O, problemler karşısında pes etmemiştir

Şu unutulmamalı ki, olumlu ve müspet davranışların, temsil mevkiinde bulunan insanlar tarafından ortaya konulması, o insanın diğer insanlara tesirli olması açısından çok önemlidir. Yani bir insan namazı anlatıyorsa öyle bir namaz kılmalı ki, dışarıdan ona bakanlar, “Bu zatın hiç bir şeyi olmasa, sadece şu namazı onun hak çizgide olduğunu gösteriyor” demelidirler. Hatta ona dışarıdan bakan insanlar tam inanmasalar bile onun bu namazının alınması gerektiğine inanmalıdırlar. Nitekim, temsilde hep önde yürümek gereklidir.
İnsanlar için “üsve-i hasene - en güzel örnek” olan Nebiler Serveri, başına gelen türlü türlü bela ve musibetlere karşı takındığı tavrında, tebliğinin yanı sıra temsilde de en iyi bir misal teşkil ediyordu. Mesela bir defasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) istirahata çekilmiş, sabaha kadar dönüp durmuş, fakat bir türlü uyuyamamıştı. Sağına ve soluna dönüyor, adeta ızdıraptan iki büklüm oluyordu. Sabah olunca hanımı sordu: “Ya Rasulallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Allah Rasulü’nün cevabı şu oldu: “Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekat hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan idiyse! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” (Müsned, 2/193)
Sadaka ve zekat O’na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hanesinde, sadaka veya zekat malları gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan ve hayatını hep bu hassasiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı.
Bir keresinde mihrapta namaza duracağı esnada Efendimiz‘in (sallallahu aleyhi ve sellem) aklına birden bir şey geliyor ve Ashabına namazı kılmalarını söyleyip kendileri odasına gidiyordu. Hücre-i saadetlerine soluk soluğa giriyor sonra da namaz için tekrar geliyordu. Daha sonra durumu şöyle izah ediyorlardı: “Ben namaza dururken evde fakirler için dağıtılacak bir şey vardı. Onu dağıtmadan namaza durursam kalbimi meşgul edeceğinden korktum. Sonra eve gidip Aişe'ye onu hemen vermesini söyledim. Evde bir şey olmadığı halde gelip öylece namaza durmayı arzu ettim.”
Evet, herhangi biri Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece cömertliğine, infak mevzuundaki hassasiyetine ve dünya karşısındaki tavrına baksa kendi kendine: “Bu Zat’ın hiç bir şeyi alınmasa bile şu verme duygusu alınabilir.” diyecektir.
Efendimiz, belaların en büyüğüne maruz kalmıştı
Nebiler Serveri’nin temsil gücü, başına gelecek bela ve musibetlerde de en bariz bir şekilde görülmekteydi. Allah Rasulü belaların en büyüğüne maruz kalıyordu. Zaten bu, ilahi ahlâk ve âdetin bir neticesiydi. O (sallallahu aleyhi ve sellem): “Eşeddünnâsi belâen el-enbiya sümme’l-emsel fe’l-emsel - İnsanların belaya en çok düçar olanları, nebîler (Bazı rivayetlerde nebilerden sonra salihler, bazı zayıf rivayetlerde ise nebilerden sonra evliya denmektedir) daha sonra da derecesine göre herkes gelir.” (Tirmizi, Zühd, 56; Darimî, Rikak, 67) buyurarak bu hakikati dile getiriyordu. Bu demektir ki, insan ne kadar zirve ise o kadar çok musibete maruz kalır. Soğuk, kar, fırtına ve tipi ilk defa onun olduğu yere düşer. Eğer kar bir yerden kalkmamaya karar vermişse, bu zirve insanların karar kıldığı yerden kalkmaz ve dolayısıyla böylesi mana büyüklerinin bir yanında sürekli kış yaşanır durur. O zirveye yakın olan yerler değişik mevsimlerde hem o kardan hem doludan hem de dumandan nasibini alırlar. Bu meseleyi böyle anlamak gerekir. Bu ilahi bir âdettir.
Aynı zamanda bu insanlar, bela ve musibetlere maruz kalmasalar, insanı kıvrandıran bir kısım bela ve musibetler karşısında nasıl bir tavır alınması lazım geldiği hususunda okunan bir kitap, taklid edilen bir rehber ve kendisine uyulan bir imam olamazlar. Uyulan bir imam, taklid edilen bir insan, bela ve musibetler karşısında okunan bir kitap olabilmek için evvela bu sıkıntıların onlara gelmesi lazımdır. Bu gibi olumsuz hususlarda da yine peygamberler ve peygamberlik sona erdikten sonra da Ebu Hanife, Şah-ı Nakşibend, İmam Gazali ve İmam Rabbani gibi büyük insanlar rehber konumundadırlar.
Gerçi Allah’tan bela istenmez, aksine afv ve âfiyet istenir. Fakat bu istekte bulunan insanlar bütün bütün terk edilmişliği, cismânî ve hayvânî bir yaşayışa terkedilmişlik olarak telakki ederler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hz. Aişe validemiz belalara o ölçüde maruz kalmışlardır ki adeta musibetlere bu kadar çok maruz kalan zatların beyinlerinin bazı yanları değişik türden gelen belalara karşı koymak için mukavemet kazanmıştır. Ayrıca bu mevzuda rehberlik etmeleri için onların özel olarak hazırlandıklarını söylemek de mümkündür. Bu açıdan hayatının hemen her karesini ızdırapla geçiren Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat serencâmesini gözden geçirmemiz faydalı olacaktır.
Babasını, daha doğmadan kaybetmişti
Evvela, şu hususu belirtmek gerekir ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çok hassas ve duyarlı bir ruha sahip idi. Çevresine bakınca bakışlardan mana çıkarır, bakışlara göre insanları ve onların duygularını yorumlardı. Zaten bu kadar hassas ve duyarlı olmasa idi semâ alemlerine kapı aralaması da mümkün olmazdı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), fizik ile metafizik arasında yaşayan bir ruha sahip olmakla beraber yarım adım atarak hemen öbür aleme geçebilecek derecede bir duyarlılığa da sahipti. Bir yetimin ağlamasıyla oturur onunla beraber bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı ama mukavemet edilecek yerde de mukavemetini gösterirdi.
İşte böyle büyük duyarlılığa sahip olan bir nebinin hayatının akışlarını gözden geçirmeye devam edelim: O hassas ruh (sallallahu aleyhi ve sellem), çocuk yaşta iken annesini idrak etmiş, iki-üç yaşında iken annesinin kocasız dul bir kadın olduğunu da içinde derinlemesine hissetmiştir. Hayatı boyunca bu hisleri ruhunda duyarak yaşamıştır. Daha sonraki hayatı da büyük bir müddeti itibariyle, hep bir dedenin evinde geçmiştir. Bütün alemin babası vardır ama O (sallallahu aleyhi ve sellem) babasını daha doğmadan kaybetmiştir. Hayatı dört -veya daha kuvvetli rivayete göre altı- yaşına kadar böyle geçmiştir. Tam anasını idrak edip sıcaklığını ve okşamalarını duyacağı an onu kaybetmiştir. Sekiz on yaşına girince annesi gibi dedesi de O’nu bağrına basıp “evladım” deyince Allah’ın huzuruna alınmıştır. Aslına bakılırsa bunların her bireri kendi çapında çok büyük değişik birer imtihandır. Peygamberliğinin sekizinci senesinde -ki bu seneye senetü’l-hüzn veya âmu’l-hüzn denmiştir- Cenab-ı Hak, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) iki dayanağını birden almıştır: Hz. Hatice'yi ve Ebû Talib.
Bunların hepsi derinlemesine düşünüldüğünde her birinin ayrı dalga boyunda büyük birer imtihan anlaşılacaktır. Sebepler açısından hiç bir koruyucusu kalmamakta ve adeta Cenab-ı Hak O’na fiilen: “Senin başka koruyucun olmamalı. Ben sana yeterim. Sen sürekli “Hasbunallahü ve ni'me’l-vekil” diyecek, sana inananları da arkana alacak, bana güvenini yenileyeceksin” demektedir.
Hayat arkadaşını kaybedince yetimleriyle baş başa kalmıştı
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) arkadaşlarına öyle alışıktı ki, vefatına bir hafta kala başını kaldırıp Ashabına bakmış, sonra başını tekrar yere indirerek ağlamaya başlamıştı. Daha sonra bu hareketi tekrarlamıştı. Çevresiyle bile bu kadar alakadar olan ve onlara karşı derin alaka duyan bir insanın ne derin bir hassasiyete, ne engin bir duyarlılığa sahip olduğunu ayrıca ifade etmeye gerek yoktur herhalde.
İşte bu duyarlılığı içinde bir gün etrafına gelip giden insanların ciddi tehdit altında olduklarını ve yanına rahat bir şekilde sokulamadıklarını görüyor, sağda solda hep kaçamak olarak sadece üç-beş insanlık meclisler teşkil edilip onlarla teselli oluyordu. Eve döndüğünde de derdini dinleyecek, manevi alış veriş yapacağı, ufkuna göre bir zevcesi vardı. Fakat Allah (celle celaluhu) onu da elinden alınca yetim çocukları ile baş başa kalıyordu. Bunun ne derece zor bir hadise olduğunu ancak kendi ruhumuzda yaşayarak anlayabiliriz. Dışarıda O’nu tehdit eden bir şiddete mukabil alışık olduğu evde de yalnızlığın O’nun içine verdiği bir hiddet vardı. Belki de ecel gelecekti veyahut da vadede daha müddet vardı. İşte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunda derinlemesine o evin vahşetini duyuyordu.
Allah O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) bu imtihanı da tattırıyor hatta hayatta iken çocuklarının da ölümlerini gösteriyordu. Çünkü arkadan gelen insanların bazıları da bunu tadacaklardı. O (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara da rehber olmalıydı. Bütün bu kadar imtihana karşılık Efendimiz’de hiç feryad ü figan yoktu. Bu gibi hadiselerin hassas bir ruhta nasıl tesir icra ettiğini ve adeta bam teli gibi bir sesin geldiğini Allah Rasulü'nün hassasiyeti içinde aramak ve anlamak lazımdır ki O’nun içinde bulunduğu imtihanın buudları anlaşılabilsin.
Yurdundan yuvasından çıkarılmıştı
Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinin devamında O’nun Mekke'den ayrıldığını görüyoruz. O’nun Mekke'ye karşı olan alakası ve irtibatı, bizim herhangi birimizin kendi vatanına karşı olan irtibatı gibi değildir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisinin Mekke'deki konumunun idrakinde olduğu gibi Sidretü’l-müntehâ'nın izdüşümü ve yerin göbeği olan Kâbe ile aynı memeden süt emmenin ve bununla beslenmenin şuurundaydı. İşte Peygamberimiz, kendisi için adeta ikinci bir eş olan Kâbe'den ayrılmak zorunda kalmıştı. O (sallallahu aleyhi ve sellem) hicretle, sadece yurdunu ve yuvasını değil her gün Cenab-ı Hakk'ın cemâlinin tecellîgâhı olan mübarek bir yeri bırakıp gitmişti. Nebiler Serveri hicret esnasında bir keresinde bu duygularla dolu olarak derin derin hislere dalıp: “Eğer beni çıkarmasalardı senden çıkmazdım. Ey Kâbe! Allah şâhid ki seni çok seviyorum” demişti. Böylece Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yurttan yuvadan edilmenin yanı sıra Kâbe gibi bir yurttan edilmenin ızdırabını da sinesine basmıştı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisinden sonra yurdundan ve yuvasından edilenlere de örnek olacaktı.
“Efendimiz’in hayatının hiçbir karesi imtihansız geçmemiştir” demek mübalağa olmaz. Yine bir keresinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir yere gelip oturmuş ve bir düşman entrikasıyla karşı karşıya kalmıştı. O büyük güven insanı (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine'de bir gün yalnız olarak hücre-i saadetlerinde yatarken, içinden, “Keşke birisi gelse, başımda beklese de biraz uyuyabilsem.” şeklinde bir hissini geçirmişti. O öyle düşünürken Sa'd b. Ebî Vakkas, kılıcıyla şangır şangır oraya gelmiş Efendimiz’in onun kim olduğunu sorması üzerine kendini tanıtmış ve, “Allah’ın Rasulü rahat uyusun, size bir şey olmasın diye kapınızda bekleyeyim mülahazasıyla geldim.” demişti.
O, ashabıyla da imtihan olmuştu
O (sallallahu aleyhi ve sellem) başına gelen sıkıntılarla imtihan olduğu gibi başlarına gelmesi muhtemel musibetlerle de, bunların ağırlığını her an ruhunda derin derin hissediyordu. Mesela Efendimiz’e yakın olan insanlardan bazıları Bedir’de harp başlayacağı esnada şöyle diyebilirlerdi: “Biz bir kervanı takip etmek ve Mekkelilerin elimizden aldığı mallarımızı geri almak için bu yola çıkmıştık. Bizim harp düşüncemiz yoktu.” Böyle bir söz sarf etmemiş olsalar da, demek ihtimalinin ne kadar ağır olduğu ortadadır. Bu meseleyi, kendimizi başkasının yerine koyarak değil de O'na inanarak, O'nun için yurdunu yuvasını terk etmiş veya evini başkalarına açmış olarak düşündüğümüzde, O'na inanmış bazı insanların bunu söyleme ihtimalinin Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için ne büyük bir imtihan vesilesi olduğu anlaşılacaktır.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir’den sonra da öyle bir fırtına ile karşı karşıya kalacaktır ki bu kasırga her yeri kasıp kavuracak ve yetmişe yakın sahabiyi önüne katıp götürecektir. Tabi bu fırtınanın önüne katıp götürdüğü şehitler arasında Hz. Hamza da vardır. Bu da demek oluyordu ki, Efendimiz’in acılarına bir de amca ızdırabı eklenecektir. Bedir'de de amcasının oğlu Ubeyde b. Hâris b. Abdulmuttalib'i kaybetmişti. Daha sonra Hendek'te Yahudilerin ihanetleri ile ayrı bir şekilde karşı karşıya kalıyor ve onları Medine'den uzaklaştırırken dışarıdaki insanların yapacakları dedikodu da ayrı bir imtihan olarak karşımıza çıkıyordu.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), musibetlere dayanma mevzuunda da bizim için bir nümune teşkil ettiğini bu şekildeki hayatıyla göstermiş oluyordu. Bütün hayatıyla bizim için eşsiz bir rehber olan Efendimiz vasıtasıyla Allah’ın bizden istediği iki husus var: Birincisi O'nun hayatını hayatımıza hayat kılmak, ikincisi ise O’nun getirdiği mesajları bütün sinelere duyurabilmek. Acaba bu konuda yeteri kadar üzerimize düşen vazifeleri yerine getirebiliyor muyuz?
Ali İhsan Er