz kaldığı zorlu bâdireleri aşıp, özgürlüğe tekrar kavuşmasında, üstlendiği eşsiz hizmetlerle büyük pay sahibi olanlardan biri de, maneviyat ocakları “Tekkeler”dir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında, Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve siyasî otoritenin zaafa uğradığı fetret dönemlerinde mütemadiyen ifâ ettiği misyonu, İstiklâl Harbi’nde de yerine getiren Tekkeler, millî bağımsızlığın kazanılmasında muazzam bir rol oynamıştır.

Özbekler Tekkesi ve Sarıklı Mücahitler

Millî Mücadele hareketinin cephe gerisinde edâ ettiği emsalsiz misyondan ötürü, bahsini ettiğimiz maneviyat ordusu, arıklı mücahitlerin destansı kahramanlıkları büyük bir tarihî öneme sahiptir. Bu dönemde Tekkeler, Anadolu Müslümanlarının sarsılan maneviyatını onarıp yeniden takviye etmek için iltica ettiği en mühim sığınaklardan biri olmuştur: Milletimizin, sönme kertesine dayanan ümidine fer, azim ve cehdine kamçı, ortak gaye etrafında kenetlenerek yek vücut halde yeniden şahlanmasında zarurî olan dinî heyecanı ateşleyici tesir icra etmiştir.

Bu yönüyle Tekkeler, varlığımızı perçinleyen en muhkem istinat direklerinden ve en hayatî emniyet sigortalarından birisini teşkil etmiştir. Dolayısıyla, Tekkelerin, Anadolu zaferinin kazanılmasındaki eşsiz katkısı görmezden gelinemez. Bu müesseselerin hizmetleri, İstiklâl Harbi’nin gerektiği ölçüde dikkat çekilmeyen farklı bir cihetini oluşturmaktadır. Bilhassa, işgal dönemi İstanbul’undaki, Özbek, Mevlevî ve Hâtuniye tekkelerinin faaliyetleri önemli bir mevkidedir.

Özbekler Tekkesi denince; bütün himmetini Kurtuluş Savaşı uğrunda sarf etmiş meçhûl mücahit Şeyh Atâ Efendi, olanca haşmet ve azametiyle arz-ı endam eder. O dönemde işgal kuvvetlerinin İstanbul’u sıkı baskı altına hesaba katılacak olursa, Üsküdar sırtlarındaki tekkesinde, Şeyh Atâ’nın ne ölçüde bir kahramanlık sergilediği daha iyi takdir edilecektir. Hâlide Edip Adıvar’ın da belirttiği gibi, hem de bütün şehirde, herhangi bir surette Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye hareketine yardım edenlerin ölüme mahkum edileceğinin İngilizce ve Türkçe olarak büyük klişelerle afişe edildiği (1) düşünüldüğünde, bu destansı ferâgat daha da iyi anlaşılacaktır.

O günlerde yaşayan Rıza Yalkın, böylesi çetin şartların hüküm fermâ olduğu bir zamanda Şeyh Atâ’nın edâ ettiği misyonu şu çarpıcı tespitleriyle ortaya koymuştur: “Temsil ettiği dinî ve manevî kıymetleri, vatanın selamet ve istiklâline vakfetmiş olan kendisi gibi ulemâ ile el ele vererek, en ateşli gençlerin gösteremediği cesareti izhar etmiş, kapı kapı dolaşmış, birçoklarının ağızlarının açılmadığı o günlerde, ruhlara ümit telkin etmiş, başında sarındığı yeşil destarı, üzerindeki siyah cüppesiyle bizlere istinat olmuştur.”(2)

Şeyh Atâ Efendi, Anadolu Hareketi’ni desteklemek için İstanbul’da kurulan Karakol Cemiyeti ve Mim Mim Grubu (M.M) gibi daha birçok gizli teşkilatla teşrik-i mesai ederek; özellikle de Ankara’ya silah sevkıyatı ve yüksek mevkideki önder kadronun kaçırılması işine büyük bir gizlilik içerisinde ön ayak olmuştur.(3) Bilhassa Karakol Cemiyeti ile giriştiği işbirliği hakkında, bir dönem milletvekilliği yapmış olan Hasene Ilgaz şu enteresan bilgileri vermektedir: “Karakol Cemiyeti, Tekkelerden çok faydalanmıştır. Merdiven köyündeki Bektaşî Tekkesi, Sultan Tepesi’ndeki Özbek Tekkesi bunlardan ikisidir. Bu tekkeler, Anadolu’ya giden ve gelenlere menzil vazifesi görürdü. Bu tekkelere merkezin parolasıyla giden herkes hüsnü kabul görür, icap eden mahalle gönderilirdi.”(4)

Fedakâr dervişlerin eşsiz hizmetleri

Anadolu’nun cephane ihtiyacı önemli ölçüde, tekkeler kanalıyla düşman karakollarından nakledilen silah ve her türlü askerî malzemeyle karşılanmıştır. Bu konuda, Millî Mücadele’ye iştirak eden komutanlardan Miralay Mehmet Arif Paşa’nın hatıratında geçen şu rakamlar ne denli muazzam bir başarıya imza atıldığının ispatıdır: “İngilizlerin kontrolleri altında bulunan ambar ve depolardan geceleyin aşırılmak suretiyle, muhtelif tarihlerde İstanbul’dan 56.000 mekanizma, 320 makinalı tüfek, 1500 tüfek, 1 batarya top, 2000 sandık cephane, 10.000 takım elbise, 100.000 gem, nal ve mıh, 15.000 matara, 1.000 tona yakın malzeme ve muhtelif askerî eşya Anadolu’ya geçirilmiştir.”(5)

Bundan dolayıdır ki, işgal kuvvetlerinin dikkatini celp etmeyen en emin yerler olarak, başta Özbek Tekkesi olmak üzere çoğu tekke adeta bir silah deposu haline getirilmişti. Şeyh Atâ Efendi, kendisine gönderilen silah ve cephaneleri tekkeye büyük bir sükûnetle ve Üsküdar meydanında bulunan Nakkâşi Karakolu’ndaki İtalyan Jandarmalarına görünmeden taşınmasını temin ediyordu.(6)

Aynı mevzuda, Mim Mim Grubu’nda çalışan Rıza Yalkın ise şu önemli bilgileri aktarmaktadır: “Gündüz çevresine ümit telkinleri yapan bu insanlar, gece silahlanırlar, Nakkaş Karakolu’ndan tekkeye kadar yolları tutarlar, silah ve cephaneler tekkeye taşınır oradan Karakol Cemiyeti’nin fedaileri eliyle Büyük Çamlıca’nın arkasından dolandırılarak Libadi’deki göz doktoru Esat Paşa’nın çiftliğine aktarılmak üzere, Kısıklı İmamı Nuri Hoca’nın Libadi’deki evinin yanındaki mezarlığın içinde saklanır, münasip zamanlarda tomruk taşıyan arabaların alt bölümüne yerleştirilerek Alem Dağı’nda gizli karargâh kuran millî kuvvetlere iletilirdi...”(7)

Uzun bir müddet, İngilizlerin akıllarına bile getiremedikleri bu ustaca yol ve yöntemle Anadolu’ya silah ve cephane sevkıyatı devam etmiştir. O devirde İngiliz işgal kuvvetlerinde istihbarat görevlisi olarak çalışan Mr. Harrison Armstrong bu gerçeği şu sözlerle itiraf etmiştir:

“İlk anda doğruluğuna aslâ ihtimâl vermediğimiz bir ihbar devam edince Üsküdar’da, çok tanınmış bir dinî müessese olan Özbekler Tekkesi’ne âni bir baskın yaptık. Buranın Şeyhi olan Atâ Efendi’yi tevkif ettik. Hayretle öğrendik ki, İstanbul’dan Ankara’ya karayolu ile insan ve malzeme kaçırmalar burada düzenlenmektedir ve yol devamınca başlıca gizlenme yerleri câmiler, mescidler, tekkeler ve benzeri dinî müesseselerdir. Bu Şeyh Atâ ile birçok defalar konuştum. Kendisinde vazifesini ifâ etmiş ve etmeye kararlı sakin, azimli, cesaret ve irade sahibi bir insan şahsiyeti vardı. Nitekim ifadelerinde bütün mesûliyeti şahsen üzerine aldı ve şunu da söyledi ki; bu yapılmış olanı kendisi olmasa dâhi yapacaklar birbirini takip edecektir.”(8 )

Şeyh Atâ Efendi’nin büyük hizmetleri, Armstrong’un sözlerinden de anlaşılacağı üzere sadece silah nakliyle sınırlı kalmamıştır. Millî Mücadele hareketine katılmak isteyen herkesi gizli yollardan Anadolu’ya gönderme işinde de çok önemli görevler üstlenmiştir. Hatta kaynakların belirttiğine göre, gündüzleri Üsküdar’ın çarşı ve kahvelerinde dolaşır, tespit edilmiş parola ile Anadolu’ya kaçacak kişileri bulup tekkesine toplardı. Sonra da bunları, 15-20’şer kişilik kafileler haline koyar, gerekli emniyet tedbirlerini aldıktan sonra, Çamlıca’nın eteklerinden işgal mıntıkası dışına çıkarırdı.(9)

Şeyh Atâ’nın asıl himmet ve hizmeti işte bu noktada kıymet ve ehemmiyet kazanmaktadır. Şeyhin tekkesi aracılığıyla hangi önemli şahsiyet Anadolu’ya geçmemiştir ki? Millî Mücadele’ye önderlik edecek olan Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Nurettin Paşa, Mehmed Âkif, Hâlide Edip ve kocası Dr. Adnan gibi daha nice kumandan ve şahsiyetler, Ankara’nın millî devletin merkezi olmasını sağlayan; fesh edilen Mebusan Meclisi’nin hemen hemen bütün mebusları, evvela Özbekler Tekkesinin gizli misafiri olmuşlar, daha sonra uygun vakitlerde gizlice Anadolu yolunu tutmuşlardır.(10) Görüldüğü üzere tekke, Kuvâ-yı Milliyeciler için emin bir toplanma ve sığınma merkezi haline gelmiştir.


İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmed Âkif’in, Anadolu’ya geçerken Şeyh Atâ Efendiye sarf ettiği şu sözler onun ne denli müstesna bir hizmet yerine getirdiğinin tescilidir: “Ne mutlu sana Şeyhim! Kurtuluş Savaşçılarına yaptığın bu büyük hizmetler inan ki, hiçbir zaman unutulmayacak ve milleti istiklâle kavuşturacak yıldızlar arasında, Şeyh Atâ adı da daima hürmetle anılacak. İmreniyorum bu mazhariyetine ve seni bekleyen şerefli istikbâline...” Şeyh Atâ ise: “Buradaki vazîfemin tamamlandığı an aranızdayım inşaallah!” sözleriyle mukâbelede bulunmuştur.(11)

Bunun yanı sıra tekke, Şeyhin kurduğu şebeke vasıtasıyla adeta bir posta merkezi gibi de çalışmıştır. İtilaf Devletleri temsilcilerinden edinilen çok önemli istihbarat bilgileri, tekke kanalıyla Anadolu’ya ulaştırılmıştır.(12) Tekke, hastane olarak da kullanılmış; düşman işgali altındaki cephane depolarını basarken yaralanan çetecilerin tedavisi için kahraman dervişler ve hamiyetli doktorlar tarafından gerekli ihtimam ve hizmet layıkıyla yerine getirilmiştir.(13)

Özbekler Tekkesi Şeyhi Atâ Efendi’nin, sırf Allah rızasını kazanmaya matufen yaptığı bu hizmetlerdeki ihlâs, hasbîlik ve mahviyetini Rıza Yalkın şu sözleriyle şahikalaştırmıştır: “Şeyh Atâ’nın, ancak kendisinin başarabileceği görevi, zafere kadar bitmedi. Zaferden sonra da tekkesinden çıkmadı. Çünkü O ve Onun gibiler himmetlerini sadece ve yalnızca vatanın kurtuluşu için yerine getirmişlerdi. Gayelerine erdikten sonra da yine başlarını şükran seccadesinden kaldırmadılar.”(14)

Hâtuniye Tekkesi ve Saadeddin Ceylan
Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırmak amacıyla, en hayatî hizmetleri her türlü tehlikeyi göze alarak îfa şerefine mazhar olan tekkelerden bir diğeri de Eyüp sırtlarındaki “Hâtuniye Tekkesi”dir. Burası, silah ve cephane depolarına gayet yakın bir mıntıkada bulunmasından ötürü, kaçakçılık işinde en aktif çalışan tekkelerden birisi olmuştur. Bu tekkenin dindar ve vatansever müntesipleri, ecnebî askerlerin kontrolündeki silah depolarını boşaltarak İnebolu’ya nakle muvaffak olmuşlardır.(15)

Şeyh Efendi’nin, zaferden sonra tekke hizmetlerinin yazılması ve anlatılmasına şiddetle muhalefet etmesine; hatta kendisi ve müritlerine istiklâl madalyası verilmesi yönündeki teklifleri; “Biz bu işi, madalya almak için yapmadık! Biz derviş adamlarız. Bize, din ve vatan yolunda vâcib olan, bir hizmetin karşılığı olarak madalya almak yakışmaz!”(16) sözleriyle geri çevirmesine rağmen, Tarihçi Kadir Mısıroğlu’nun ısrarlı girişimleri üzerine, o zamanki faaliyetlere bilfiil iştirak etmiş olan oğlu Nazmi Ceylan Efendi, tekkenin hizmetleri hakkında özetle şu kıymetli bilgileri vermiştir:

“Biz Eyüb Grubu’nda çalıştık. O zaman İstanbul’da bu silah kaçırma işini, idare etmek üzere Mim Mim Grubu adıyla gizli bir cemiyet vardı. Bizim tekke ile bu gizli teşkilat arasında irtibat sağlayan ve Eyüb’teki faaliyetin reisliğini yapan edebiyat muallimi Hafız Kemal Bey’di... Beyazıt’ta şimdi yıkılmış bulunan bir kahvehanede herhangi bir müşteri gibi oturur ve teşkilatı idare ederdi…

...Civar sırtlarındaki silah depolarından kaçırdığımız silah ve cephaneleri önce dergâhın bitişiğindeki küçük caminin minaresine doldurup saklardık. Aşağıda Haliç kenarında ise İplikhâne Askerî Kışlası vardı... Bu silahları, etrafı gözetleyerek tenhâ bir zamanda ve ekseriye geceleyin arka tepeye geçip Kaşgâri Tekkesi’nden aşağıya doğru indirirdik. O zaman orada İplikhâne Hastahanesi vardı. Pederim Saadeddin Ceylan Efendi, aynı zamanda oranın da imamıydı. O’nun bu vazifesi işimize çok yarıyordu. Esasen ben de Harbi Umûmî’de tabur imamı olarak vazife görmüştüm. Bu hastahaneden te’min ettiğimiz tabutlar içine silahlar yerleştirir, gûya birisinin cenazesini taşıyormuş gibi tekkenin bitişiğindeki camiye getirirdik.

...Bir defasında da Ramazan münasebetiyle, ramazan davulu çalıyormuş gibi bir mânâ vererek davulun içinde el bombalarını kaçırdım... Bu faaliyeti bir hayli devam ettirdikten sonra fiilen cephede çalışmak üzere, silah kaçıran motorlardan biriyle Anadolu’ya geçmeye teşebbüs ettik. Fakat yakalanarak Arabyanhan’a götürülüp hapsedildik... Fakat kurtulur kurtulmaz, eski vazifeme daha hırslı olarak yeniden başladım. Bu hizmeti sevk ve idare ettiği için merhum Saadeddin Ceylan Efendi’yi vazifesinden attılar... Epey müddet açıkta kaldığı için bir hayli sıkıntı çektik. Fakat hamdolsun hizmeti aksatmadan yürütebildik...”(18 )

Mevlevîler ve Abdülhalim Çelebi

Millî Mücadele hareketine gönülden destek verip her türlü yardımı seferber eden tekkelerden birisi de “Mevlevî Tekkesi” idi. Merkezi Konya’da bulunan Mevlevîler, daha I. Dünya Harbi’nde, başta İstanbul’un muhtelif semtlerindeki tekkelerin şeyh ve dervişleri olmak üzere, hemen hemen bütün tarikatların müntesiplerinden oluşan gönüllü bir “Mücâhidin-i Mevleviye Alayı” teşekkül ettirmişler ve Veled Çelebi (İzbudak) Hazretleri’nin komutasında cepheye iştirak etmişlerdi. Bu mânâ erleri, iş başa düşünce birer delikanlı azim ve kararlılığı içerisinde öne atılarak cepheye koşmak hasbiliğinden kaçınmamışlardı.(19)

Aynı çizgiyi, vatan topraklarının işgalini bertaraf etmek maksadıyla ortaya koydukları himmet ve mücadele ile Kurtuluş Savaşı’nda da devam ettirmişlerdir. Mevlevî postnişini Abdülhalim Çelebi Efendi, Konya’nın ilk müdâfaa-i hukuk cemiyetinin kuruluşuna önderlik etmiş ve başkan yardımcılığını yapmıştır. Aynı zamanda, Birinci Büyük Meclisi’nin de ilk iki başkan vekillerinden birisi olmuştur.(20) Abdülhalim Çelebi Efendi, 1920 yılında yayınlanan bir yazısında Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye Hareketi’ne karşı desteğini şu ifadelerle göstermiştir: “...Cümlesinin temel fikirleri vatan hissi ile doludur. Buna imanım kadar kanaat hâsıl ettim...”(21)

Konya Müdâfâ-i Hukuk ve Mûavenet-i Milliye Riyâset-i Val’âsı’na gönderdiği ve millî kuvvetleri ayakta tutacak her türlü yardımı vaat eden mektubunun bir bölümü ise şöyledir: “Efendim, Çelebiyân-ı kirâmın da muavenet-i milliyede bulunması tabiî ve samimi arzularından olup kısm-ı ekserisinden istifâ edilmiş olan mebâlig hemen birkaç güne kadar istikmal ve tarafından îtâ ve ihdâ edilecek miktarla berâber derdest-i irsal bulunduğumun beyânıyla te’yid-i müvâlat olunur efendim. 25 Mayıs 1336.”(22)

Kurtuluş Savaşı’nın muvaffakiyetle neticelenmesinde tekkelerin rolü bahsini, Teşkilât-ı Mahsusa mensubu ve aynı zamanda o dönemde Millî Müdâfaa Grubu Reisliği de yapmış olan Albay Hüsamettin Ertürk’ün hatıralarından, gayet çarpıcı bir iktibasla sona erdirelim: “Mütâreke yıllarının isimsiz kahramanları içinde başı sarıklı din adamlarını, imam ve müezzinleri, kürsü vâizlerini, tekke mensuplarını, medrese hocalarını da ithal etmek mecburiyetindeyiz. Bunlar dinî mefkûreler sevkiyle Millî Mücadele’nin muvaffakiyetine can-ı gönülden çalışmışlar kavlen ve fiilen bu uğurda ellerinden geleni yapmışlardır...”(23)

Dipnotlar:
1) Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1987, s.61.
2) Cemal Kutay, İstiklal Savaşı’nın Maneviyat Ordusu, İstanbul, 1977, s.49.
3) Bkz. Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara, 1988, s.3-50; Muharrem Giray, İstanbul’un İşgalinde Gizli Bir Teşkilat (Karakol Cemiyeti), Yakın Tarihimiz, c.1, s.345-346; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1980,s.212.
4) Hasene Ilgaz, Milli Mücadelede Varlığı Gizli Kalan Bir Cemiyet:KARA-KOL Cemiyeti, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 1 Ocak 1981, s: 193, s.11 vd.
5) Mehmed Arif, Anadolu İnkılabı, İstanbul, 1987, s.70-71.
6) Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücahidler, İstanbul, 1992, s.256.
7) Kutay, age, s.49.
8 ) Age, s.41-42.
9) Mısıroğlu, age, s.255-256.
10) Kutay, age, s.50; Mısıroğlu, age,s.256-264; Paul Dumont, Mustafa Kemal, Çev: Z. Çelikkol, Ankara, 1994, s.49.
11) Rıza Yalkın, Tarih Hazinesi, c.5, İstanbul, 1951, s.218; Mısıroğlu, age, s.259; Kutay, age, s.50.
12) Mısıroğlu, age, s.256.
13) Kutay, age, s.50; Mısıroğlu,age,s.256.
14) Kutay, age, s.50.
15) Mısıroğlu, age, s.266.
16) Age, s.267-268.
17) Age, s.268-273.
18 ) Age, s.25-28; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul, 1953.
19) Kutay, age, s.112.
20) Mustafa Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.214.
21) Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Ankara, 1973, s.76.
22) Kemal Koçer, Kurtuluş Savaşımızda İstanbul, İstanbul, 1946; nak. Mısıroğlu, age, s.193.

İSMAİL ÇOLAK
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Abd Tarİhİne Damgasini Vuran MÜslÜmanlar

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

ABD TARİHİNE DAMGASINI VURAN MÜSLÜMANLAR

Sahabe ve Tabiinden İlk MuhacirlerResim

Dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi eski profesörlerinden, ABD Bilim Sanat Akademisi üyesi Barry Fell'in (1917-1994), 1980’de yayımladığı “Saga Amerika” (Efsane Amerika) isimli çalışmasındaki bilgiler gösteriyor ki, Müslümanlar, daha Hz. Ali ve Hz. Osman döneminde Amerika'ya ulaşmıştır.

Prof. Fell, Prof. Heizer ve Prof. Baumhoff'un yaptıkları arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular sonucunda, ABD'nin Nevada, Colorado, New Mexico ve Indiana eyaletlerinde, 7. ve 8. yüzyıllarda açılmış Müslüman okulları olduğu; burada İslâm’ın ve bilimin, özellikle denizciliğin okutulduğu bir okulun varlığı ortaya çıkmıştır.

Batı Amerika'nın el değmemiş bölgelerinde kayalar üzerinde bulunan yazılar, çizimler ve tablolar, Müslümanların o zamanlar ilk ve orta düzeyde bir eğitim sistemini uyguladıklarının kalıntıları durumundadır. Dolayısıyla bütün bunlar, zikri geçen eyaletlerde, 7. ve 8. yüzyıllarda Müslüman Arapların yaşadığını kesin olarak ispatlamaktadır.

ABD'deki İslâm/Müslüman izleri ile ilgili diğer bir çarpıcı bilgi, 1787'de Massachussets eyaletine bağlı Boston'daki yol çalışmaları sırasında, üzerinde "La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah" yazan, 9. ve 10. yüzyıllara ait Semerkand dirhemlerinin bulunmasıdır.

Nevada'daki kazılarda ise, kayalar üzerinde kûfî harflerle yazılmış "Allah'ın adıyla" ve "Muhammed Nabiyallah" ibarelerine rastlanmıştır. Konu hakkında ABD’de çalışmalar yapan Araştırmacı Salih Yücel, Amerika ve Afrika'da değişik dönemlerde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ele geçen ve Peygamberimizin adının yazılı olduğu yazılar arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir. Gün yüzüne çıkarılan bu kalıntılar şu anda Kaliforniya Üniversitesi'nde muhafaza edilmektedir.

Öte yandan, Kristof Kolomb'a, ikinci yolculuğu sırasında Espanola'daki (Haiti) yerliler, kendisinden önce adaya gelen siyah insanlardan bahsetmişlerdir. İddialarına delil olarak da, Afrikalı Müslümanların bıraktığı mızrakları göstermişlerdir. Dahası Kolomb, Küba'nın kuzeydoğu kıyısındaki Cibara civarında yelken açarken, güzel bir dağın üzerinde bir câmi gördüğünü, 21 Ekim 1492 tarihinde kayıtlarına geçirmiştir.

Hakikaten de daha sonraları yapılan araştırmalar neticesinde Küba, Meksika, Teksas ve Nevada'da, minarelerinde Kur’an ayetleri bulunan cami kalıntılarına rastlanmıştır. Konu hakkında Araştırmacı Salih Yücel şu çarpıcı bilgileri aktarmaktadır: "Amerika'da 484, Kanada'da 81 tane olmak üzere 565 köy, kasaba, şehir, dağ, göl, nehir gibi yerlerin isimleri, İslâmî ve Arapça köklerden geliyor.
Bu yerler orijinal olarak Kolomb'un Amerika'ya gelmesinden önce yerliler tarafından isimlendirilmiş. Arkeolojik kazılar, dilbilimcilerin bölgede dil ve yer isimleri üzerine yaptığı incelemeler, antikacıların 8. ve 9. yüzyıla ait buldukları paralar, ev eşyaları ve diğer eşyalar, Müslümanların 7. yüzyılın ortalarından itibaren Amerika kıtasına geldiğini, yerleşim birimleri, câmiler, okullar kurduğunu ve Kızılderililer üzerinde büyük etki bıraktığını gösteriyor."

Müslüman Bilgin ve Kâşifler

Amerika’ya giden ilk denizcilerden biri de, Kurtuba halkından “Haşhaş” isimli bir gencin oluşturduğu gruptur. İslâm Tarihçisi Mesudî (871-957), 956 yılında kaleme aldığı "Murucuz Zeheb" isimli (Afrika ve Asya'daki Müslüman tüccarlardan topladığı bilgilerle yazmıştır) eserinde bunu hikâye etmiştir.

Sonraki tarihlerde başka bir Berberî sultanı da, 3000 kayıkla Amerika’ya gitmiştir. Bundan sonra Berberîler, Batı Afrika kıyılarından hareketle sık sık Amerika’ya ulaşacaklar ve orada yerleşik bir bölge oluşturacaklardır. Kolomb hâtıralarında bunu, Küba’da Berberî kabileler gördüğünü ve Arapça konuştuklarını söyleyerek tasdik etmektedir.
Amerika kıtasından 1000 yıllarında, ilmen ilk defa bahseden ise, Müslüman ilim adamı Birunî’dir. Müslüman âlim ve kâşifler Kolomb’dan asırlar önce yeni kıtanın varlığından haberdar olmuşlardı. Zâten Kolomb da, başta İbni Rüşd olmak üzere bir çok Müslüman denizci, coğrafyacı ve bilginin eserleri ve tecrübelerinden istifade etmişti. Bunu Kolomb, 1498’de Haiti’den yazdığı mektupta, “Avenruyz-İbni Rüşd” adlı yazarın, yeni dünyanın mevcudiyeti hakkında kendisini bilgilendirdiğini belirterek doğrulamıştı.

Çinli Kâşif: Muhammed Hüseyin

Kolomb’tan tam 71 yıl önce (1421) Çinli Deniz Kuvvetleri Komutanı Zeng Ho tarafından nihaî olarak keşfedilmiş; haritaları çıkarılmış; yerleşim yerleri oluşturulmuş ve Asya ile Amerika arasında hayvan ve bitki değiş-tokuşu yapılmıştır.

Zeng Ho aslen Müslüman’dı; görevi boyunca Müslüman kalmıştı ve asıl adı da Mo Ho, yani “Muhammed Hüseyin” (Bir rivayete göre de, Ma Sanbou, yani Abdül Sabbur) idi. Hacca gitmiş, görevi bıraktıktan sonra Çin’de cami yaptırmış ve Müslümanlara sürekli yardım etmiş dindar bir Mümin’di.

1421’de başlayıp 1424’te sona eren, 200 parçalık filo ve 28 bin askerin katıldığı bu büyük seferde Zeng Ho, İmparator Zu Di’nin, “Çin’i dünyanın süper gücü haline getirme hedefi” doğrultusunda Orta Amerika’ya ulaşıp, sonradan adı “New York” olan limana uğramış ve donanmasının bir parçası da Güney Amerika’ya kadar seyretmişti. Bu tarihî kıymeti olan fevkalade çarpıcı bilgiler şu Çince kaynakta zikredilmektedir: Gavin Menzies, “1421: The Year China Discovered the World” (1421: Çin’in Dünyayı Keşfettiği Yıl).

Bağımsızlıkta Osmanlı’nın Rolü

18. Yüzyılda Müslüman korsanların “semiz ördek” diye dalga geçtikleri ve Osmanlı arşiv kayıtlarında adı “Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti” olarak geçen Amerika’nın kurulması ve bağımsızlığını ilan etmesinde Osmanlı’nın hatırı sayılır bir payı olmuştu. İngiltere’ye karşı özgürlük mücadelesine girişen Amerika’ya, 1770’li yıllarda Osmanlı, gemilerle yardım göndermişti. Dönemin ABD başkanı Andrew Jackson’ın, Sultan II. Mahmud’a gönderdiği mektuplar, Amerika gibi himmete muhtaç ufak bir devletin, Osmanlı gibi bir cihan devletine duyduğu hayranlık ve minneti ifade etmesi bakımından son derece ilginç ve çarpıcıdır.

Sultan Abdülmecid devrine denk gelen 1860’daki Amerikan iç savaşında da Osmanlı, yaptığı katkıyla aktif bir rol oynamıştı. Savaşın en kritik bir hengâmesinde Kuzey (Amerika) Hükümeti, Osmanlı’dan askerî yardım talebinde bulunmuş ve Pâdişah Abdülmecid, bu talebe, 1860 yılında 120 deve yükü askerî malzeme ile 100 has asker göndererek karşılık vermiştir.
Hattâ, Osmanlı askerleri, sahip oldukları bilgi, beceri ve tecrübeyle, Kuzeylilerin savaşı kazanmalarında ciddi bir misyon üstlenmişlerdi. Bunlardan kâfilede deve bakıcısı olan üç Türk, Amerika’da kalmışlar ve ticarî hayattaki girişimleriyle büyük başarılara imza atmışlardır. Birisi, Amerika’da deve ile ilk posta teşkilatını kurmuş, diğeri Camel ‘Deve’ marka sigaranın temellerini atmış; paketlerin üzerine ‘Turkish’ ibâresini dâhi koymuştur. Üçüncü deve bakıcısı olan, Amerika’dan Meksika’ya geçerek siyasî arenada büyük bir aktivite göstermiştir. O kadar ki, torununun Meksika Cumhurbaşkanı olduğu söylenmektedir.

ResimMüslüman Zouave Alayları

Amerikan iç savaşını Kuzeylilerin kazanmasında olağanüstü rol oynayanlardan biri de; çoğunluğunu Amerika’ya göç etmiş Osmanlı’nın eski tebaası Müslüman milletlerin oluşturduğu “Zouave Alayları” idi. Albay Elmer Ellsworth komutasındaki Zouave Alaylarının en belirdin özelliği “Osmanlılar gibi giyinmeleriydi”. Beyaz sarık, kırmızı kuşak ve lacivert ceket kullanan birliklerin, Güneylileri savaş meydanlarından “hallaç pamuğu gibi savurduğu” ve disiplinleri, cesaretleri ve güzel ahlâkları ile diğer askerlere emsâl teşkil ettiği kaynaklarda zikredilmektedir.

Kaynak: Bu ve tarihin esrarını koruyan diğer sırlı konuları hakkında ayrıntı için bakınız: İsmail Çolak, Tarihin Gizem Dolu Sırları, İstanbul, 2006, Akis Kitap.

İSMAİL ÇOLAK-Gülistan Dergisi
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir