"KÜÇÜK İSMAİL"İN VERDİĞİ DERS
93 yılının yazı idi. Memleketteydim. Bağda ırgat vardı. Her zaman olduğu gibi, bağevinin önündeki dut ağacının gölgesinde kurulan sofrada öğle yemeğini yemeye hazırlanıyorduk.
Radyoyu açtım.
Biraz sonra, sunucu;
"….. Sayın dinleyiciler, şimdi HABERLERİ veriyoruz ….,
Dün gece ………. Karakolunu basan teröristler ….. askerimizi şehit ettiler. Sözkonusu olayda …… askerimiz de yaralandı……"
Sofraya birden hüzün çökmüş, lokmalar boğazımızda düğümlenmişti.
Haberlerin ardından, sunucunun;
"….. sayın dinleyiciler, şimdi YURTTAN SESLER KOROSU' ndan türküler dinleyeceksiniz."
demesi, hepimizi yeise sevketmiş; dedemi ise –adeta- çıldırtmıştı.
O tarihte doksan yaşına merdiven dayamış olan Dedem, bu saygısızlığa tahammül edemeyerek;
"oğlum kapat şu aleti, artık şehidin ağlayanı da kalmamış yahu…"
diye gürledi. Radyoyu kapattım.
Sofrada "Küçük İsmail" nâmıyla anılan bir ırgat da vardı. Kısa boylu, zayıf, kavruk bir adamdı. Takriben altmışlı yaşlarındaydı. Pek konuşmayı sevmez, daha çok dinlemeyi tercih ederdi.
Bu defa konuşmaya karar vermişti, anlaşılan. Şöyle bir yutkunduktan sonra, Dedeme dönerek;
"Hacı buba, sen Lokman Hekimin hikâyesini bilimiyon?" dedi.
Dedem sesini çıkarmadı. Buna rağmen, İsmail Ağa, tane tane anlatmaya başladı;
"Hacı buba, bana bak. Lokman Hekim kocalmış. Ölüm döşeğinde yatıyor… Bana evlâtlarımı çağırın, demiş. Dokuz dene oğlancığı var imiş. Çağırmışlar. Oğlanlar gelmiş, döşeğin etrafına dizilmişler.
O mübarek zat, şöööyle bir doğrulduktan sonra, evlâtlarının eline ( yerden aldığı bir çöpü göstererek ) aha şöyle kalem büyüklüğünde birer çöp virmiş ve "kırın bunları" dimiş. Oğlanlar "eyvah, bubamız bunadı galiba" dimişler amma ses çıkaramamışlar, çöpleri "çat" diye kırmışlar.
Babaları, oğlancıklarına, bu sefer ikişer dene çöp virmiş. Oğlanlar bunları da kırmış.
Lokman Hekim, sonra; üçer, dörder, beşer dene çöp virmiş. Oğlanlar, bunları da kırmışlar amma, her defasında daha çok zorlanmaya başlamışlar. Altı, yedi, sekiz dirken, iyice zorlanmışlar. Dokuzar, onar… Oğlanlar artık çöpleri kıramaz olmuş…
Oğlanların çöpleri kıramadığını gören Lokman Hekim Hazretleri, oğlancıklarına; bakın yavrularım, ben ölüyon gayri… Ben öldükten sonra, eğer birbirinizden ayrılırsanız, işte şu yerdeki çöpler gibi, teker teker kırılırsınız. Yok, eğer birbirinize sıkı sıkıya bağlanırsanız, işte şu elinizdeki çöpler gibi sapasağlam kalırsınız. Kimsenin size gücü yetmez, dimiş. Oğlanlar, bubalarının maksadını ancak o zaman anlamışlar.
Diyecen o ki Hacı buba, bu kıçıgıruk eşkıyanın eline silah tutuşturup yavrularımızı kırduranlar, Lokman Hekimin çöpleri gibi, milleti bölük pörçük etmek isteyolar."
"Küçük İsmail" az konuşurdu ama, bu sefer hızını alamamışa benziyordu, devam etti…
"Hem sana bir şey diyiveriyin mi? ( Altında oturduğumuz dut ağacını göstererek ) Bak şu ağaca, bu gövde millet, bu gövdenin adı TÜRK; şu dallar da milletin kolları, onların adı da şu, bu. Gâvur; Büyük Harpte, İstiklâl Harbinde emeline ulaşamadı ya, efendime söyleyivereyim, şimdi, eşkıyanın eline silâh tutuşturarak, milletin kolunu kanadını kırdırıyo… Biz birbirimizi kıracağuz, gâvur da elini kolunu sallayarak, tek kurşun sıkmadan memleketin sahabısı olacak… Bak sen şu gâvurun plânına…
Amma, esas önemli olan ne bilimiyon hacı buba? Kök, kök. Bizim kökümüz; dilimiz, dinimiz, töremiz… Kökümüze zahap olmalı.
Ben şimdi gençlerin ne konuştuğunu pek anlamıyon. Sen anlıyon mu? Dilini bilmeyen anasını atasını da bilmez… Atasını bilmeyen sapıtu…
Hem din-i mübin-i İslâm'a da artık eski muhabbet yok. Var gibi gösteren de, gösteriş için yapayo çok zaman, içinden gelerek değil… Bu eyi değil hacı buba… Dîni olmayan adam, insanlıktan çıkar. Haram helâl bilmez. İki ayaklı hayvan olur.
Hacı buba, ne diyon biloyun mu? Dal kesilirse, yeniden çıkar, hem gövde de daha bir güçlenir. Amma velâkîn, kök kesilirse, Allah(C.C) muhafaza, ağaç kurur. Köke zahap çıkmalı, köke…"
Şehirli akranlarının yerlerinden kalkmaya erindikleri bir çağda bağ-bahçe işleri yaparak çoluğunun çocuğunun nafakasını çıkarmaya çalışan, üstelik hâlinden hiç şikâyet etmeyen, aksine "sağlık" ve "rızık" verdiği için sürekli Rabbine şükreden "ümmî" "Küçük İsmail", birden gözümde büyüyüvermişti.
Nice okumuşların sahip olamadığı bir ferasetle, ciltlerle kitapta anlatılabilecek hakîkatleri, hikmetli birkaç söz ile özetleyivermişti.
Dün akşam, evde gazeteleri karıştırırken, yıllar önce "Küçük İsmail"in söyledikleri geldi aklıma…
Ve, okuma yazması dahi olmayan bu mütevazı ve mütevekkil insanın sergilediği ferasetin, Oktay SİNANOĞLU Hoca'nın tespitleri ile ne kadar örtüştüğünü düşündüm.
Hoca, kendisi ile yapılan mülâkatlardan oluşan "TÜRK AYŞTAYNI" isimli kitapta, konu ile ilgili olarak –meâlen- şöyle diyordu;
"Bizim eğitim sistemimiz, insanlarımızı mankurtlaştırma esası üzerine kurulmuştur. Bu yüzden, hiç okumamış olan vatandaşlarımızın zihni daha açıktır, berraktır. Yalın düşünebilirler. İnsanlarımızın eğitim seviyesi yükseldikçe, muhakeme yetenekleri de dumura uğruyor. Ülkemizde, düşünme yeteneği en kısıtlı insanlar, umûmiyetle eğitim seviyesi en yüksek olanlardır, bilhassa da üniversite mensupları. Hâlbukî, mahiyeti icabı, üniversite, aydınlanmanın beşiği olmak durumundadır. Ne yazık ki, üniversite bilinçli olarak bu hâle getiriliyor. Türkleri toptan köleleştirmek için, zihinler köreltiliyor, Türkiye'nin geleceğini plânlaması ve inşâ etmesi gereken insanlar mankurtlaştırılıyor ve kendi milletini yok etmek için kullanılıyor…"
Maalesef, ne kadar da haklı…
Kendisini "aydın" diye takdim etmeye çalışan mankurtlar sürüsü, adeta hainlikte birbirleriyle yarışıyor…
Bunlardan tiksiniyorum…
02.05.2006
Alpertunga YILMAZ