Ney Ve Neyzenler

UYARI: Hiç bir sanatçıya veya kişiye ait MP.3 ve benzeri müzik dosyaları ya da linkleri yayınlamak ve paylaşmak yasaktır.
Sevdiğiniz şarkılar, yeni çıkan albüm tanıtımları, sevdiğiniz yerli ve yabancı sanatçılar hakkında yorumlar.
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Ney Ve Neyzenler

Mesaj gönderen Itri »

Ney'in Tarihçesi

NEY SÖZCÜĞÜNÜN ETİMOLOJİSİ VE NEY’İN TARİHÇESİ

Sümerce’ den Farsça’ ya geçen “ nâ ” veya “ nay ”, kamış, kargı anlamlarına da gelen bu çalgının en eski adıdır. Arap toplumunda üflemeli çalgıların hemen tümü için kullanılan “ mizmâr ” sözcüğü, (nefes borusu, ses organı anlamında) ney için de kullanılmıştır. Türkçe’ de ise hemen her zaman “ ney ” olarak anılmıştır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde de benzer adlarla (örneğin Romanya’da “ naiu ” adıyla) adlandırılmıştır.

Farsça çalan, icrâ eden anlamına gelen “ zeden ” sözcüğünden takılanarak oluşturulan “ neyzeden ” bozularak, ney icrâcısı anlamında günümüzde de kullanılan “ neyzen ” e dönüşmüştür. Aynı anlamda Arapça kurallarına göre oluşturulan “ nâyî ” sözcüğü de kullanılmıştır.

Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren kullanıldığı sanılan bu çalgıya ait elimizdeki en eski bulgu, MÖ 2800-3000 yıllarından kalan bugün Amerika’da Phledelphia Üniversitesi Müzesi’ nde sergilenen neydir. Çalgının o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Assomption rahiplerinden Thibaut’ un “esrârengiz, cezbedici, tatlı ve âhenkli bir ses” diye tanımladığı ve şu şekilde şiirleştirdiği ney sadâsı, her dönemde insanları derinden etkilemiş, özellikle dinsel duyguları çağrıştırmıştır:

“ Kamışların üzerinden geçerken,

Kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat çırpınışları”.

Sadâsından gelen bu özellik neyi, ilişkide bulunduğu her toplumda önemli bir çalgı haline getirmiştir. Türklerin İslâmiyeti kabûl ile birlikte kullanmaya başladıkları ney, Xlll. yüzyıldan itibaren İslâm tasavvufunun sembolü haline gelmiştir. Bunda bu yüzyılda yaşamış büyük mutasavvıf, filozof , şâir ve velî Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ’nin rolü büyüktür.

XV. yüzyılda yaşamış bir gezgin olan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ ın seyahatnâmesinde kendilerine mahsus bir nota yazısı geliştirip kullandıklarını da bildiğimiz Hıtay Türkleri’ nin hâkanlık sarayında gördükleri oldukça ilginçtir:

“ Sadinfu şehrindeki hâkanlık sarayının önünde üçyüzbin kadar kadın ve erkek toplanmıştı. İkibin kadar sâzende sazlarını aynı sese düzenleyip (akord edip), hep bir ağızdan hâkana duâ ettiler. Köslerin iki yanlarında kemençe, ney, mûsikâr ve diğer sazlarla hânendeler oturmuşlardı. Neyzenlerin bazıları neyi bilindiği üzere çalıp, bazıları ortasındaki deliklerden üflüyorlardı.”

Mûsikîde çok ileri gittikleri bilinen Hıtay Türkleri’ nin neyi, Orta Asya’ da eskiden beri kullandıkları ve hatta onu tıpkı bir yan flüt gibi de üfledikleri anlaşılmaktadır.

Tarihte Nây-ı Türkî, Hoş Nây (veya Koş Ney), Kurre Nây gibi adlarla anılan bugün yapısını ve özelliklerini tam olarak bilemediğimiz ney adından türemiş pek çok çalgı bulunmaktadır. Ancak birer meydan sazı olarak kullanılan bu çalgıların bugünkü formundan çok farklı olduğunu sanıyoruz.

NEY’ İN TÜRK TASAVVUF DÜŞÜNCESİ’ NDEKİ YERİ

Türklerin İslâmlaşma süreci X. yüzyılda başlamıştı. İslâmiyet ile birlikte zaten toplumda var olan mistik düşünce ve anlayış islâmî bir kimliğe bürünerek, Türk tasavvuf anlayışının temellerini oluşturdu. Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu anlayışın Türk toplum hayatına yerleşmesini sağlamışlardı.

Türklerin İslâmiyetten önceki dinleri olan Şamanizm, Animizm ve Totemizmde de mûsikînin çok önemli rolü vardı. Bu dinlerin tümünde törenler müzik eşliğinde yapılırdı. Örneğin çoğunlukla hâkim olan Şamanizmde kam, baksı veya şaman denilen din adamları ellerinde kopuz ile dolaşır, dînî mesajlarını mûsikî yardımıyla iletirlerdi. İslâmiyette de mûsikîye karşı bir cephe mevcut değildir. İslâm Peygâmberi Hz.Muhammed, Kuran’ ın güzel sesle ve kâideye müstenîd âhenkle okunmasını öğütlemiştir. Tecvîd ve Kıraat işte bu rağbetin sonucunda doğmuştur ve mûsikî ile yakın ilişkileri vardır.

Türklerin dînî hayatlarında mûsikî her zaman yer almıştır. Özellikle tekke hayatında, âyin ve diğer dînî törenlerde (cem, zikir, deverân vs.) mûsikînin rolü büyükse de bir çok tarîkatin törenlerinde telli çalgıların yer almasına cevâz verilmemiştir. Ancak hemen hemen bütün tarîkatlerin törenlerinde bendir ile birlikte ney yer almıştır.

Bilhassa Mevlevîlikte neyin önemi çok büyüktür. Hz. Mevlânâ Mesnevî’ sine şu sözlerle başlamıştır:

“ Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned

Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned

Gez neyistân tâ merâ bübrîde end

Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end

Sîne hâhem şerha şerha ez firâk

Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk ”

“ Dinle neyden, zirâ o birşeyler anlatmada

Ayrılıklardan şikâyet etmededir.

Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri,

İniltim kadın - erkek herkesi ağlattı.

Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin,

Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”

Hz. Mevlânâ’ ya göre mûsikî Allah’ ın lisânıdır. Yüce yaratıcı Bezm-i Elest’ te ruhlara mûsikî ile seslenmiştir. Bu sebepten hangi milletten, hangi dilden olurlarsa olsunlar, insanlar mûsikî ile aynı duyguları paylaşabilirler. Hiçbir sanat insan rûhuna mûsikî kadar doğrudan doğruya ve içinden kavrayacak şekilde nüfûz edemez. Mûsikî, son derece değerli bir mânevî temizlenme, ferahlama ve yücelme vâsıtasıdır. Rûhu kir ve paslardan temizlediği gibi, ona batmış olan dikenleri de ayıklayarak tedâvi eder. Mûsikî ile temizlenmeyen rûh yükselemez, aksine yerdeki bayağı ihtiraslara bulaşarak kirlenir ve körelir. Gerçek mûsikî insana hayvânî hisleri hatırlatmak şöyle dursun, ona “sonsuz varlık” ı hissettirir, sezdirir. Bu sezgiyle onu O’ na yaklaştırır ve nihâyet ulaştırır. Bunda en etkili ses ise ney sadâsıdır.

Hz. Mevlânâ’ nın fesefesinde ney, “insan-ı kâmil” in (yani bir takım merhalelerden geçerek olgunlaşmış insanın) sembolüdür ve aşk derdini anlatmadadır. Benzi sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış, ancak Yüce Yaratıcı’ nın üflediği nefesle hayat bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan ve delik deşik olmuş sînesinden çıkan feryâd ve iniltileri ile insanlara sırlar fısıldayan bir dosttur. Bu sebeple ney, mevlevîlerce kutsanmış ve “ nây-ı şerîf ” diye anılmıştır.

“ Ney hadîs-i râh-ı pür hûn mîküned

Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîküned ”

“ Ney, kanla dolu bir yoldan bahsetmede,

Mecnûn’ un aşkından hikâyeler anlatmadadır.”

“ Âteş-i ışkest ke’ender ney fütâd

Cûşiş-i ışkest ke’ender mey fütâd ”

“ Aşk âteşi ki neyin içine düşmüştür,

Aşk coşkunluğu ki meyin içine düşmüştür.”

“ Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd

Hem çü ney demsâz ü müştâkî ki dîd ”

“ Ney gibi hem zehir, hem panzehir,

Ney gibi hem hemdem, hem müştâkı kim gördü? ”
ITRİ

www.neyuretim.com ANKARA
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Itri yazdı:Ney'in Tarihçesi

NEY SÖZCÜĞÜNÜN ETİMOLOJİSİ VE NEY’İN TARİHÇESİ

Sümerce’ den Farsça’ ya geçen “ nâ ” veya “ nay ”, kamış, kargı anlamlarına da gelen bu çalgının en eski adıdır. Arap toplumunda üflemeli çalgıların hemen tümü için kullanılan “ mizmâr ” sözcüğü, (nefes borusu, ses organı anlamında) ney için de kullanılmıştır. Türkçe’ de ise hemen her zaman “ ney ” olarak anılmıştır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde de benzer adlarla (örneğin Romanya’da “ naiu ” adıyla) adlandırılmıştır.

Farsça çalan, icrâ eden anlamına gelen “ zeden ” sözcüğünden takılanarak oluşturulan “ neyzeden ” bozularak, ney icrâcısı anlamında günümüzde de kullanılan “ neyzen ” e dönüşmüştür. Aynı anlamda Arapça kurallarına göre oluşturulan “ nâyî ” sözcüğü de kullanılmıştır.

Sümer toplumunda MÖ 5000 yıllarından itibaren kullanıldığı sanılan bu çalgıya ait elimizdeki en eski bulgu, MÖ 2800-3000 yıllarından kalan bugün Amerika’da Phledelphia Üniversitesi Müzesi’ nde sergilenen neydir. Çalgının o dönemlerde de dinsel törenlerde kullanıldığı sanılmaktadır. Assomption rahiplerinden Thibaut’ un “esrârengiz, cezbedici, tatlı ve âhenkli bir ses” diye tanımladığı ve şu şekilde şiirleştirdiği ney sadâsı, her dönemde insanları derinden etkilemiş, özellikle dinsel duyguları çağrıştırmıştır:

“ Kamışların üzerinden geçerken,

Kuşları uyandırmaya korkan tatlı bir meltemin kanat çırpınışları”.

Sadâsından gelen bu özellik neyi, ilişkide bulunduğu her toplumda önemli bir çalgı haline getirmiştir. Türklerin İslâmiyeti kabûl ile birlikte kullanmaya başladıkları ney, Xlll. yüzyıldan itibaren İslâm tasavvufunun sembolü haline gelmiştir. Bunda bu yüzyılda yaşamış büyük mutasavvıf, filozof , şâir ve velî Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ’nin rolü büyüktür.

XV. yüzyılda yaşamış bir gezgin olan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ ın seyahatnâmesinde kendilerine mahsus bir nota yazısı geliştirip kullandıklarını da bildiğimiz Hıtay Türkleri’ nin hâkanlık sarayında gördükleri oldukça ilginçtir:

“ Sadinfu şehrindeki hâkanlık sarayının önünde üçyüzbin kadar kadın ve erkek toplanmıştı. İkibin kadar sâzende sazlarını aynı sese düzenleyip (akord edip), hep bir ağızdan hâkana duâ ettiler. Köslerin iki yanlarında kemençe, ney, mûsikâr ve diğer sazlarla hânendeler oturmuşlardı. Neyzenlerin bazıları neyi bilindiği üzere çalıp, bazıları ortasındaki deliklerden üflüyorlardı.”

Mûsikîde çok ileri gittikleri bilinen Hıtay Türkleri’ nin neyi, Orta Asya’ da eskiden beri kullandıkları ve hatta onu tıpkı bir yan flüt gibi de üfledikleri anlaşılmaktadır.

Tarihte Nây-ı Türkî, Hoş Nây (veya Koş Ney), Kurre Nây gibi adlarla anılan bugün yapısını ve özelliklerini tam olarak bilemediğimiz ney adından türemiş pek çok çalgı bulunmaktadır. Ancak birer meydan sazı olarak kullanılan bu çalgıların bugünkü formundan çok farklı olduğunu sanıyoruz.

NEY’ İN TÜRK TASAVVUF DÜŞÜNCESİ’ NDEKİ YERİ

Türklerin İslâmlaşma süreci X. yüzyılda başlamıştı. İslâmiyet ile birlikte zaten toplumda var olan mistik düşünce ve anlayış islâmî bir kimliğe bürünerek, Türk tasavvuf anlayışının temellerini oluşturdu. Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu anlayışın Türk toplum hayatına yerleşmesini sağlamışlardı.

Türklerin İslâmiyetten önceki dinleri olan Şamanizm, Animizm ve Totemizmde de mûsikînin çok önemli rolü vardı. Bu dinlerin tümünde törenler müzik eşliğinde yapılırdı. Örneğin çoğunlukla hâkim olan Şamanizmde kam, baksı veya şaman denilen din adamları ellerinde kopuz ile dolaşır, dînî mesajlarını mûsikî yardımıyla iletirlerdi. İslâmiyette de mûsikîye karşı bir cephe mevcut değildir. İslâm Peygâmberi Hz.Muhammed, Kuran’ ın güzel sesle ve kâideye müstenîd âhenkle okunmasını öğütlemiştir. Tecvîd ve Kıraat işte bu rağbetin sonucunda doğmuştur ve mûsikî ile yakın ilişkileri vardır.

Türklerin dînî hayatlarında mûsikî her zaman yer almıştır. Özellikle tekke hayatında, âyin ve diğer dînî törenlerde (cem, zikir, deverân vs.) mûsikînin rolü büyükse de bir çok tarîkatin törenlerinde telli çalgıların yer almasına cevâz verilmemiştir. Ancak hemen hemen bütün tarîkatlerin törenlerinde bendir ile birlikte ney yer almıştır.

Bilhassa Mevlevîlikte neyin önemi çok büyüktür. Hz. Mevlânâ Mesnevî’ sine şu sözlerle başlamıştır:

“ Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned

Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned

Gez neyistân tâ merâ bübrîde end

Ez nefîrem merd ü zen nâlîde end

Sîne hâhem şerha şerha ez firâk

Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk ”

“ Dinle neyden, zirâ o birşeyler anlatmada

Ayrılıklardan şikâyet etmededir.

Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri,

İniltim kadın - erkek herkesi ağlattı.

Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin,

Tâ ki aşk derdini anlatabileyim.”

Hz. Mevlânâ’ ya göre mûsikî Allah’ ın lisânıdır. Yüce yaratıcı Bezm-i Elest’ te ruhlara mûsikî ile seslenmiştir. Bu sebepten hangi milletten, hangi dilden olurlarsa olsunlar, insanlar mûsikî ile aynı duyguları paylaşabilirler. Hiçbir sanat insan rûhuna mûsikî kadar doğrudan doğruya ve içinden kavrayacak şekilde nüfûz edemez. Mûsikî, son derece değerli bir mânevî temizlenme, ferahlama ve yücelme vâsıtasıdır. Rûhu kir ve paslardan temizlediği gibi, ona batmış olan dikenleri de ayıklayarak tedâvi eder. Mûsikî ile temizlenmeyen rûh yükselemez, aksine yerdeki bayağı ihtiraslara bulaşarak kirlenir ve körelir. Gerçek mûsikî insana hayvânî hisleri hatırlatmak şöyle dursun, ona “sonsuz varlık” ı hissettirir, sezdirir. Bu sezgiyle onu O’ na yaklaştırır ve nihâyet ulaştırır. Bunda en etkili ses ise ney sadâsıdır.

Hz. Mevlânâ’ nın fesefesinde ney, “insan-ı kâmil” in (yani bir takım merhalelerden geçerek olgunlaşmış insanın) sembolüdür ve aşk derdini anlatmadadır. Benzi sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış, ancak Yüce Yaratıcı’ nın üflediği nefesle hayat bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan ve delik deşik olmuş sînesinden çıkan feryâd ve iniltileri ile insanlara sırlar fısıldayan bir dosttur. Bu sebeple ney, mevlevîlerce kutsanmış ve “ nây-ı şerîf ” diye anılmıştır.

“ Ney hadîs-i râh-ı pür hûn mîküned

Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîküned ”

“ Ney, kanla dolu bir yoldan bahsetmede,

Mecnûn’ un aşkından hikâyeler anlatmadadır.”

“ Âteş-i ışkest ke’ender ney fütâd

Cûşiş-i ışkest ke’ender mey fütâd ”

“ Aşk âteşi ki neyin içine düşmüştür,

Aşk coşkunluğu ki meyin içine düşmüştür.”

“ Hem çü ney zehrî vü tiryâkî ki dîd

Hem çü ney demsâz ü müştâkî ki dîd ”

“ Ney gibi hem zehir, hem panzehir,

Ney gibi hem hemdem, hem müştâkı kim gördü? ”
ITRİ

www.neyuretim.com ANKARA
NEY

Kargı mıydı, kamış mıydı, neydi o
Her makama aşina bir şeydi o
Nefha nefha dem çekip; zevk-i saba
Nağmesiyle geldi, cana değdi o
Silk-i uşşaka girip hem verdi can
Came-i nur-i Hüseyn’i giydi o
Savtına anın ferahfeza derim
Aşıkana menba’-ı heyheydi o
Musiki iklimine hakim idi
Şüphesiz akran içinde beydi o
Yok nasıl beydi efendim şah idi
Hamil-i esrar-ı Rabb-i Hayy’dı o
Nefha-yi Davud’da bolahenk ile
Tenlere, hem canlara mayeydi o

Ruh-i Mansur’dan “Enel Hak” gu olup
Kainatı mest eden bir meydi o
Tab’ı müstahsen olan sami’lerin
Ahterinde parlayan haleydi o
Safha-yi ervah-ı uşşaka bütün
Hüsn-i aşk’ı nakşeden hameydi o
Zevk-i derd-i aşkı ifşa eyleyen
Bir İlahi nağme vü naleydi o
Dildeki mana ve zevk ekbarına
Kudretin bahş ettiği cameydi o
Kevser-i irfan-ı Mevlana ile
Doldurulmuş manevi kaseydi o
Bir kamıştı sureta amma Aziz
Alem-i manaya mazhar neydi o

Kenzi
-----------------------------------------------------------------
ITRİ
www.neyuretim.com
Bu mesaja eklenen dosyaları görüntülemek için gerekli izinlere sahip değilsiniz.
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

NEYZEN MÜZİK
Ney üretim merkezi ve ney kursları
www.neyuretim.com ANKARA
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Hz.Mevlana
Hz. Mevlana'nın Hayatı




Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlana'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Ney'in Kısımları

Kamış

Ney iki ucu açık silindir biçimli bir enstrümandır. Üfleme bölgesinde başpare içerisinde hava sıkıştırılarak ses elde edilir. Sıkışan hava kamışın içerisindeki liflerin oluşturduğu tabii kanalcılara çarparak bir titreşim meydana getirir. Sesin kaliteli çıkabilmesi için kamışın gereğinden fazla kalın çaplı veya ince çaplı olması doğru değildir . Bazı acemi ney üfleyicileri çok kalın kamışların daha iyi ses vereceğini düşünmektedirler. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Ney boylarına göre ideal kamış çapları hesaplanmıştır. Bunlar tablo şeklinde verilmektedir. Kamış çapı arttıkça kamış et kalınlığı da artmaktadır. Eğer küçük neylerde çok kalın çaplı kamış kullanılırsa tiz ( ince ) oktavdaki sesler rahat alınamaz. Ney yapımında en çok tercih edilen kamışlar Hatay İli Asi Nehri ve Samandağı Bölgelerinde yetişen kamışlardır. Ülkemiz dışında Nil Nehri ve Suriye’nin bazı bölgelerinde de ney kamışı yetişmektedir. Ney yapılacak kamış binlerce kamış içerisinden özenle seçilerek alınmaktadır. Bu kamışlar Ekim- Kasım aylarında kesilmektedir. Bu aylarda kesilen kamışlar olgunlaşmış ve suyunu almıştır. Kesilecek kamışların düzgün olmasına , kabuklarının sararmış olmasına , boğum aralıklarının 7-8 cm. geçmeyecek şekilde ve birbirlerine eşit uzunluklarda olmasına özen gösterilmeli , kamış israfının önüne geçilmesi adına çok ince ve olgunlaşmamış kamışların kesilmemesi, kamış kesen kişinin mutlaka yanında ölçü götürmesi çok önemlidir. Kamış seçilirken çok kalın etli kamışlar tercih edilmez. Dış yüzeyi canlı , parlak ve lekesiz kamışlar ney yapımı için en makbul kamışlardır. Ney yapılacak kamışların 9 boğum üzerine ölçü oturacak şekilde olması gerekmektedir. Altıncı boğuma 2 Yedinci boğuma 2 ve sekizinci boğuma 2 şeklinde delikler açılır. Kamışlarda boğum aralıklar genellikle kök kısmından yukarıya doğru daralarak gider bu gibi kamışlarda yarıdan yukarıdan ney elde edilebilir. Birde kökten veren kamışlar vardır ki bunlarda kök bölgesinde boğumlar sık ve düzgündür. Bu kamışlar oldukça nitelikli ses verebilirler.


Parazvâne

Neyin alt ve üst tarafına takılan ve çeşitli madenlerden yapılan yüzük biçiminde parçalardır. Et kalınlığı 0,50 mm ‘den kalın olmaması gereken parazvanelerin en önemli vazifesi neyin en nazik kısımları olan uç kısımlarını kırılmalara karşı korumaktır. Bu kırılma en çok başpare takılırken olmaktadır. Ayrıca çarpma ve düşme ile de olabilir. Ney başparesi hava kaçırmaması için çok sıkı takılmalıdır. Bu işlem sırasında kamışa mukavemet katan parazvanedir. Buradan hareketle parazvanenin de sıkı ve mukavemetli olması gerekmektedir. Parazvane ayrıca neye bir estetik de katmaktadır. Parazvanenin boyu 1-1,5 cm dir. Sıs haznesi ( üflenen bölüm) bölümünde kullanılan parazvane boyu çok uzun tutulmamalıdır. Kamışın rezonansının bozulmaması için doğal yapısının elden geldiği kadar muhafaza edilmesi gerekmektedir. Ses tınısını ve kalitesini birinci derecede etkileyen ses haznesi bölümünde uzun metal parça kullanıldığında ney ses niteliğini yitirmektedir. Bu bölümde mümkünse 1 cm geçmeyecek parazvane kullanılmalıdır. Neyin alt kısmında ise 1,5 -2 cm boyunda parazvaneler kullanılabilir. Parazvane yapımında altın , gümüş , alpaka, Pirinç gibi madenler kullanılmaktadır. En çok tavsiye edilen oksitlenme az görülen alpakadır.


Başpare

Sadece Anadolu neyinde görülen neyin üfleme kısmına konulan parçadır. Fotoğrafını aşağıda verdiğimiz başpare Manda Boynuzundan yapılmıştır. Ayrıca Fildişi , Abanoz ağacı , Şimşir ağacı , Derlin , Fiber gibi malzemelerden yapılabilmektedir. Osmanlı dönemi neylerinde fil dişi başparelere rastlanmaktadır. Ülkemizde manda yetiştiriciliği çok yaygın sayılmamaktadır. Afyon , Samsun , Kastamonu gibi illerde yetiştirilen mandanın süt ve yoğurdu çok kıymetli olduğundan kesimi fazla yapılmamaktadır. Manda boynuzu temin etmek oldukça zor bir durumdur. Tornada işlenmesi de oldukça zahmetli olan manda boynuzundan başpare üretimi giderek azalmaktadır. Bunun yerine yaygın olarak bulunabilen ve işlenmesi oldukça kolay olan “derlin” maddesi tercih edilmektedir. Derlin ses kalitesi açısından da oldukça nitelikli bir maddedir. Sıkıştırılmış sert bir plastik türü olan derlin koku yapmayan yapısıyla oldukça da sağlıklı bir ürün olarak kabul edilmektedir. Silindir kütük şeklinde satılmakta olan derlin tornaya bağlanmakta ve işlemede çok büyük kolaylık sağlamaktadır. Bazı ney yapımcıları tarafından Fiber kullanılmaktadır. Bu malzeme koku yapması ve kanserojen olmasından ötürü pek tercih edilmediği gözlenmektedir. Turistik neylerde çeşitli ağaçlardan başpare yapılmaktadır. Şimşir en çok tercih edilenidir. Başpare de belli formlar kullanılmaktadır.Kimi ustalar iç açkısını düz tercih ederken , kimileri de iç kısmını 1-1.5-2 mm girintili yapmaktadırlar. Başparenin neyin ses haznesine giren kısmı hafif konik yapılmaktadır. Koniklik neyin çatlaması riskini azaltmaktadır. Ses haznesine giren kısımda et kalınlığı 1 mm geçmemelidir. Başpare ölçüleri aşağıda verilmektedir .
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Ney Çeşitleri

Bolâhenk Nısfiye (Ana âhenk)
505-525 mm.

Bolâhenk-Sipürde Mâbeyni (Ara âhenk)
545-565 mm.

Sipürde (Ana âhenk)
580-600 mm.

Müstahsen (Ara âhenk)
615-635 mm.

Yıldız (Ana âhenk)
645-665 mm.

Kız (Ana âhenk)
685-715 mm.

Kız-Mansur Mâbeyni (Ara âhenk)
730-760 mm.

Mansur (Ana âhenk)
770-810 mm.

Mansur-Şah Mâbeyni (Ara âhenk)
820-860 mm.

Şah (Ana âhenk)
865-895 mm.

Dâvud (Ana âhenk)
900-940 mm.

Dâvud-Bolâhenk Mâbeyni (Ara âhenk)
960-1000 mm.

Bolâhenk (Ana âhenk)
1010-1050 mm.


Kaynak

:: Gaziantep üniv.Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Çalgı bilgisi ders notları
:: İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Çalgı Yapım Bölümü Başk.Cafer Açın Organoloji Kitabı
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Ney Bakımı

Doğal malzeme olan kamıştan yapılan neyin can damarı yağ bakımıdır.
Yağ bakımı için uygun yağlar susam, badem, parafin, fındık, zeytin yağı gibi yapılardır.

Adım Adım Yağ Bakımı:

1. Neyinize uygun çapta bir yağlama tankı oluşturun

2. Neyinizi başparesini çıkarmadan tankın içerisinde en az 6 saat bekletin

3. Neyinizi çıkartın ve yapış yapış olmasını önlemek için dışındaki yğun yağı sıyırın

4. Neyinizi uygun bir bezle sildikten sonra süzdürmek için bir kabın içerisine yerleştirin.Ses haznesinin sürekli yağlı ve nemli olması gerekmektedir. Ses haznesine yağ gelmesini sağlayabilmek için neyinizi baş aşağı süzdürebilirsiniz.

5. Neyi silerken ses haznesinin içini kağıt mendil gibi malzemelerle kesinlikle silmeyin çünkü ses haznesinin altında plaka oluşturabilir ve ses niteliğini bozabilir

6. Üflemeden kaynaklanan tükrükle ses haznesinin içinin kararması normaldir.Bunun için kendi başınıza ses hanesi içerisinde işlem yapmayınız.

7. Neyinizin güzel kokması için ses haznesinin içerisine gül yağı, karanfil, zambak gibi hoşunuza giden yağlardan 3-5 damla damlatabilirsiniz.

8. Artık neyiniz üflenmeye hazır.

Not: Yağlama işlemi yazın haftada en az iki kışın bir olmak üzere en az 6 ay boyunca yapılmalıdır.

Yağlama tankı tarafımızdan üretilmektedir. Yağ temin edilmektedir.
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

NAYÎ OSMAN DEDE (1642,1647?-1729)

Nayî (Neyzen) Osman Dede

Nayî (Neyzen) Osman Dede'nin do?um tarihi kesin olarak belli de?ildir. Bu tarihin 1642-1647 yyllary arasyndaki bir tarih oldu?u tahmin edilmektedir. Bazy kaynaklar Gelibolu'lu oldu?unu, küçük ya?ynda Ystabul'a geldi?ini bildiriyorsa da hakkynda bilgi veren kaynaklaryn ço?u Ystanbul'lu oldu?unu ve Vefa semtinde do?du?unu söylüyor. Babasy Süleymaniye Darü??ifasy reis'ül-hüddamy Süleyman Efendi'dir. Tuhfe-i Hattatyn yazary Mustakîm-zâde Sâdeddin Efendi babasy hakkynda bilgi vererek "Bir pîr-i sâhib nefes ve hezar bîmar-y bîhu?a devâres olmu?, Haccü'l harameyn bir zat-y ?erif idi" diyor.

Osman Dede, çok genç ya?yndan itibaren güzel sanatlaryn mûsikî, ?iir ve hat sanaty gibi kollarynda çaly?maya ba?lady. Bu u?ra?ynyn sonucu olarak 1672 yylynda, Galata Mevlevihânesi ?eyhi Gavsi Dede'nin hizmetine girerek mevlevi oldu. Gavsi Dede, XVII. yüzyylyn yeti?dirdi?i de?erli ilim ve sanat adamlaryndandy. ?iir ve hat sanatyny iyi bilen, mensubu bulundu?u tarikatyn gerektirdi?i bilgileri nefsinde toplayan bir kimseydi. Osman Dede bu mevlevihâneye girdikten sonra, ?eyhinin dizinin dibinde yeti?ti ve bu yeti?mede bu kültür adamynyn büyük etkisi oldu. Bir yandan Arapça ve Farsça ö?renirken ney üflemeye ve tasavvufa çaly?yyor, güzel yazy yazmayy ö?reniyordu. Ney üflemesini üç yyllyk "Çile" süresi içinde geli?tirdi?i söylenir.

Söylentiye göre bir gün Gavsi Dede'ye Halil Efendi adynda bir dostu ziyarete gelmi?. Bir süre sohbetten sonra her ikisinin de cany ney dinlemek istemi?. O gün de usta neyzenlerden dergâhta hiç kimse yokmu?. O syralarda çok genç ve emekleme döneminde bulunan Osman Dede'ye ney çaldyrtmy?lar. Bütün acemili?ine ra?men genç sanatkârdaki kabiliyeti sezen Halil Efendi, bu genç delikanlynyn ileride neyzenba?y olabilece?ini Gavsi Dede'ye söyleyerek takdirlerini belirtmi?.

Gerçekten de Osman Dede sanatkâr ki?ili?ini i?leyip geli?tirdi;sazynda eri?ilmez bir virtüöziteye ula?arak Galata Mevlevihânesi'nde on sekiz yyl neyzenba?ylyk yapty. Bu arada Gavsi Dede'nin kyzy ile evlendi. Kayynbabasynyn ölümü üzerine 1697 yylynda mevlevihânenin ?eyhli?ine getirildi. Bu makamda otuz üç yyl kaldyktan sonra 1729 yylynda öldü ve tekkenin mezarly?yna defnedildi. Yerine o?lu Syrrî Abdülbaki Dede ?eyh olmu?tur.

XIX. yüzyylyn ünlü bilgin ve mûsikî?inaslaryndan Ali Nutkî Dede, Nasyr Abdülbaki Dede, Abdürrahim Künhî Dede, Osman Dede'nin kyzy Saide hanymdan torunlarydyr. Bu büyük din ve sanat adamy iyilik seven, ne?eli, güzel konu?an, kimseyi incitmeyen, herkesi kendine ba?layan bir kimseymi?.

Ça?ynyn usta hattatlaryndandy. Sülüs ve nesih türü yazyyy Nefes-zâde Ysmail Efendi'den , taliyk türü yazyyy ise kayynbabasy Gavsi Dede'den ö?rendi. En çok taliyk yazmada ba?aryly oldu?u söylenir.

Bir ?air olarak o dönemin ?iir anlayy?y çerçevesinde güzel örnekler vermi?tir. Tasavvufî gazelleri, mesnevi ?eklinde yazdy?y miraciye'si, â?ykhane ?iirleri, na'tleri, Hazreti Muhammed'in mûcizelerini anlatan ?iir ?eklinde yazdy?y bir eserinden ba?ka bazy nazireleri vardyr. ?iirlerinde "Nayî"mahlasyny kullanan Osman Dede'nin Ravzatü'l-Ycaz ile Miraciye'si göz önünde tutulursa, iyi bir tasavvuf ?airi oldu?u sonucuna varylyr.

Ney üflemedeki ustaly?y, o günden bugüne kadar "Kutb-, Nayî" syfaty ile anylmasy, neyzenba?y olmasy ve bu görevi onsekiz yyl ba?ary ile sürdürmesi ile belgelenmi?tir.

Mûsikî?inasly?yna gelince eserlerindeki ifade kudreti, sa?lamlyk ve dâhiyane sentezler bu sanaty ne derece bildi?ini anlatmaya yeterlidir. Mûsikînin sadece teknik yönü ile de?il eski Edvâr kitaplaryny inceleyen, nazariyat ile u?ra?an bir sanatkârdyr. Bu sanat dalynda notasyzly?yn nelere mal oldu?unu görüp anlayarak bir de nota yazysy bulmu?tur.

Mûsikî ö?renim yyllarynyn ilk dönemlerine ait güzel bir hikâye anlatylyr:Mevlevihânede "Çile" doldurdu?u yyllarda, ney ö?reniminin ba?langycynda "Dem Çekme" denemeleri yaparken çykardy?y seslerin güzelli?i her nasylsa padi?ahyn kula?yna ula?my?. Genç dervi?, ?eyhinden izin alynarak saraya getirilmi?. Mûsikî üstadlarynyn da bulundu?u bu mecliste padi?ah, Osman Dede'nin u??ak makamyndan bir taksim etmesini emretmi?. O zamanlar mûsikîyi ve bu sanatyn inceliklerini henüz iyi bilmedi?inden, ney'i rastgele üfleme?e ve tatly na?meler çykartma?a ba?lamy?. Bu ba?ary oarda bulunan mûsikî?inaslary hayrete dü?ürmü?. Padi?ah "Dedem bunun pe?revi yok mudur ?"deyince, "Eyvallah" diye çalma?a koyulmu?. Padi?ahyn "Dervi?, bu pe?revin ady nedir ?" sorusuna da "Gül Devri padi?ahym"kar?yly?yny vermi?. Eserin ady böylece kalmy?. Rast makamyndaki bu pe?revin âyinlerde çalynmasy mevlevihânelerde gelenek halini almy?tyr.

Eserleri:

1-Mevlevi Âyinleri:Rast, Hicaz, U??ak ve Çargâh makamlaryndan bestelemi? oldu?u dört mevlevi âyini ba?ly ba?yna birer sanat olayydyr. Bunlardan hicaz makamyndaki âyinin tamamy unutulmu?ken, Edirneli bir dervi?in hâfyzasyndan, birinci ve ikinci selâm'yn tamamy, üçüncü selâm'yn bir bölümü tesbit edilmi?tir.

2-Rabt-y Tabiat-y Mûsikî:Bir Edvâr kitabydyr;mûsikî ile ilgili eserlerden söz eder.

?iir ?eklinde ve Farsça yazylmy?tyr.

3-Miraciye:Türk Mûsikîsi'nde ?aheser bir beste örne?idir. Segâh, Müstear, Dügâh, Neva ve Hüseyni makamlarynda be? bölüm olarak bestelenmi?, her bölümün ba?y tev?ihlerle süslenmi?tir. Ancak, Neva bölümünün on sekiz mysraynyn bestesi unutulmu?tur. Miraciye'nin sözleri eksiksiz bir ?ekilde derlenerek, 1895 yylynda Maarif Nezareti Evrak Müdürü Ali Galip Bey tarafyndan bastyrylmy?tyr.

4-Gazeller, nazireler, na'tlar

5-Türk Mûsikîsi'nde kullanylan perdelerin ba? harflerini alarak Arap alfabesine dayaly bir nota yazysy bulmu? ve bu konu ile ilgili bir kitap yazmy?tyr. Bu eserin iki müshasy yakyn zamanlara kadar Yenikapy Mevlevihânesi'nde iken sonradan kayboldu?undan geni? bir bilgi elde edilememi?tir.

6-Saz Eserleri:Osman Dede klâsik mûsikîmizde önemli bir saz eseri bestekârydyr. Eserleri yeni mûsikî ö?renenler, hele ney çalma?a çaly?anlar için ö?retici özelliktedir. Bu eserler kendisinden sonra gelen bestekârlara örnek olmu?tur.

Hem dinî hem de din dy?y mûsikîmize birbirinden de?erli eserler kazandyran bu büyük insany saygyyla ve rahmetle anyyoruz. . .


Kaynak:Türk Mûsikîsi Tarihi Merhum Dr. M.Nazmi ÖZALP
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Neyzen Tevfik



24 Mart 1879’da Bodrum’da doðan Neyzen Tevfik’in asýl adý Tevfik Kolaylý’dýr. Babasýnýn memleketi Bafra'nýn Kolay nahiyesi olduðu için soyadý kanunuyla "Kolaylý" soyadýný almýþ. Babasý Rüþtiye Mektebi muallimi Hasan Fehmi Bey, Annesi Emine Haným’dýr. Kendine özgü yergileri ve yaþam biçimiyle adýný duyuran Neyzen Tevfik, babasýnýn görevli bulunduðu Urla kasabasýnda, usta bir neyzen olan Berber Kâzým'la tanýþtý ve ondan ney dersleri almaya baþladý. Ayný günlerde de, ilk sar'a nöbetini geçirdi.


Bu arada okulu býrakan Neyzan Tevfik’i babasý yatýlý olarak “Ýzmir Ýdadisi”ne yazdýrdý. Ancak sar’a nöbetlerinin yeniden baþlamasý üzerine okulu tamamen býraktý. Ney’e duyduðu derin sevgiyle Ýzmir Mevlevihanesi’ne girdi. Neyzen Tevfik, burada Tokadizade Þekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Þair Eþref gibi pek çok ünlü isimle ile tanýþtý ve onlardan Türkçe'nin yaný sýra Arapça ve Farsça dersleri aldý. Þair Eþref, yalnýzca dostu ve hocasý olarak kalmayarak ona hicvin kapýlarýný da açtý. Ýlk þiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de “Muktebes” dergisinde yayýmlandý.


1898 yýlýnda, babasý medrese öðrenimi için Neyzen’i Ýstanbul'a gönderdi ve Fethiye Medresesi'ne yerleþtirdi. Ama Neyzen Tevfik, zamanýný daha çok Galata ve Yenikapý Mevlevihanelerinde geçirdi. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanýþtý ve Mehmet Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçýlarý ile tanýþmasýný saðladý. 1901 yýlýnda, medrese giyimi olan cüppe ve þalvar yerine Akif'in verdiði setre pantolonu giymesi, akþamlarý medrese dýþýnda kalmasý ileri-geri konuþmalara yol açýnca, Fethiye Medresesi'nden ayrýldý. Önce Fatih'teki Þekerci Haný'na, sonra da Çukurçeþme'deki Ali Bey Haný'na yerleþti. Bu arada babasýný tanýyan ve daha sonra Þeyhülislam da olan Musa Kazým Efendi onu kendi derslerine kabul etti.

Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Þair Þeyh Vasfi gibi edebiyatçýlarla tanýþtý. Mehmet Akif'le dostluðu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öðretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransýzca öðretti. Dost çevresi içinde artýk Ýbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uþakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, Hacý Arif Bey, Yunus Nadi de vardý.


1900 yýlýnda, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Maðazasý sahibi Hâfýz Âþir Bey'le bir plâk doldurma giriþimi oldu. Neyzen aþýrý içkili olduðu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basýlýp piyasaya verildi. 1949'da yayýmlanan Azâb-ý Mukaddes'e yazdýðý önsözde belirttiðine göre, "yüze yakýn plâk" doldurmuþtur.


Öte yandan istibdata karþý olan gençlerle Sirkecideki Ýstasyon Gazinosu ve Güneþ Kýraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarýna iliþkin ve istibdat karþýtý konuþmalar yaparlardý. Güneþ Kýraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Þakir, bir gün, sözü Eþref'ten açýp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rýza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuþturdu ve tüm düþüncelerini öðrendi, ardýndan da ihbar etti. Gözaltýna alýnan Neyzen, sýkýntý dolu bir sorgulamadan geçirildi. Bu arada, daha önce tam otuz beþ kez jurnal edilmiþ olduðunu öðrendi. On beþ gün sonra da serbest býrakýldý.


Serbest kaldýktan sonra kendisini Beyoðlu meyhanelerine attý. Bu esnada Sütlüce Bektaþi Tekkesi'ne devam ederek Þeyh Mümin Baba'dan nasip aldý. Siyasi baskýnýn artmasýndan sonra yurt dýþýna gitmeye karar verdi ve 1902 yýlýnda Mýsýr'a gitti.


Neyzen Tevfik'in Mýsýr'da geçen yýllarýna iliþkin olarak gerçekle gerçek olmayaný birbirinden ayýrmak neredeyse imkansýz. Ama geçimini neyi ile saðladýðýný ve hicvetmeye devam ettiði biliniyor. Mýsýr’da bir arkadaþý ile Neyzenler Kahvehanesi açýp iþletti. Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurdu. Jön Türklerle iliþkili, bir dost toplantýsýnda sarhoþlukla tabancasýný ateþlediði ve duruþmada yargýca "haksýzlýk yapýyorsunuz" dediði için altý ay hapse mahkûm edildi. Ancak yaptýðý itiraz kabul edildiði için bir buçuk ay yattýktan sonra özgürlüðüne kavuþtu. Bu arada Feride adlý Lübnanlý bir kadýnla iki ay birlikte yaþadý.


II. Abdülhamit için yazdýðý "Abdülhamid'in Aðzýndan Bir Nutk-ý Hümâyun" adlý hicvini Ýstanbul Kýraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istendi fakat çevrenin iþe karýþmasý ile kurtuldu. "Türk Aydýnlarýnýn Mýsýr Hidivi Hakkýndaki Düþünceleridir" baþlýðý ile gazetelerde yayýmlanan yazý nedeniyle hakkýnda tutuklama kararý verildi. Kurtulmak için de "Kaygusuz Sultan" adlý bektaþi tekkesine sýðýndý.

II. Meþrutiyet'in ilânýyla Mýsýr'dan ayrýldý ve Ýzmir'e döndü. Daha sonra da Ýstanbul’a geçti. Çemberlitaþ'ta bir han odasýna yerleþen Neyzen Tevfik, seyretmek için gittiði ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen "Sabah-ý Hürriyet" adlý oyunun Ýttihat ve Terakki'ce yasaklanmasý üzerine yaptýðý konuþma yüzünden tutuklandý. Ardýndan kýsa bir süre sonra da serbest býrakýldý.
Neyzen Tevfik 1910 yýlýnda "sarýklý bir zâtýn kýzý olan Cemile hanýmla", kardeþinin ve babasýnýn karþý çýkmasýna karþýn, annesinin ýsrarý ile evlendi ve bir kýzý oldu. Ancak yürümeyen evliliði, kýzý Leman henüz üç aylýkken kayýnbabasýnýn eþini alýp götürmesiyle son buldu.

I. Dünya Savaþý yýllarýnda, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paþa'nýn emrinde ve Mehterbaþý olarak askerlik yaptý. Düzenle baþý hoþ olmayan Neyzen Tevfik, herhangi bir meseleden dolayý Muhtar Paþa ile kavga etti ve askerden çýkarýldý. Daha sonra, dönemin Harbiye Nazýrý Enver Paþa'nýn yalýsýnda Mehter takýmýnýn verdiði konseri izleyen Almanya'nýn Romanya'daki Kuvvet komutanýnýn ilgisini çekti. Bazý kaynaklarda da onun çaðrýlýsý olarak Romanya'ya gittiði yazýlýr. Romanya'da piyano eþliðinde konser verdi.


1919 yýlýnda, ilk kitabý “Hiç”i yayýnlandý.


1923 yýlýnda Ankara'ya gitti ve kardeþi Þefik Kolaylý'nýn yanýnda 4-5 ay kaldý. Ulusal Kurtuluþ Savaþý'ný ve Mustafa Kemal'i yücelten þiirler yazdý bu sýrada. 1924 yýlýnda, arkadaþý Hasan Sâit Çelebi'nin de yardýmlarý ile yazdýklarýný “Azâb-ý Mukaddes” adý altýnda forma forma yayýmlamaya kalkýþtý ancak giriþim baþarýlý olmadý ve iki formadan sonra noktalandý.

1926 yýlýnda Atatürk'le tanýþan Neyzen Tevfik, 1927 yýlýnda sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artýk sýk sýk gideceði Toptaþý Týmarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye baþladý. 1928 yýlýnda, ski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mýsýr'a gitti ve bir yýla yakýn bir süre yanýnda kaldý.


1930’lu yýllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündað'ýn giriþimi ile Konservatuvar'da görevlendirildi. 1940’lý yýllarda doktoru olduðu kadar dostlarý da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ýn aracýlýðý ve Valiliðin oluru ile Bakýrköy Akýl Hastahanesi'nin 21 nolu koðuþu ona ayrýldý. Ýstediði zaman gelir, yatar, dinlenir ve çýkar giderdi. Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili þunlarý yazmýþ; "Onu yakinen tanýmak mazhariyetine 1932’de erdim. O tarihte genç bir asistan olarak Bakýrköy Akýl Hastahanesi'ndeki 18 numaralý serviste (ehline) açmýþ olduðu þiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yýlmak bilmeyen bir talebesi olmuþtum."


9 Mart 1946'da, basýn yararýna düzenlenen bir konserde ney çaldý ve yaptýðý taksimlerle izleyicileri büyüledi. 1949 yýlýnda, dostlarýndan Ýhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altýnda, “Azâb-ý Mukaddes” adý ile kitaplaþtýrdý. 1951 yýlýnda “Onu Affettim” adlý bir filmde önemli bir rolde gözüken Neyzen Tevfik, “Aðlayan Þarký” adlý bir baþka filmde ise, Suzan Yakar'la oynadý.


1952 yýlýnda, arkadaþlarýnýn ýsrarý ile Þehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptý. 1930'larda Ýstanbul Belediye'sinin baðladýðý yardým aylýðýný saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmadý. Neyzen Tevfik'in söylenceleþen yaþamý 28 Ocak 1953'de son buldu. Cenaze namazý Beþiktaþ'ta Sinan Paþa Camii'nde kýlýndý. Caminin avlusundan taþan kalabalýk; ana caddeleri, kahveleri, yolun karþýsýnda ki Barbaros Bulvarýný doldurdu. Memurlarýn, profesörlerin, ileri gelenlerin yaný sýra kýlýklarýna çeki düzen vermeye çalýþmýþ sarhoþlar, sokak serserileri ve bin bir çeþit insan bir arada uðurladýlar Neyzen'i bilinmeyene. Kim bilir belki de hiçlikten hepliðe…

Ne hayatý, ne dünyayý, ne de kendisini "hiç" kavramýyla ifade etmek deðildi onun yaptýðý. O, karþýtlýklarýn birbirini var ettiði algýlayýþýmýzda, var oluþ derinliðinin sarhoþluðu içinde arayýþýný sürdürürken “Hiç” olaný fark etmiþti. Para-pul, mal-mülk, þan-þöhret elinin tersiyle ittiði þeylerdendi. Adaletsizliðe, çýkarcýlýða, kör inançlara, baskýya, otoriteye, din istismarýna sert ve etkili bir üslupla hicivlerinde ve hayatýnda baþ kaldýrdý. Boynunda eski yazýyla “Hiç” yazardý.
Kullanıcı avatarı
Itri
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 20-02-2008 21:58
Konum: Ankara
İletişim:

Mesaj gönderen Itri »

Türk Musikisi Formları


TÜRK MUSİKİSİ BESTE FORMLARI



SAZ MUSİKİSİ FORMLARI ( PEŞREV , SAZ SEMAİSİ ,MEDHAL,SİRTO,LONGA, MANDIRA , TAKSİM , ÇİFTETELLİ ,ZEYBEK )



PEŞREV

Farsça bir kelime olup önde giden anlamına gelir. Faslın başında icra edilen genellikle dört haneli ( bölüm ) saz musikisi eserleridir.Peşrevler hakkında Dr.M.Nazmi Özalp’in Türk Musikisi Beste Formları adlı eserinde Meragalı Hoca Abdulkadir’den naklederek ( M.1415 Camiü’l –Elhan ) ‘da peşrevin tanımı şu şekilde yapılmıştır. ( Peşrev evyat ve eş’ardan hâli olur. Haneler vardır….tâ onbeş haneye kadar bestelemek caizdir. Ve en az iki hane olur. Gene Meragalı Abdulkadir sekiz yıl sonra kaleme aldığı ( Hicri 826 ) Makâsidü’l Elhan isimli eserinde peşrevi şöyle tarif etmektedir. “ Peşrevde ebyat ve eş’ar olmaz. Tamamen nağme seslerden ibarettir. Haneleri vardır. Birinci hane, ikinci hane , üçüncü hane…..ta onyedinci haneye kadar bestelemek caizdir. Fakat zamanımızda dokuz hanede karar kılınmıştır. Bazı peşrevlerin birinci hanelerinin sonundaki nağmeler her hanenin nihayetinde ( lâzime) olarak tekrar edilir. Tıpkı şiirdeki redif gibi. Peşrev bütün usûllerle bestelenebilir. Fakat zamanımızda çoğu muhammes ve remel usûlleriyle besteleniyor. Bir haneli peşrevlere ( zahme) denir. Bazen bu tek hane ile de terennüm edilebilir. O zaman buna Havâî denir. Rahmetli Özalp Safiyüddin Abdulmumin ve Ali Şah, Kantemiroğlu gibi nazariyatçıların tariflerini de vermektedir. Bknz ( Türk Musikisi Beste Formları TRT Sayfa 5-6)



SAZ SEMAİSİ

Saz semaileri saz musikisi eserlerindendir. Bunlar da tıpkı peşrevler gibi hane, mülazime,teslim gibi bölümlere ayrılır. Saz semaisi beştekarlığında en çok on zamanlı aksak semai usulü ile daha az kullanılan altı zamanlı sengin semai usulleri kullanılmıştır. Curcuna usulü ile de ölçülen örnekleri vardır. Eakiden yapılmış olan eserlerde hane ve teslimlerde değişik usuller kullanılmış ise de 19.y.y. dan itibaren en çok bilinen şekilde eserler bestelenmiştir. Dr. Suphi Ezgi bir çok saz semaisi şeklinden söz eder….



MEDHAL



Sözcük anlamı “giriş” demek olan medhal batı musikisindeki uvertürleri hatırlatır. Bazı bestekarlarımızca özellikle Refik Fersan tarafından “ Musahabat-ı Mûsikîye” adı altında beltelenmiştir. Eski bir beste şekli değildir. Yüzyılımızın başından beri kullanılmaktadır. Bu formu ilk kez kullanan Ali Rifat Çağatay’dır. Tıpkı peşrevlerde olduğu gibi teslim ve hanelerden ibarettir. İcrası da peşrevlere benzer. İki ya da dört haneli medhaller mevcuttur. Peşrevler kadar parlak bir beste şekli olmayan bu tür eserler genellikle sofyan usulü ile bestelenir. Büyük usuller kullanıldığı da olmuştur.



SİRTO



Sirto Yunanca kökenli bir sözcüktür. Ait olduğu toplulukta kadın ve erkeklerin toplu olarak oynaması sırasında icra edildiği ileri sürülür. Türk Sanat Musikisi bünyesinde “oyun havası” sayıldığı halde hiçbir zaman raks unsuru olarak icra edilmemiş , hareketli bir saz eseri olarak kullanılmıştır. Bu gün oyun havaları arasında ya da fasıl programlarının sonunda saz semaisi yerine icra edilmektedir. Üç ya da dört haneli olan sirtoların ilk hanesi genellikle teslim yerine geçer. Sirtolar “Nim Sofyan” usulü ile bestelenir. Eser tümü ile icra edildikten sonra ritmli bir ara taksim yapılır. Bundan sonra ikinci kez başından sonuna kadar yeniden icra edilerek bitirilir. Bazen taksim yapılmadan da iki kez peş peşe icra edilerek esere son verilir.



LONGA



Longa sözcüğü Latince kökeli olup , Türk Sanat Musikisine Romen Musikisinden geldiği ileri sürülür. Oyun havalrı arasında sayıldığı halde bu da sirto gibi mûsikîmizde raks unsuru olarak kullanılmamıştır. Fasıl programlarının sonunda ya da saz eserleri icrasında hareketli besteler olarak icra edilmiştir. Usul Nim Sofyandır…..



MANDIRA



Halk Musikimizden kaynaklanan 7 zamanlı bir ritm şekli olan devr-i turan usulünün ikinci mertebesi olan 7/16 ‘lık ritmle bestelenen bir beste türüdür.Karadeniz yöresi oyun havalarını andırır. Üç veya dört haneli olan mandıralarda teslim bölümü yoktur.



TAKSİM



İcracının bir makamda ritmsiz olarak makam seslerini seyrin ötesinde tüm özellikleriyle duyurması ve kendine özgü bir icra şekli ile irticalen sunmasıdır. Tanburi Nejdet Yaşar taksimin ustalığı gösteren çok önemli bir icra şekli olduğunu ve basit seyir yapmak olmadığını vurgulamakta ve icracının kendine özgü bir taksim yapması gerektiğini vurgulamaktadır. Çeşitli taksimler vardır.

Baş Taksim , Son Taksim , Giriş Taksimi , Ara Taksimi gibi , Geçiş Taksimi , Ölçülü Taksimler ,Karışık Taksim , Fihrist Taksim gibi.

FORMLAR EKLENMEYE DEVAM EDECEKTİR

KAYNAK : TÜRK MUSİKİSİ BESTE FORMLARI Dr.M.Nazmi Özalp TRT Yayınları
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Google [Bot] ve 1 misafir