Hayatın İçinden

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Kocadere köyünde büyük bi sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi Bosnalı , Kimi Adıyamanlı , Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...
Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır.Zor nefes alıp vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır.Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.

"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..."
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:
"Ben...Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...Kendisini göremedim.Belki ölürüm.Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin"
"Sen merak etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.
Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde "söyleyin hakkını helal etsin" olur...
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula.Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır.Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz...
PUSULADAKİ NOT:
"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi.Biraz sonra taarruza kalkacağız.Belki ben dönemem.Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim."

Siz bu olayın neresindesiniz?


Türklük davası güdüp de ecdadın ayaklarındaki toz olamayanların, vatan millet sevdasında! olup ülkeyi yiyip-bitirenlerin ve yetim hakkına bile göz dikip;
haksızca hak iddia edenlerin .....
... Onlar anlar...
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Aysel,o gün yine her zaman yaptığı gibi olağan işleri ile vakit geçirmişti.
Evin tek kızıydı. Ağabeyi de yurt dışında hem okuyor hem de
çalışıyordu. Dört kişilik küçük bir aileye sahipti. Oysa o kalabalık bir
aileye sahip olmak istiyor,onun da yanlışlarını düzeltecek,bilmediklerini
ona anlatarak bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir büyük ablasının olmasın
çok isterdi.Ama takdir.İki kardeşle sınırlı,oldukça yaşlanmış
anne-babasıyla yaşamaya çalışırken birde abisinin yurt dışında olmasıyla
iyice azalmışlardı.Aysel orta okuldan sonra okumamış,ailesi onu birkaç
sene Kur’an kursuna göndermişlerdi.Onlar için öldüklerinde
arkalarından az da olsa Kur’an okuması çok önemliydi.Anne ve Namazlarını eda eden,gelişen hiçbir olaya müdahale etmeden,bana dokunmayan bin yaşasın
mantığıyla başkalarının başına gelen her hangi bir olaya müdahale etmez
hatta başları derde girer korkusuyla sessiz kalırlardı.Abisi onları
sürekli bu konuda uyarmış,sessiz kalındığında o olayı yapanlarla aynı
derecede günaha girerek,olayı gerçekleştirenler yüreklendirdiklerini bu
hali terk etmelerini dile getiriyordu. Babası ile bu konularda sık sık
tartışıyorlardı.Babası;

- Oğlun sana ne?Sen neden gelişen olaylar hakkında yorum yapıyorsun
sanki?Git oyunu kullan ondan sonrasına karışma.Duymamazlığa görmemezliğe
gel.Sonra başın derde girer.Neden kendini ve geleceğini tehlikeye
atıyorsun?Biz seni Kur’an kursuna bunları öğrenmen için mi
gönderdik?Namazını kıl gerisine karışma.

Evde sık sık bu tür tartışmalar yaşanır hale gelmiş,annesi ve Aysel
de rahatsız oluyorlardı bu yaşananlardan.Enes her defasında babasına
yumuşak bir ses tonuyla karşılık verse de bir türlü uzlaşamıyorlardı.Bazen
Enes babasına tavsiye edercesine konuşunca babası yine kızarak;

- Sen bana İslam’ı mı öğretiyorsun?Benim babam hocaydı.Ben kaynağından
öğrendim her şeyi. Babam bize Namazın şeklinden tutta,nasıl ve ne şekilde
Namaz kılarsak Allah bizden hoşnut olur,ellerimizi nasıl
bağlayacağız,otururken ayaklarımız nasıl olacak ve diğeribadetlerde ki tüm
şekilleri bana Babam öğretti.Sen bunları inkar mı ediyorsun?

Enes de her defasında;

- Babacığım ben yanlış biliyorsunuz demiyorum ki.Allah razı olsun beni
kursa gönderdiniz de bilmediklerimi sizin sayenizde öğrendim.Ama
okuduğunuz Kur’anın bir de anlamı var,bunu da sakın
unutmayın.Mesela,Namazla ilgili ayetler o kadar açıkki,

‘Namazı ikame et.Çünkü Namaz insanı kötülükten ve fuhşiyattan
alıkoyar’

Yine sürekli Namaz içerisinde okuduğumuz Maun suresinde Yaradan ne
güzel açıklıyor.

‘Vay o Namaz kılanların haline.Onlar Namazlarında gafildirler’

Babacığım ben her ibadetimi hakkıyla yerine getirmek istiyorum.
Namazımı gereği gibi ifa ederek bana yüklediği tüm sorumlukların
bilincinde Allah Celle den başka ilahlık taslayanlara boyun eğmeden sadece
tek olan Yaradanıma secde ederek beni tüm kötülüklerden ve hata yapmaktan
uzaklaştıracak bir şekilde ibadet eden bir kul olmak istiyorum.Gayretim
sadece bu noktada.Baba bunun neresi suç? Yanlış olan bir şeye karşı çıkmak
şayet suçsa,Peygamber efendimiz de suçluydu.Çünkü Peygamber efendimiz de
Kur’ana ters düşen her şeye karşı çıkmıştır.Ben acizane Peygamberin
sünnetine uymak için bu şekilde davranıyorum.

Yaşlı adam söyleyecek bir söz bulamayınca her zaman ki gibi
mazeretleri sıralıyordu;

- Ben bilmiyorum.Bildiğim tek şey,Alemin akıllısı sen değilsin.Başın
derde girerse bende seni tanımam.Asla yardımda etmem,ona göre ayağını denk
al!

- Babam benim.Sen merak etme.Allah büyüktür.Ben de sana Yusuf
aleyhisselamın dediğini diyebilirim sadece.

‘Onların beni çağırdıklarından zindan bana daha sevimlidir’

Boş ver sen kafana takma bunları.Sadece bizim için dua et
babacığım.Dua et ki,Allah ayaklarımızı bu dinde sabit kılsın,Dua et
ki,Rabbim bizi cayanlardan değil de kararlı bir şekilde bu dinde sebat
edenlerden eylesin.

Aysel tüm bunları düşündü.Onun belli bir düşüncesi olmamasına rağmen
çoğu zaman babasını haklı bulur,abisinin fazla dindar olmak için bu denli
çalışmasını yersiz görürdü.Kendiside örtülüydü ve Kuranı da çok güzel
okurdu.Öyle ki,dinleyenleri mest ederdi adeta.Böylesi toplantılara iştirak
ettiğinde her kes onun okuması için ısrar eder oda kimseyi kırmaz
arapçasını güzel bir şekilde okurdu.Manasını o da bilmiyordu.Ona manasının
insanı etkileyen bir şey olduğunu anlatmamışlar aksine hocası;

- Siz manasını anlayamazsınız.Onu ancak ilimde derinleşenler anlar.

Diyerek uzaklaştırmıştı onları.Aysel de bu yüzden manasını anlamaya
yönelik bir çabaya girişmemişti.Abisi izine geldiğinde ona da sormuştu ama
o bu konuda çok hiddetli ve katıydı;

- Olur mu hiç kardeşim.Bu nasıl bir mantıktır anlamıyorum.Allah insanı
yaratacak sonra yarattığı insana bir kitap indirecek ve bunu da ancak alim
diye nitelendirilen insanlar anlayacak.Böylesi bir şey olabilir mi?

Anlayamadığımız bir kitap tan Allah bizi sorumlu tutar mı? Kur’an
insanın yaşama biçimidir.Hayatı düzene
sokan,aile,komşu,akraba,ana,baba,gibi yaşamımızın her anını düzenleyen bir
kitaptır.Onların ısrarla üzerinde durdukları bu yaklaşım kesinlikle
şeytani bir yaklaşımdı.Sakına onların tuzaklarına kapılma.Sen aklı başında
birisin.Allah’ın sana gönderdiği tüm buyrukları birinci ağızdan öğrenmek
istiyorsan Kur’anın anlamını da okumalısın.

Evet sürekli bu şekilde tavsiyelerde bulunuyordu.Haklı olabilirdi
aslında.Enes’in islam’a bakış açısı,yaşam biçimi,olayları
değerlendirmesi,insanlarla ilişkileri o kadar mükemmeldi ki,çevrelerinde
ki pek çok insan ona gıptayla bakıyor hatta onun arkadaşlarından bazıları
onunla izdivaç yapabilmek istediklerini dile getiriyorlardı.Ama abisi üç
senedir yurt dışındaydı.Evlenmeyi düşünmediğini de sık sık dile
getiriyordu.Ama evlense deyine kendi gibi düşünen biriyle evleneceğini
biliyordu.Kendiside dahil onun evleneceği kişiyi çok merak
ediyorlardı.Hatta komşularından bazıları;

- Yurt dışında birini bulur getirir,düşüncelerinden de vazgeçer siz
merak etmeyin.Sorumluluk altına girince bu kadar katı kuralları olmaz
diyorlardı.

Aysel ağabeyini iyi tanıyordu ama yine de aileden uzakta bir sürü
kızın arasından birini seçebileceğini,o kızın tarafına kayabileceğini
düşünüyordu.Neden olmasın ki?Çevresinde bu şekilde olan olaylar
çoğunluktaydı.Hatta abisinin en yakın arkadaşı bile cahil bir kızla onu
İslam’ı anlatarak daha fazla sevaba gireceğini savunarak evlenmişti.Ama
hiçte öyle olmadı.Her şeyi yavaş yavaş terk etmiş en son duydukların da da
Namazını bile terk ederek, bir partiden aday olarak belediye başkanlığına
kadar yükselmişti.Koltukla yaşadığı hayat arasında yaptığı tercihte
o,tercihini koltuktan yana kullanmıştı.Enes bu olaya çok üzülmüş,yurt
dışına çıkma isteğinin altında da bu üzüntü büyük rol oynamıştı.Zaman
değişti şartlar ne gerektiriyorsa o şekilde davranmalıyız diye gerekçeler
suna arkadaşına çok fazla kırılmıştı aslında.Enes’e göre topuklarının
üzerinde gerisin geriye gidenlerden olmuştu.Senelerce aynı
düşündüğü,peygamber efendimizin sünnetini beraber okuyup tatbik etmeye
çalıştığı ,yeri geldiğinde bir simidi bölerek yedikleri,son kalan
paralarını bile tereddütsüz beraber harcadıktan sonra yol paraları
kalmadığı için saatlerce yürüyerek gidecekleri yere ayakları şişmiş
vaziyette gittikleri halde asla şikayetlenmedikleri can arkadaşı, Müslüman
kardeşim dediği arkadaşının değer yargılarının değiştiğine şahit olmak onu
fazlasıyla üzmüştü.Kendisini defalarca uyarmasına rağmen bir sonuç elde
edememenin verdiği buruklukla ayrılmıştı yurdundan.

Aysel,abisinin ayrılma sebebi olarak görüyordu bu olayı.O kişiye
kızgınlığı sadece bu yüzdendi.

Saatine baktı.Zaman ne kadar da çabuk geçmiş,yaşananları düşünürken
zaman kavramını unutmuştu sanki.Geçmiş onu çok etkiliyor,babası ile abisi
arasındaki bitmek bilmeyen sürtüşmelerini bile özlüyordu.

- Keşke tekrar gelebilse.Ah abi seni ne kadar özledik bir bilsen.

Mutfağa doğru yöneldi. Akşam yemeğini hazırlamalıydı. Anne ve babası
bir hasta ziyaretine gitmişlerdi. Onlar gelmeden yemek işlerini bitirmek
için acele ediyordu. O henüz yemek işini bitirmişti ki, kapı çaldı. Hızla
koşup kapıyı açtığında gelen anne ve babasına;

- Hoş geldiniz.

- Hoş bulduk yavrum. Neler yaptın bakalım biz yokken?

- Hiçbir şey yapmadım. Abimi ve eski günleri düşünürken vakit geçmiş
farkında olmadan.

Annesinin gözleri doldu hemen.

– Ah yavrum bende çok özledim Enes’imi. Neler yapıyor acaba?

Sonra kızının hazırladığı sofraya baktığında boğazında bir şeyler
düğümlenip kaldı sanki.

- O ne yiyip içiyor acaba? Gurbette kimlerle dertleşiyor kim bilir?

Babaları atıldı söze:

- Sizde üzülecek bir şey buluyorsunuz. Ne yapacak kocaman adam.
Yemeğini de yapar, arkadaş ta edinmiştir.Siz merak etmeyin. Hanım sende
ağlamak için bahane arama!..

Hep beraber yemeğe oturdular. Zoraki yemeğe çalışırlarken telefon
sesiyle irkilmişlerdi. Anneleri koşarak açtı telefonu. Yüzünde gülücükler
açarak konuşmasından arayanın Enes olduğunu anlamışlardı ki, onlarında
asık olan yüzleri güldü. Annesi şaşkınlık ve sevinçle konuşuyordu. Aysel
olan biteni anlamaya çalışsa da başaramamıştı. Nihayet konuşma bitince
içeri gülerek girdi annesi:

- Biliyor musunuz ne olmuş?

- Ne olmuş hayırdır anne?

- Hadi hanım meraklandırma bizi ne olmuş söylesene?

Annesi daha fazla uzatmadan başladı anlatmaya.

- Enes bir kızla tanışmış.Türk değilmiş. Evlenmeyi düşünüyorlarmış.
Kendi aralarında nişan yapmışlar. Bizimle tanıştırmak için buraya
getirecekmiş.

Babanın yüzü asılmıştı:

- Türk değil miymiş?

- Değilmiş.

- Allah Allah başımıza buda mı gelecekti. Alemin memleketinden bula
bula dinsiz imansız birini mi bulmuş? Buradan az buçuk dini bilgisi olan
birini bulurduk ona. Biz ne hayaller kurduk onun yaptığına bak! Yabancı
birini bulmuş. Bari bir de kilisede düğün yapsaydı. Bu çocuk el aleme beni
rezil etmek mi istiyor? Hanım düşünsene o kızı görenler bizim hakkımızda
ne düşünürler? Hacı anne babanın gelinleri bir yabancı. Aman Allahım
düşünmek bile istemiyorum.Ah Enes Ah!Ahir ömrümüzde bizim yüzümüzü
güldüreceğine inme indirecek. Ben o kızla değil tanışmak görmek bile
istemiyorum. Gitsinler başka yerde kalsınlar.

- Dur bey hemen sinirlenme. Hele bir gelsinler yüz yüze bir görüşelim,
bir tanışalım. Oğlumuz bizi utandıracak bir şey yapmaz. Mutlaka bir
bildiği vardır.

Babası sessizce düşüncelere dalarken Aysel ve Annesi çoktan hayaller
kurmaya başlamışlardı bile.

O gün aile erkenden kalkmış hazırlıklara çoktan başlamışlardı. Bugün
onlar için çok özel bir gündü. Çünkü Enes ve nişanlısı memleketlerine
geliyorlardı. Nihayet gelin hanımla tanışacaklardı. Bu olayı duyan
akrabalar çoktan kulis yapmaya başlamışlardı bile. Hepsi de Enesin
İslam’dan bahsettiği halde yabancı memleketten biriyle nişanlanmasını
eleştiren sözler sarf ediyorlardı. Kim bilir ne kadar açık giyinen
biriydi? Belki de Allah’a inanmayan hatta inkar eden biriydi. Enes nasıl
böyle bir şey yapardı? Demek ki oda düşüncelerinden vazgeçmiş onların
dediklerine gelmişti. Daha neler neler...

Babası bunların bazılarını duymuştu. Duymasa bile öyle düşündüklerini
biliyordu. Onlara mahcup olmak çok ağrına gidiyor, oğlunu savunmak istese
de söylecek fazla bir söz bulamıyordu. Onlar sabırsızlık içerisinde
bekliyorlardı ki, bir taksi yaklaştı kapının önüne. Enes ön kapıyı açarak
dışarı çıktı. Anne ve Babası oğullarını görünce koşarak taksiye
yöneldiler. Babası oğlunu görünce sevinse de gelin adayının yabancı olduğu
gerçeğini kabullenemiyorlardı. Daha sonra arka kapı açılınca gördükleri
manzara karşısında iyice şaşırmışlardı. Topuklarına kadar uzun pardüsesi
ile büyük bir eşarp takmış sevimli ve nur yüzlü bir kız tebessüm ederek
bakıyordu onları bekleyenlere. Enesin yanındakilere baktı. Enes anne ve
babasına:

Anneciğim işte size bahsettiğim gelininiz. Adı Zeynep.

- Oğlum ama sen demiştin ki

- Ne demiştim anne?

- Sen Türk değil demiştin ya oğlum. Biz de zannettik ki ..

- Anladım anne yorma kendini ben Türk değil dedim ama, Müslüman değil
demedim ki. Zeynep sonradan müslüman olanlardan.

Zeynep onların yanına yaklaşarak yarım bir Türkçe ile;

- Anneciğim nasılsınız?

- İyiyim kızım Allah’a şükür şu anda çok daha fazla iyiyim. Hoş geldin
yavrum hoş geldiniz.

Sonra Aysele dönerek:

- Sende Aysel olmalısın abin senden o kadar bahsetti ki inan seni çok
yakından tanıyorum. İnşallah seninle çok güzel anlaşacağız. Sizde babam
olacaksınız değil mi?

- Evet kızım. Hoş geldiniz İnan beni çok utandırdınız!

- Neden babacığım bilmeden bir kusur mu işledim yoksa?

- Hayır kızım asıl kusuru biz işledik. Enes senin yabancı olduğunu
söyleyince senin giyimini ve düşüncelerini daha farklı olacağını
düşünmüştük. Ama rabbime hamd olsun ki, sen bizden de dindar çıktın. Affet
bizi kızım. Seni tanımadan, hakkında bir şey bilmeden bir sürü yorum
yaptım. Allah da beni affetsin.

O tüm bunları söylerken sesi titriyordu.Zeynep gülümsedi.

- Enes’in sayesinde babacığım. O sadece bana değil benim gibi pek çok
arkadaşıma gerçekleri görmemizde yardımcı oldu. Bize islamı anlattı. Onun
yaşantısı, dürüstlüğü, tevazusu, insanlarla olan sohbeti, Allah’ın
ayetlerini güzel bir şekilde açıklaması, Peygamber Efendimizin
yaşantısından verdiği örnekler bize islamı sevdirdi.

- Hadi kızım içire girip rahat rahat konuşalım. Eminim ki bize
anlatacak, sizden öğrenebileceğimiz daha çok şey var...



Mükerrem BULUT
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Anne Cennet Ne Kadar Güzel

Stuttgart Waiblingen bölgesindeiki yılı aşkın haftalık çevre
sohbetlerinden tanıdığımbir hanım telefonda şöyle ağlıyordu:
Hocahanım, bizimburada bir komşu, kızını kaybetti. 18 yaşındaydı.
Ani bir ölümle öldü. Annesi adeta çılgına döndü. Sürekli isyanda,
Keşke kızım şöyle şöyle olsa idi de ölmese idi diye feryat figan
ağlıyor. Ne olur bir gelseniz onunla siz konuşsanız. Sizi az çok
tanıyor. Size saygısı var, belki sizi dinler. Biz ne yapacağımızı
şaşırdık...

Ertesi gün gittim ve beni ölen genç kızın evine götürdüler. Evde
matem, yas... Anne bir köşede hiç durmadan ağlıyor. Bana annesi
şunları anlattı: "Kızım, ben ve babası her sene olduğu gibi geçen
sene de memleketimiz izmir'e tatile gittik. Evimizin karşısındaki
apartmanda bir genç adam oturuyor. Terbiyesi, asaleti, giyimi ve
duruşu ile kızımın dikkatini çekmiş. Bana:

Anne bak! Evlenebileceğim genç dedi. Biz de 'tanışalım' diye bir
tanıdığı ile haber gönderdik ve tanıştık. Maksadımızı arz ettik.
Genç adam üniversite okuyan dindar ve kültürlü biri idi. Kızıma:
'Aramızda kültür farkı var, siz açık gezen bir hanımsınız, bense
eşimin tesettürlü ve mazbut bir insan olmasını isterim.' deyince
kızım 'En kısa zamanda dinimi öğrenecek ve tatbik edeceğim, bana
zaman ver.' dedi. Ertesi yaz buluşmak üzere anlaştılar. Kızım ilk iş
olarak kendisine dinimizi anlatacak, öğretecek bir yer aradı ve
buldu. Çok gayretli dini bilgileri öğreniyor, namazlarını kılıyordu.
Böylece izin bitti ve Stuttgart'a döndük. Burada bir göz doktorunun
yanında sağlık teknisyeni olarak çalışıyor, iş zamanından arta kalan
zamanında da Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için çok gayret sarf
ediyordu. Gelirken getirdiği mantoyu ve eşarbı evde giyip

'Anne yakışıyor mu?' diyordu. Bütün samimiyetiyle islam'ı
öğreniyordu. Sivaslı bir komşumuz onu oğluna istemiş, o ise "ret"
cevabı vermişti. Fakat o, bunu gurur meselesi yapmayarak Kur'an-ı
Kerim'i öğrenmek için onlardan yardım istemişti.

Bir gün 'Başım ağrıyor.' diye doktora gitti. 'Bir şeyin yok.'
demişler. Ama baş ağrısı devam ediyordu. Göz, kulak ve diş
tahlillerinin sonucunda da bir şey bulamamışlardı. Ama başının
ağrısı da bir türlü geçmek bilmiyordu. Bana anlattığına göre, bir
gün, evde kimse olmadığı halde, evimize bir genç delikanlı gelip ona
kırmızı bir gül getirmiş 'Ben ahiretten geliyorum, Allah-u Teala
Hazretleri seni benim kısmetim yazdı, cennette sen benimsin. Burada
evlenmeyeceksin.' demiş.

Baş ağrısı durumu 15 gün sürdü. Son çare olarak şule'yi hastaneye
tahlil için aldılar. Araştırmalar neticesinde hiçbir şey
bulamadılar. Bir gün hastaneye gittiğimde yattığı odanın
penceresinden bakıp bana şöyle dedi:

'Anne! Cennet ne kadar güzel.' Döndüm ve baktığı tarafa baktım,
gördüğüm sadece park etmiş arabalardı. Ama o büyülenmiş gibi mutlu
bir şekilde pencereden bakıyordu.

Bana dedi ki: 'Anneciğim, beni yarın saat 8.00'de götürecekler.'
dedi. Çılgına döndüm. Babasına koştum, 'Kızımız ölüyor, yetiş.'
dedim. Babası da çaresiz yüzüme baktı. Söylediklerine inanamıyorduk;
ama yine de endişe ve telaşımız had safhadaydı. 'Ya doğruysa.'
diyordum. O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün sabah 7.00'de
hastanedeydim. Babası koridorda, içeri girmeye dayanamamış, çaresiz
ağlıyordu. İçeriye girdim. Kızım bana şöyle vasiyette bulundu:

'Anneciğim, ben ölünce sakın ağlama. izmir'deki o gence de benden
selam söyle, Cenab-ı Hak ona mutluluklar versin. Ona minnettarım,
dinimi öğrenmemde bana sebep oldu. Anne, bu fakir gence maddi
yardımda bulun ve onu istediği bir kızla evlendir. Hesabımda onun
evlenmesi için yeterli miktarda para var.

Bu arada sık sık saate bakıyordu. Sonra büyülenmişçesine
'Geldiler.' dedi.

Yüzüme baktı, korku ifadesi vardı. 'Anne, Azrail'in ayakları ne
kadar büyük.' dedi, odanın uzunluğu kadar.

'Babama selam söyle.' dedi. Başını yastığa koydu,

Kelime-i şehadet getirdi ve kızım öldü!!!

Adeta çıldırmıştım. Odadan kendimi dışarı attım, 'Bey' dedim
'Kızımız öldü'. ikimiz tekrar odaya daldık, kızımız vefat etmişti.
Bizden istediklerini yerine getirdim. şimdi ben bu acıya nasıl
dayanırım?'(S. Yerlikaya)

Bu ibret dolu olay, dinimizi öğrenme, marifetullah konusunda
derinlememiz hususunda iyi bir ders olur inşaallah.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Kasap Tahir: "Kasap Tahir Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon'u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu. Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine 'Kasap Tahir' diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi."Birgün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine 'Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın' demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza başlamıştı."O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu."Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, 'Bu adam nasıl bu hale geldi?' diye hayretlerini izhar ediyorlardı."Nihayet Temyiz Mahkemesi'nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu. Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950'de umumî af çıkınca, Kasap Tahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap Tahir, 'Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir' diyordu.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Cami ışıklarına bakan çocuk...

Sonra büyüdüm.

İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.


Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.

Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

Hálá o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.

Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.

Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.

Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.

Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...

Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.

Allah’ı çok sevmiştim.

Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.

Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.

Ama beni sevmesini isterdim.

İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.

O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.

Biz dede-torun değildik.

Beni sevmiyordu.

Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.

Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.

Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.

Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.

Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.

Sonra büyüdüm.

İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.

Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.

Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.

Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.

Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.

Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.

Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.

Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.

O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.

Dindarları sevdim.

İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.

Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.

Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.

Onlara saygı göstermeyi öğrendim.

Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.

Zor günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.

Din hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.

Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.

İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.

Dindar olmadım, inançlı olmadım.

Hálá da değilim.

Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.

Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.

Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.

Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.

Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.

Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’ öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.

Tanrı’dan bir beklentim yok.

Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.

Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.

Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce ‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.

Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

Affetmezse de gücenmeyeceğim.

Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.



Ahmet ALTAN
23 Ekim 2005

Hürriyet
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

NAMAZ

"Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: "Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılır mı?" Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmış, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.
Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa, hep... Namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak,


"Yine geciktirdim namazı." dedi kendi kendine. Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda etli. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi. "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana." dedi.

Çok seviyordu onu

...Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki... hicabından renkten renge girerdi.

O gün akşama kadar derse girmişti Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece....

Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor,soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanında ki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.

Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek.....

Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde, iki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden..." Şükürler olsun " dedi, kendi kendine ve devam etti;" Gözlerimi dünyaya açtım,Hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını İslam yolunda harcıyordu. Anneni eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofraların biri kalkıp , bir yenisi kuruluyordu.

Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım. "Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken, "Rabbimi *********, en azından sevdiğimi zannediyorum." Diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az, Cennet’i kazanmama yetmez." Diye düşünüyordu.Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi. Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyordu. Sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu.

Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kağıt, mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti. Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi.

Kulakları yanlış mı duyuyordu? ismi cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı.

" Olamaaaazzzz " diye bağırdı. Sağa sola koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikle oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." Diyordu.

Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?
Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü..

"Hizmetlerim...
Oruçlarım....
Okuduğum Kur'anlar......
Namazım....
Hiçbiri beni kurtarmayacaktın?" diyordu.

Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.

Resülullah,

"Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler." Buyuruyordu.

"Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu.

" Namazlarım.....Namazlarım....Namazlarım." diye diye hıçkırdı.

Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu. Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı.

"Sen de kimsin ?" dedi.

İhtiyar gülümsedi:

" Ben senin namazlarınım."

"Neden bu kadar geç kaldın?
Son anda yetişim?
Neredeyse düşüyordum ." dedi

İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; Başını salladı;

" Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?

Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kanter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor..

İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"

Mimarbaşı der ki:

"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut sulan İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."

Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan sulan tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:

"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:

"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."

"Nedir o mimarbaşı?"

"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."

Kanuni'nin cevabı şu olur:

"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.

O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.

Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."

Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."

Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.

Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.

Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.

Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.

Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."

"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım."

"O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."

Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."

Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."

Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."

Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.

Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:

"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."

Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır. Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.

Derler ya: "Duvara dayanma yıkılır, insana güvenme ölür." Öyleyse fani şeylere dayanmamalı, fani şeyleri gaye edinmemelidir. Allah'a dayanmalı, Allah'a güvenmeli ve yaptığımız hizmetleri de Allah rızası için yapmalıyız. İnsan bu tecelli karşısında hayıflanmaktan kurtulamıyor:

"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI

Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için
kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı. Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca.
Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra
"Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?"
diye sordu genç bayana.
Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket
karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi.
Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly, evin önünden ayrıldığı zaman
kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu.

Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar
yapılması için onu büyük kente gönderdiler. Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini
duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını
kurtarmak için elinden geleni yaptı.

Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly,
denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.
Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını
asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.
Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
"Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.".



Atalarımız ne güzel söylemiş; İyilik yap denize at balık bilmezse Halık (Yaratma kudretinin tek sahibi Allah c.c.) bilir...
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Parmağını Ateşe Tutan Öğrenci

HARİKZADELER Sokağı... Şehzade Camii'nden Lâleli Camii'ne doğru
inerken karşılaştığım sokaklardan birinin adı bu. Harikzadeler.
Yani, yangından kurtulanlar...

İstanbul'un ahşap binalarının kim bilir kaçıncı yangınını teşkil
ediyordu buradaki son yangın. Kışın soğuğunun bile ateş gibi yaktığı
bir geceydi. Sonraları ismini sokağa verecek olan müthiş yangın da
işte böyle bir gecenin yarısından sonra iki katlı ahşap bir evde
başlamıştı. Kısa zamanda etrafı saran ateşlerin içinden canını
kurtaran kurtaranaydı. Alevlerin aydınlığında sokağa fırlayan genç
kızcağız da bunlardan biriydi. Ne yapıp nereye gideceğini şaşırınca
Şehzade Camii'nin medreselerinden birinin camlarından görünen bir
ışık ümit vermişti. Dişlerini şakırdatan bu soğuğa daha fazla
dayanamazdı. Bugün kız talebe yurdu yapılan medresenin kapısını itip
içeri girdi.

Gaz lâmbasının ceviz rahle üzerine serptiği ışıkta Kur'ân tefsiri
mütalâa eden dalgın talebe başını kaldırınca bir mânâ veremedi:

- Kimsin sen, in mi cin mi? Gecenin bu saatinde ne işin var
burada?

- Ben in, cin değilim. Din kardeşlerinden biriyim. Mahallemizde
çıkan yangın bizi de alevler içine aldı, canımı zor kurtarıp, buraya
sığındım.

- Olmaz! Ben şu anda tefsir mütalâa eden bir talebeyim. Şaibeli
hareketlerden uzak kalmam lâzım. Seni buralarda görürlerse
dedikodunun önünü alamayız. Burasını hemen terk etmelisin.

- Gecenin bu saatinde nereye çıksam donarım!

Tefsir talebesi mırıldanarak düşünmeye başlar...

- Hayırdır inşaallah. Herhalde bir imtihana tabi tutuluyoruz?..

Bir iki dakikalık sükût...

- Öyleyse şu duvarın dibindeki kilime sarın ve köşede
istirahatine bak.

Gözlerini tekrar kitabına dikip, Beyzâvî tefsirini mütalâaya
devam eden talebe, dakikalar ilerledikçe şeytanı ile mücadeleye
başlar.

Bir ara:

- Hayır! diye haykırarak parmağını lâmbanın isli alevine tutar,
derisi büzülünceye kadar ateşten çekmemekte de ısrar eder.

Mücadele sabaha kadar devam eder, birkaç defa ateşe tutulan
parmak iyice yanar ve ucunda bir yara bile meydana gelir. Şafak
sökmek üzeredir. Sonraları Kuzat mezunu olup hâkim çıkacak olan
talebe sabah ezanıyla birlikte medreseyi terk edip namaza gider.
Dönüşte odasında kimsenin kalmadığını görünce rahat bir nefes alır.

Ortalık aydınlanınca yangın yerine koşan kızcağız, babası ile
anasının feryatlar içerisinde kendisini aradıklarını görünce
bağırır:

- Babacığım, anneciğim, benim için asla üzülmeyin.

- Kızım nerede kaldın bütün gece?

- İşte şurada, medresenin odasında, bir talebenin yanında.

Ve kızcağız olanları anlatır.

Bu defa Osmanlı paşası baba kızını yanına alarak Şehzade
Camii'nde tefsir veren hoca efendinin huzuruna çıkar ve talebelerini
toplamasını rica eder.

Hoca üzgün, mollalar hayrette. Bir talebenin kızcağıza iffete
aykırı bir davranışta bulunduğu endişesi içindeler...

Toplanan mollaları bir bir gözden geçiren kızcağız birini işaret
eder:

- İşte babacığım, parmağının ucu sarılı olan talebe!

Tefsir hocası hayretler içerisinde sorar:

- Selâhaddin, senden asla ümid etmezdim, nasıl oldu da böyle bir
şikâyete sebebiyet verdin?

Selâhaddin başını önüne eğer ve hocasından utancından tek kelime
bile söylemeye muktedir olamazken kızın babası müdahale eder:

- Muhterem hocam, değerli talebenizi hırpalamayın. Biz onu
şikâyet için değil, takdir ve tebrik için aramaktayız. Siz,
parmağını niçin sardığını bir sorun ona!

Ve mahcup talebe ısrara dayanamaz anlatır:

- Şeytan bana vesvese verdikçe ben de parmağımı lâmbanın ateşine
tutuyor, 'Buna tahammül etmeyi göze alıyor musun?' diye soruyordum.
İşte bu sırada parmağım yandı, sarmak zorunda kaldım..


Bir Osmanlı paşası olan baba kararını açıklar:

- Hocam der, bu öğrencinin mezun oluncaya kadar bütün
masraflarını üstlenmekle kalmıyor, ayrıca kızımı verip onu damat
edinme şerefine de talip bulunuyorum!
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Nehir Aydın Gökduman'ın çarpıcı öyküsü.

Bu yollar yürümeyle tükenmeyecek diyorum İfaket’e... Biz neyin mücadelesini veriyoruz Allah aşkına. Hergün şafakla gözlerimizi oğuşturarak yollara düşüyoruz. Bulvar’dan Kurupelit dolmuşlarına kadar sirke satan yüzlerle, hoyrat adımlarla, esnemeye dahi fırsat bulamadan yürüyoruz, yürüyoruz. Hayır hayır yürümek lafzı lüks; at gibi koşuyoruz... İfaket başka ne bekliyordun dercesine hızlandırıyor adımlarını. Acele etmezsek vizeyi kaçıracağız, diye uyarmayı da unutmuyor. Gözlerim henüz perdeleri çekilmeyen evlerin pencerelerinde hep. Her sabah o perdelerin arkasında, rahat döşeklerinde uyuyan insanlara iç geçirmeden varamayacak mıyım okula? Onların uyandıkları zaman basacakları halıyı, mutfağa geçtiklerinde ocağa koyacakları çaydanlığı, camlara sinecek buğuyu, ve höpürdeterek içecekleri çayı düşündükçe ne derdin vardı da bu tempoya girdin demekten alamayacak mıyım kendimi? Sessiz düşünemem ki hiç. Herkese, herşeye hasretiz diyorum İfaket’e. Her günümüz, her saatimiz ipotek altında... Senin canın sıkılmıyor mu hiç?

İfaket her zamanki ağırbaşlı, kaderine razı duruşuyla gülümsüyor. Gece nöbetin yine yoğun geçti galiba diyor. Ne söylemek istediğini hemen anlıyorum. Yani sen yorgunluktan ne konuştuğunu bilmiyorsun demek bu... İnadına evet kötü geçti diyorum. Hasta kan kaybından gidiyordu ve nöbetçi doktor hastanede yoktu. Deli danalar gibi oradan oraya koşuşturdum durdum. Ne acil tepsisi vardı hali hazırda, ne sargı bezi, ne de enjektör... İyi ki tıp fakülteleri var... Yoksa şu ölümcül hastaları nereye satardık bilmiyorum. İfaket bu kez de alış bunlara dercesine gülümsüyor. Bana da yalnızca bir la havle çekmek kalıyor geriye.

Kurupelit dolmuşları peşpeşe kalkıyorlar duraktan. Çok şükür itiş kakış da olsa bir yer bulabiliyoruz kendimize. Dolmuşun kirli camından Karadeniz’in engin dalgalarına dikiyorum gözlerimi. 19 Mayıs şehrinde gönül rızasıyla sineye çektiğim tek görüntü bu. Yalnız maviyle kucaklaşmak, ufuktaki gemilerle dönüşü olmayan yolculuklara çıkmak en büyük özlemim. Şimdi ifaket’e bunu da söylesem, ütopyayı bırak realiteye bak diye tersleyecek beni. Doğru! Dolmuş ücretini bile güç ödeyen bir öğrenci için imkânsızı düşlemek değil de ne bu? En iyisi susmak ve manzaranın tadını çıkarmak. Denizin üzerindeki beyaz köpükler dalgaların hışmıyla karaya vurdukça içimde gelgitler kabarıyor. Sanki birileri de beni tıpkı bu köpükler gibi eritip sindirmek; direngenliğimi, güzelliğimi söndürmek istiyor... İçimde binlerce tafra ağlaşıyor yetim çocuk kimsesizliğinde...

Kampüse iner inmez, farmakoloji vizesinin yapılacağı amfiye yollanıyoruz. Dört sınıf aynı anda sınav olacağız. Her bölümün işine geliyor bu durum. Sınava yalnızca ders hocası girse bari... Bölüm sekreterini yine gözetmen ilân etmese. O zaman çok daha kolay oluyor, soruların cevaplarını araştırmak! En arkadan bir öndeki sıraya oturuyoruz. Yüz yirmi kişi kurbanlık koyunlar gibi gözümüzü farmakoloji hocasının yüzüne diktik...Derslerde alabildiğine vasat olan hocanın çehresindeki mağrurluğu görünce, neyine gururlanıyor bu kuzum diye dürtüyorum İfaket’i... Ne verdi ki ne bekliyor bizden. İfaket sınav heyecanıyla duymazdan geliyor sözlerimi... Yarı yıl tatilinde hiçbir dersten takmamayı aklına koymuş bir kere. Gülleriyle meşhur memleketine gidecek... Kış ortasında güz gülleri derleyecek... Benimse gözümden uyku akıyor. Çantamdaki simit kırıntılarını kemiriyorum, sınavın klâsik olduğunu düşündükçe ilaç bilimiyle ilgili tüm bildiklerimi toparlamaya çalışıyorum hafızamda... Farmakokoji ilaç bilimi demek; ilaç bilimi farmakoloji... Eee sonra, yandım ben çıra gibi yandım... İfaket sömestirde Isparta yollarına döşenirken, ben ilaç kokuları arasında bayılacağım Şu sınav bir bitsin, kantinde iki duble çay içeceğim üst üste...

Hoca sınav kâğıtlarını dağıtacağı sırada, kapıda iki kız öğrenci beliriyor. Kaç zamandır uğratıldıkları uzaklaştırma cezası yüzünden üniversiteye alınmayan Nagehan ve Filiz bu. Onları görür görmez içimdeki yangın palazlanıyor... Pûrdikkat kesiliyorum kapıdaki görevliyle diyaloglarına. Kızlar ellerindeki kâğıdı göstererek ceza sürelerin bittiğini, sınava girmek istediklerini belirtiyorlar. Ders hocası, bir problem mi var dercesine çatık kaşlarla kapıya yürüyor. Kızlar ona da tekrarlıyorlar az önce izah ettiklerini... Fakat ne deseler boş... Hocanın dikkâti onların sözlerinde değil, başlarını örten örtüde. Cezanız bitmiş ama nereden belli akıllandığınız diyor. Ve sizi böyle sınava alamam diye ekleyerek dönüyor sırtını. Öylece kalakalıyor kızlar... Biz cezaya çarptırılacak ne yaptık ki? diyor Nagehan. İnancımızı yaşamaktan başka ne? Sizin yeriniz burası değil, yakışmıyorsunuz, bu okula! diye bağırıyor hoca... Şu görünümünüzle ne ders anlatma, ne de sınav yapma şevki bırakıyorsunuz bende. Kızlar vakarlarını bozmadan savunuyorlar kendilerini. Hatta Nagehan pervasız bir atılganlıkla amfinin kapısından içeri birkaç adım atıyor. Onu engelliyor Filiz. Hocanın gözlerindeki ifade bir kuzgununkinden farksız çünkü. Her an avının üzerine atılmaya hazırlanır gibi... Koskaca amfide yalnızca bakışlar konuşuyor. Radyolojinin oğlanlarında istemsiz bir kıpırtı, laboratuvarın kızlarında bu filmi kaçıncı kez izliyoruz bıkkınlığı, bizimkilerde umursamaz fısıltılar oluşuyor... Nagehan ve Filiz’in kapıdaki duruşları mıh gibi işliyor yüreğime. İfaketle göz göze geliyoruz... Otur yerine der gibi bakıyor ayakta olmadığım halde... Ellerimi sıkıntıyla saçlarımda dolaştırıyorum... Tokamı hırsla çekip çıkarıyorum. Saçlarımı dağıtıyorum hocanın gözüne sokmak ister gibi...

Ve kapı yüzüne kapanıyor kızların. Sınav kâğıtları tek tek dağıtılıyor. Hocanın vicdanında bir alevlik yangın yok. Gözbebeklerini saran şeytani huzmelerden belli yaptığını ne çok beğendiği. Ne hoca da ne de yüz ondokuz kişide bir zerrecik sızı... Belki de İfaket’i saymazsam yüz on sekiz... Çünkü onu anlamak zordur. Neye ne zaman üzüleceği hiç belli olmaz. Fakat her zaman ölçülü ve mantıklı olmayı şiar edinmiştir kendine. İşte yazılı kâğıdına tüm ciddiyetiyle eğilmiş bile.

Öğrencilik hayatımın en sıkıcı ve uzun sınavını geride bıraktığımda ne kantine gidip çay içme isteğim kalıyor, ne de bu bölümü bitirme azmim. Yine İfaket’in başını şişiriyorum. Benim zaten bir mesleğim var diyorum, biraz daha yükseleceğim de ne olacak sanki. İnsanların kılık kıyafetleriyle uğraşan bu sistemin bana verdiği iki derecelik kademeyle maaşımda kaç kuruşluk artış olacak? Kepimin şekli şemali, üniformamın rengi değişince başım göğe mi erecek? Nagehan ve Filiz nereye gittiler acaba?...

Sen hiç büyümeyeceksin der gibi kolumdan çekiştiriyor İfaket. Zorla kantine götürüyor. Çay ve bisküvi ısmarlıyor. Bizim tayfanın hepsi orada. Yeni çıkan okul gazetesindeki yazıları okuyorlar kasıla kasıla. Özgürlükçü ve eşitlikçi söylemler ağırlıktaymış bu ay. Hoş... Sanki başka zamanlar farklı şeyler anlatıyorlarmış gibi... Onların kendilerini beğenip durmasına dayanamıyorum. Isıtıp ısıtıp hep aynı şeyleri sürüyorsunuz diye çıkışıyorum. Herşey kâğıt üzerinde kalıyor. Laf var icraat yok... Bugün Nagehan ve Filiz’i görmediniz mi? Her kafadan bir ses yükseliyor aynı anda. Onlar bizden değil! diye bağırıyor biri. Bir başkası onlara destek verirsek kendi kuyumuzu kazmış oluruz! diye ekliyor. Ohoo sen daha annenin margarinini mi? diyen gazetenin editörü Selçuk...

Özgürlük kendinize geldi mi güzel, diye dikleniyorum. Başka düşünceleri de aynı terazide tartmazsanız özgür değil, özgün olursunuz sadece... Ne diyor yahu bu diye ifaket’e bakıyorlar dik dik... O da bugün sabahtan beri havasında değil diye cevaplıyor onları. Çayımı bitirmeden kalkıyorum masadan. İfaket bu kez yanımda değil. Masada kalıp onlarla biraz beni çekiştirecek belli ki...

Kampüsün denize bakan kısmına doğru yürüyorum; Ilık bir rüzgâr uçuruyor saçlarımı. Damarlarımdaki kan hareketleniyor, iç evimde bir serinlik...İmkânsıza dair özlemlerle tutuşuyorum yeniden... Denizi gözlerime hapsetmek ve herkesten gizlemek elimde olabilseydi; yalnızlığın en güzel dost olduğunu ispatlayabilseydim kendime ya da bir çocuğun masumluğunda tüketebilseydim ömrümü... Bakışlarım ilerideki bankta oturan iki kıza takılıyor. Benim gibi maviye dikmişler gözlerini ve tıpkı benim gibi susmuşlar. Yanlarına gitsem yaşadıkları büyüyü bozar mıyım acaba? Usulca yaklaşıyorum. Nagehan’ın kederli çehresi beni görünce şaşkınlığa dönüşüyor. Bense sanki beleşten bir şey dağıtır gibi: Boşverin! diyorum. Sorular zordu ve hoca kimseye göz açtırmadı zaten. İkisinin yüzünde de aydınlık bir tebessüm beliriyor. Oturmam için yer açıyorlar aralarında. Yüzsüz bir çocuğun rahatlığıyla ortalarına yerleşiyorum. Ne tuhaf sarsılmaz iki kayaya yaslanmış gibiyim. Şimdi üçümüz birden maviye bakıyoruz. Uzaklardaki bir vapur düdüğü ve martıların çığlığı dünyanın yedi harikasına taş çıkartan bir âhenkle gözümüze gönlümüze doluyor. Bir elimi Nagehan’ın, diğer elimi Filiz’in elinin üzerine koyuyorum. Bütün içtenliğimle: Şu vapur ve martılar denize ne kadar yakışıyorsa, siz de bu okula öylesine yakışıyorsunuz diyorum. İkisinin gözleri de buğulanıyor o an; benim gözyaşlarım hepsinden ivedi... Omuzlarıma iki sevecen kolun ağırlığı çöküyor, "kardeşlerim" diyebiliyorum usulca... İlk kez yaslandığım dost sinesinde ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum...


www.kurannesli.org
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir