ABRISKİL
Abhazya’da çok eskiden, güzelliği ve aklı ile dillere destan bir kız yaşardı. Bu güzel kız soylu bir ailenin, görkemli bir evinde dünyaya gelmişti.
Kız büyüyüp, gelinlik cağa gelince,’’Ben evlenmeyeceğim!’’diye and içti. Ailesi, kızın bu kararını saygıyla karşıladı. Hatta bu duruma çok sevindiler. Biricik kızlarının evlenerek gideceğine, yanlarında isteyerek kalmasını yeğlediler,’’Umarız bu kız fikrinden caymaz.’’dediler.
Zaman çabucak geçti. Günlerden bir gün, kızın bebek beklemekte olduğu anlaşıldı. Ailesi, kızlarına çok güveniyordu. En ufak şüphe duymadılar. Hiç bir tepki göstermediler. Bu durumu ilahi bir durum kabul edip, bebeğin doğmasını beklemeye başladılar. Derken, kız bir erkek çocuk doğurdu. Bu doğum alışıla gelmiş doğumlar gibi değildi. Her şey olağan dışıydı. Bebeğin büyümesi de öyle. Bebek bir yaşındayken yedi yaşında, yedi yaşındayken on yedi yaşında gibiydi. Çok iri yarı, güçlü, kuvvetli, bir o kadarda akıllı ve yetenekliydi.
Kısa zamanda, korku nedir bilmeyen, ayağı tetik, gözü pek, yürekli bir yiğit oldu. Kimsenin ardında kalmak ne kelime, benim diyen yiğitlerin önüne geçti.
Gup köyünde doğup, büyüyen bu delikanlıya ABRISKİL adını taktılar. Herkes onu bu adla çağırdı.
O zamanlar, Abhazya’da sık sık baskınlar ve soygunlar olurdu. Yaban ellerden gelip, Abhazya’ya saldıran bu soyguncular, insanları öldürür, sürüleri de yağmalardı. Abrıskil büyüyüp, yiğit bir delikanlı olunca, bu soyguncular artık ne dağ, ne de deniz aşabildiler. Bazen yüreklenip, saldırmaya kalkışınca, karşılarında Abrıskil’i gördüler. Korkudan titreyip, kılıçlarını çekemeden, kendileri çekip gittiler. Sonunda kılıçları kınında paslanıp kaldı.
Abrıskil kendini halkına ve yurduna adamış biriydi. Kısa zamanda, büyük, küçük, kadın, erkek tüm halkın yüreğinde taht kurdu. Düşmanları, Abrıskil’in adını duyar duymaz kaya deliklerine, kuytu köşelere saklanır, kıyıdan köşeden onu dinleyip, gizli gizli izlerlerdi. Tek dertleri kendilerine rahat huzur vermeyen bu yiğitten kurtulmaktı. Ama ne mümkün, halk Abrıskil’i öylesine sevmiş ve benimsemişti ki, ona bir adım daha yakın olabilmek, onun himayesine girebilmek ve onu korumak için adeta yarışıyorlardı. Bu yüzden, Abhazya, Abrıskil zamanında barış ve güvenlik, bolluk ve bereket içindeydi. Her gün biraz daha yeşerip, güzelleşiyordu. Halk neşe ve mutluluk içinde, huzurlu bir yaşam sürüyordu. Kısaca, herşey güllük gülistanlıktı.
Dediklerine göre; Abrıskil yürümez uçardı. Onu hiç yaya gören olmamıştı. Uçan atı’’Raş’’ve asası’’Laşaba’’, Abrıskil’in ulaşım araçlarıydı.’’Laşaba’’ daima atının yelesinde dururdu. Abrıskil’in ünü, kısa zamanda Anhazya sınırlarını aşıp, başka diyarlara ulaştı. Adı dilden dile dolaştı. Sevenleri kıvanç duyup övündü. Sevmeyenler’’Acaba ne yapsak!’’ diye dövündü. Abrıskil, kötü insanlar kadar, zararlı otlara da düşmandı, rastladığı yerde köklerini kuruturdu.’’Eğerelti otu, toprağa zarar verir, ürüne dolanıp onu boğar, verimi azaltır. Çabuk ürer, çoğalıp kuruduğunda, yangın çıkarır’’diye deniz kıyısına kadar olanları kökünden sökerdi. Her yeri tertemiz bir hale getirirdi.
Çiftçileri pek severdi. Ekip biçene yardım ederdi. Ancak, üreticiye zarar veren birini görürse, yakaladığı gibi, kafasını dazlak ederdi.Bütün bunlardan dolayı, Abrıskil, Ançüa ile boy ölçüşmeye kalktı. Onu, kendisinden üstün bir güç deil de, kendisi gibi görmeye, akranıymış gibi davranmaya başladı. Hatta bazen’’Ben de senin kadar güçlüyüm!’’diye ona meydan bile okudu.
Şimşek çaktığı zaman, ortaya çıkıp,’’Ne var? Ne korkuyorsunuz? Bende şimşek çaktırabilirim!’’diyerek uçan atı Raş’a biniyor, kılıcını çekip, sağa sola savurdukça, çıkan kıvılcımları görenler, sahiden şimşek çaktı sanıyordu. Gök gürlerken de aynısını yapıyordu.
Sığır derilerini yüzüp, çukurlaştırıyor, bunları iyice kuruttuktan sonra, içini taşla doldurup, atının arkasına bağırıyordu. Sürüklediği taşların gürültüsü, yeri göğü inletiyordu. Bu acayip gürültüyü duyanlar, gerçekten gök gürledi sanıyordu. Atıyla uçup giderken, yüzüne gözüne çarpan, gereksiz sarmaşıklara çok kızıyordu. Onları kılıcıyla budamadan geçmiyordu.’’Şimdi, bu dallar yüzüme değmesin, diye başımı eğsem, yukarıdaki Ançüa, kendisine eğiliyorum sanacak. Ayrıca bu sarmaşıklar, oradan geçen, diğer atlılara da engel olacak, boyunlarına dolanıp, onları boğacak.’’diyerek yolda gördüğü, bütün gereksiz sarmaşıkları kesip, buduyordu.
Abrıskil zamanında Abhazya öylesine bolluk ve bereket içindeydi ki, inekler ve mandalar günde üç kez keçiler ise beş kez sağılırdı. Eğrelti otu ve sarmaşıklrın kökünü kuruttuğu için, her yer yemyeşil, gür otlarla kaplıydı.
Yalnız,kızıl saçlı, kırmızı suratlı, ya da mavi gözlü birine hiç tahammül edemezdi.’’Bunlar kem gözlü, yaramazz adamlar. Bunların olduğu yerde bereket olmaz!’’derdi. Hele, Eşba ve Küçüba sülalelerinden birini görmesin, onlara göz açtırmazdı. Uğursuz sayar, gördüğü yerden hemen kovardı.
Abrıskik gücünü ve aklını birleştirerek, amansız bir dev’i yenmişti. Anlatıldığına göre; bir gün Abrıskil gezintiye çıktı. Birde baktı ki, yüksek bir tepenin üstünde, heyula gibi bir dev oturmakta. Oturduğu yerden kocaman elini denize daldırıp, yığınla balık yakalamakta, bunları güneşe tutup, kızartarak yemektedir.
Abrıskil bu duruma çok sinirlenir, gidip devin yanına yaklaşır;
”‑Hey! Koca dev! Ne yapıyorsun orda öyle?”diye seslenir. Dev de;
“Ne mi yapıyorum! Görmüyormusun? Yemek yiyorum”der ve homurdanır.
“‑Tıkınmaktan başka marifetin yokmudur senin?”der Abrıskil de.
“‑Marifet ha! Bak! Şu gördüğün engin deniz vary, uzunlamasına paat!...diye bir atlarsam, ne marifetim olduğunu görürsün! Koca deniz taşar, senin o çok sevdiğin Abhazya’da sular altında kalır. Ev, bark, insan, hayvan ne varsa sel sularına kapılıp, denize akar. Felaket haberini ulaştıracak bir saçhüayü*bile bulamazsın. İnanmıyorsan gör bak!”diye, denize atlamak üzere doğrulduğu sırada, Abrıskil yayını gerip, okunu dev’in tam can damarına saplar. Koca dev, yeri göğü inleten bir gürültü ile yere yıkılır.
Devin başı ile ayakları arasındaki mesafe öylesine uzundur ki, dev’in başından bakıldığında ayaklarını görmek mümkün değildir.
Hatta, Abrıskil yoldan geçenlere;
‑“Gidin, bakın! Okun saplandığı yeri görebilecekmisiniz!”der, Dev’i görmeye gidenler, ayaklarından başlayıp kan lekelerini izleyerek yürürken,devin dizlerine geldiklerinde, ancak yüzyirmi varga*gidebildiklerini anlarlar.
‑“Vay canına!Bu devin ayakları bu kadar büyükse, diye kendi ne kadardır acaba? Sen bil!”diye, birbirlerine anlatırlardı.
Abrıskil, sadece ayağına tetik değil, bileğine de çok güçlüydü. Kocaman taşları taşımak, onları yuvarlamak en sevdiği işlerdi. Onun kaldırdığı, yada yuvarladığı taşlar yüz putdan*aşağı değildi.
Yine bir gün,Abrıskil koca bir taşın vadiye düştüğünü gördü. Yüz putdan daha ağır olan bu taş yüzünden, birkaç güçlü adamla iddiaya girdi.
‑“Bu taşı düşürmeden tepeye çıkaracak bir yiğit var mı içinizde?” dedi.
Nerde; adamlar taşı kıpırdatamadılar bile. Bunun üzerine Abrıskil, taşı kaptığı gibi tepeye yöneldi. Ama taş elinden kayıp aşagı yuvarlanmaya başladı. Tepesi atan Abrıskil, öfkeyle kılıcını çekip, taşı ikiye böldü. Bu taş hala Çılow köyünün Androy mahallesindeki, Gir tepesinin üstündedir. Bu tepeye de “Kesik Taş
Tepesi”adı verilmiştir. Taşın diğer yarısı aynı yerde baş aşağı yatmaktadır…
[2]
Abrıskil’in bu meydan okuyan tavırları, Ançüa’yı iyiden iyiye kızdırdı. Önceleri Ançüa, Abrıskil’i tatlılıkla yola getirmeyi denedi, ama boşuna. O, Ançüa’nın adını anmak şöyle dursun, gittikçe onunla iyice zıtlaşmaya başladı.
Bu tutum, bizi yaratan Ançüa’yı çok kızdırdı. Yeryüzündeki elçilerini toplayıp tehlikeli ve zor bir görev verdi.
“Gidin, o Abrıskil denen, tanrı tanımazı, hakan bilmez, burnu havada, başına buyruk yaşayan densizi yakalayın. Sonra onu götürüp, bir zindana kapatın. Tanrı tanıyıp, itaatkar oluncaya dek işkence edin!”dedi.
Elçiler, hemen bir araya geldi. Söz ve el birliği ederek, derhal Abrıskil’in peşine düştüler..
Zaten dur durak bilmeyen Abrıskil’in, t ehlikeyi sezmesi hiç zor olmadı. Acele,kendisi için, güvenli iki yer seçti. Bunlardan biri Ertsahu*tepesi, diğeri de deniz kıyısıydı. Abrıskil ve uçana atı Raş buralarda, korkusuz ve kaygısızca gezip dolaşır, yatıp uyurdu.
Yalnız, Abrıskil’in pek de güzül olmayan bir huyu vardı. Uyku nedir bilmez, ama bir uyuyuncada, kolay kolay uyanmazdı. Elçiler Abrıskil’in peşine düşüp, Ertsahu tepesine çıktıklarında, Abrıskil, o meşhur, derin uykusuna çoktan dalmıştı. Abrıskil uyurken, atı Raş, ne olur ne olmaz, diye nöbet tutar, tehlikeli bir durum varsa, hemen ayağıyla dürtüp onu uyandırırdı.
Sonra, hoop!diye, ikisi birden deniz kıyısına inerdi.
Orada, Abrıskil yamçısını yere serip, üstüne uzanır, denizden bir balık yakalayıp, kahvaltısını ederdi. Karnını doyurduktan sonra, gölgede biraz dinlenirdi. Elçiler, burada da onun peşini bırakmazlardı. Abrıskil ise, onların yaklaştıklarını hissettiği anda, atına atlar. Ertsahu Dağı’nın tepesine uçardı.
Bu kovalamaca uzun zaman böyle sürüp gitti. Elçiler onunla baş edemeyeceklerini anlamışlardı. Sonunda yaşlı bir cadıya danışmak zorunda kaldılar. “Durum böyle böyle.Abrıskil’i bir türlü yakalayamıyoruz. Artık elimizden bir şey gelmiyor. Sen bize yardın etmezsen, biz bu işi başaramayacağız.”diye, yaşlı kadına yalvardılar. Elçiler, tanrının buyruğunu yerine getirememiş olmanın utancı ve üzüntüsü içindeydiler.
Bu durum karşısında yaşlı kadın elçilere;
-“İlk iş olarak ne kadar at, inek, öküz bulabilirseniz hepsini kesin, derilerini yüzüp ters çevirin. Ertsahu Dağı’nın tepesinden aşağı doğru, her tarafı bu derilerle kaplayın .Derinin iç yüzü dışa gelsin. Buna çok dikkat edin. Daha sonra, bol miktarda çökelek toplayıp, bu derilerin üstüne dökün. Dökün ki, her yer kaygan olsun. Bu işleri bitirdikten sonra, iki gruba bölünün ve Abrıskil’in peşine düşün. Onun yürüği ve bileği atıdır. Derilere basınca, kayıp yuvarlanacaktır. İşte o zaman yakalayamazsanız, bir daha hiç yakalayamazsınız!”dedi.
Elçiler, yaşlı kadının talimatını aynen yerine getirdiler. Önce Ertsahu Dağının tepesine çıktılar. O sırada, Abrıskil dağın tepesinde uyumaktaydı. Abrıskil’i uyandırmadan, etrafı deriyle döşediler.Oradan da sahile inip,aynı şeyi yaptılar. Çökelekleride derinin üstüne bolca serptiler.
Daha sonra elçiler iki küme oldular. Bir kısmı Ertsahu’ya çıkıp gizlendi. Diğerleri deniz kıyısına indiler. Abrıskil’i çembere aldılar. Etrafının sarıldığını gören Abrıskil,hemen atı Raş’a atlayıp Ertsahu’ya uçtu. Tam tepeye ayak basmak üzereydi ki, atının ayağı kayıp yere düştü. Derhal toparlanıp, doğruldu, ayağa kalktı, ama tekrar yuvarlandı. Böylece, birkaç kez düşüp, kalktı.Sonunda hiç doğrulamaz hale geldi. Derin bir çukura düştü. Çok da canı yandı. O sırada gizlenmiş olan elçiler, ortaya fırlayıp, Abrıskil’i kıskıvrak yakaladılar. Böylece, eşi benzeri olmayan, insan dostu bir yiğit, haince pusuya düşürülmüş oldu.
Bazıları der ki, Abrıskil’in ulaşım aracı “laşaba”denen asasıydı. O asasını yere saplayıp, yaylanır ve Ertsahu Dağı’nın tepesine çıkardı. Eçilerse fıldır fıldır peşindeydiler. Ama, onunla başa çıkamazlardı. Sonunda ağaçkakana başvurdular. Eğer, ağaçkakan Abrıskil’in asasını gagalayıp, içten kemirirse, başına kırmızı takke kondurulacaktı[3]
Ağaçkakan çok mutluydu. Süzüle süzüle, Abrıskil’in yanına gitti. Abrıskil yamçısına uzanmış, uyuyordu. Asası da baş ucundaydı ve yere saplanmıştı. Abrıskil’in bir uyuyunca kolay kolay uyanmadığını iyi bilen ağaçkakan, rahatça asayı gagalamaya başladı. İki gün, iki gece, asayı içten içe kemirdi ve tam kırılacak bir duruma getirince, uçup gitti. Elçiler her tarafı deriyle kaplayıp, üstüne bolca çökelek serptiler. Niyetleri onu uyurken yakalamaktı. Abrıskil bunu hemen hissetti, fırlayıp uyandı. Asasına dayanıp, deniz kıyısına sıçramak istedi.
Ama, asasını saplar saplamaz kırıldı. Kendiside yuvarlanıp, Çılow köyünün, Düab bölgesindeki, Janıukh tepesine çakıldı. Elçiler orayıda sığır derisiyle kaplayıp, üzerine çökelek döktükleri için, Abrıskil bir türlü ayağının üstüne doğrulamadı. Sonunda, elçilerin eline düştü. Tam o sırada, Abrıskil, orada bulunan ağaçkakanı gördü. Durumu hemen anladı ve ağaçkakana “Kuru ağaçtan başka, başını vuracak yerin olmasın!”diye inledi.
Abrıskil’in yakalanması ,tez zamanda bütün Abhazya’da duyuldu .Bütün ülke yasa büründü. Bir daha ülkelerine bolluk, bereket, barış, mutluluk, huzur ve adalet dağıtan böyle bir yiğidin gelmeyeceğini biliyorlardı.
Abrıskil işkence gördükçe, tüm Abhazya gözyaşı döktü.”Artık hırsızları, soyguncuları kim korkutacak, çiftçileri kim koruyacak”diye ağıtlar yaktılar.
Kızıl saçlı,kem bakışlı, gök gözlükişilerle, Eşba ve Kaçüba’lar da Abrıskil’in yakalanmasına pek sevindiler.
Halk, Abrıskil’i kurtarmak için her yolu denedi, ama başaramadı.Tanrının gücüne kim karşı durabilirdi?
Bu haber üzerine, Ançüa elçilerini toplayıp onlara talimat verdi.
“Gidin!Hemen!Vakit geçirmeden, insanoğlunun ulaşamayacağı bir mağara bulun. Onu bu mağaraya zincirleyin. Öyle işkenceler uygulayın ki, ne ölsün nede dirilsin. Dünya durdukçe çile çeksin. Adı bu yüzden sonsuza dek kalsın.”dedi.
Elçiler oturup düşünmeye başladı. Böyle bir mağarayı nerden bulabileceklerini asla anımsayamadılar. Yine yaşlı kadına gidip, gönlünü alıp, fikrini danıştılar.
Bunun üzerine yaşlı cadı;
-“Çılow’da benim gözetimim altında olan bir mağara var. Oraya benden izin almadan kimse giremez. Eskiden bu mağarada bir de, üçyüzyıl bağlı kaldı. Çok uğraştı ama çıkamadı. Çünkü ben izin vermedim. Siz en iyisi Abrıskil’i Çılow’da ki bu mağaraya götürün. Bundan daha uygun olanını bulamazsınız.”dedi. Elçiler. Abrıskil ve uçan atı Raş’ı alıp birbirlerine bağlayarak bu mağaraya götürdüler. Mağaranın en dip köşesinde, orta yere, demir bir direk çaktılar. Mağaranın en dip köşesinde, orta yere, demir bir direk çaktılar. Abrıskil ve uçan atı Raş’ı,asla geri
çıkamayacak şekilde bu direkte zincire vurdular. Elçiler, Ançüa’nın buyruğunu başarıyla yerine getirince neşe ve mutluluk içinde, onun katına çıktılar. Abrıskil’i Çılow mağarası’na nasıl zincirlediklerini anlattılar. Bunun üzerine, Ançüa,yaşlı cadıya mağarada bekçilik görevi verdi .Mağaranın yanına kimseyi yaklaştırmamasını, yiyecek içecek getirecek biri olursa, asla sokmamasını tembih etti. Böylece, yaşlı cadı, gidip mağaranın önüne oturmaya başladı.
Uzun zaman, Abrıskil aç susuz, çaresiz bir biçimde mağaraya zincirlenmiş olarak kaldı. Zamanla, yaşlı cadı merhamete geldi. Abrıskil’e yiyecek içeçek vermeye başladı. Hergün süt ısıtıp, kabak haşladı. Bunları Abrıskil’e yedirdi. Atı Raş’ın önünede çelik parçaları götürüp attı ,o da çeliği kütürdeterek yedi.
Ançüa, yaşlı cadının Abrıskil’e yiyecek götürdüğünü öğrenince çok kızdı.“Bu cadı kadın, bir köpek olsun. Abrıskil ve atı Raş’a yardım edemesin!”diye onu lanetledi. Yaşlı kadın bir köpeğe dönüştü .Köpek açlıktan ölse bile ,bir lokma yemeğe hakkı yoktu. Ancak, uçan at Raş,bağlandığı demir kazığı, kemire kemire incecik bir ipek iplik haline getirirse, köpek, yemek yeme hakkını kazanıyordu .Bu işlem atın yüzlerce yılını alıyordu. At bunu başarıp da, köpek bir lokma yemek için ağzını açtığı anda, demir kazık tekrar eski haline dönüşüyordu.
Abrıskil, bağlı olduğu demir kazığı yüzyıllarca, sallayıp durdu. Tam kanırtıp, kökünden sökeceği sırada dırgantsıhua*denen bir kuş gelip, bu kazığın tepesine oturur, cır cır ötmeye başlardı. Yorgunluktan bitkin düşen, yüreği ve kafası paramparça olan, güçsüz, perişan haldeki Abrıskil,bu duruma çok öfkelenirdi. Kendisi, bu denli acı çekerken, tepesine gelip alay edercesine, keyifle öten, bu kuşu öldürmek için yerden bir demir parçası kapıp,olanca hızıyla kuşa fırlatırdı. Kurnaz kuş uçup giderdi. O fırlattığı demir parçası da gidip, demir kazığın üstüne düşer ve kazık tekrar toprağın yedi kat dibine saplanırdı. Abrıskil’in çilesi işte böyle yüzyıllarca sürüp gitti.
Abrıskil mağaraya zincirlendiği yerde, binbir eziyet ve çile çektiği halde, bu onu hiç üzmüyordu. Onu asıl üzen şey canı gibi sevdiği yurdu,A bhazya’sı ve onun halkıydı. Gece gündüz onları düşünüp, kendisinden sonra Abhazya’da neler olup bittiğini merak edip durdu. Fakat, kimse ona bir haber ulaştıramadı. Cesaret edip oralara bile gidemedi.
Bir zaman, Abrıskil’i unutmayan, ona yürekten bağlı olan birileri, kendilerinde bu cesareti bulup, yola çıktılar. Yanlarına on iki katır yükü yiyecek ve içicek, bol miktarda çıra aldılar. Mağarayı da buldular. Tam mağaranın içine girmek üzereyken, arkalarında hava felaket bir biçimde bozdu. Gök gürledi, şimşek çaktı, görülmemiş bir yağmur başladı.
Karanlık mağarayı çıralarla aydınlatan, ve ne pahasına olursa olsun Abrıskil’i bulmaya kararlı olan Abhazlar, kimbilir nezaman, bu mağarada dolaşıp durdular.
Aradıkları adamı bir türlü bulamadılar.
Derken, geniş bir alana geldiler. İyice kulak verip dinleyince, atın çelik yerken, çıkardığı gıcırtıları duyar gibi oldular.
-“Kimsin sen?”diye seslendiler.
Ses mağarada yankılanınca, öteden bir köpek havlaması duyuldu, ardından;
-“Benim Abrıskil! Siz kimsiniz? diye cevap geldi.
Onu seven, onu aryan birileri olduklarını söyleyince;
-“Ahh!Sevgili kardeşlerim, bunca zaman neredeydiniz? Nasılsınız? İyimisiniz? Ben yokken neler oldu canım yurdumda? Kızıl saçlı, gök gözlü, kem bakışlı insanlar yeniden türedi mi? Eskisi gibi inekler ve mandalar üçer kez sağılıyor mu? Yabancı düşmanlar, talancılar, soyguncular, Abhazya’ya yine baskınlar yapıyor mu? Dedi, Abrıskil.
Kendisi yakalandıktan sonra Abhazya’nın başına gelen felaketleri öğrenen Abrıskil, üzüntüden, inleyerek konuşmaya başladı.
-“Vah! Vah! Desenize Abhazya’da ocaklar sönmüş! Aah zavallılar, kim bilir nasıl yaşıyorsunuz? Gördüğünüz gibi ben cok kötü bir yenilgiye uğradım. Anlaşılan siz de, oldukça zor bir durumdasınız.
-Aah! Aah! Canım yurdum, güzel halkım, bu acıya daha fazla dayanamayacağım. Gidin artık! Ne yazık ki, bundan sonra sizinle bir arada olamayacağım, bu olanaksız. Dönün!.. Gidin!.. Çıralarınız bitmeden mağaradan çıkın!.. Çıralarınız biterse, elele tutuşur, katırlarınızın kuyruğuna yapışırsınız. Onlar sizi dışarı çıkarırlar. Çektiği çileyi sevgili yurduma ve halkıma anlatın.
-“Hadi gidin sağlıcakla!”dedi ve boynu büküldü. Canından çok sevdiği Abhazya’ya artık hayrı kalmamıştı. Çöküp gitti.
Gelenler de geri döndü.
Yolda çıraları bitti. Abrıskil’in öğüdüne uyup el ele tutuştular. Dışarıya çıktıklarında ,hava pırıl pırıl, gökyüzü aydınlıktı. Yeni bir gün başlıyordu.
İşte böyle oldu. Abrıskil’den bir daha hiç haber alınamadı. Yalnız, son zamanlara kadar, bu mağaradan at pisliği çıktığını söylerler. Bu yüzden, bu mağaraya Çılow; yani, at fışkısı çıkan yer, derler.[4] [5]
Raş: Raş:Nart Eposu’nda geçen,uçan ve konuşan bir at cinsi olup,sahibinin en büyük dostu ve arkadaşıdır.Her işi beceren,bu olağanüstü atların,ayrıca,özel adları da vardır.Bzow,Nardiya gibi.
Laşaba: Labaşa:Sivri ucunda demir olan,sapı eğri bir asa.Abhaz yaşlıları bu günde bu asayı kullanırlar,va dağlara onunla tırmanırlar
[2] Şüachüayü:Cenaze haberi veren kişi,felaket habercisi.
Vargia:Bir uzunluk ölçüsü birimi
Put:Abhazlar’ın çok eskiden beri kullandığı,16 kg çeken bir ağırlık birimi
Ançüa:An-çüa;emilen anne,anne teni ve silüeti anlamına gelir.Önceleri Ana Tanrıça’yı ifade ederken,daha sonra tek tanrılı dinlerdeki”Tanrı”kavramı da,bu sözcükle ifade edilmeye başlandı
Ertsahu:Elbruz Dağı’nın Abhazca adı
[4] Dırgantsıhua:Türkçe’de “Çoban Aldatan”ya da “Kuyruk sallayan”adında bir kuş.
Kaynak:Abrıskil, Bagrat Şınkuba Çeviri:Mahinur Tuna
www.paukaf.com 'dan alıntıdır