Dini Hikayeler

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Eden bulur!..
Eski zamanlarda, astığı astık kestiği kestik, karşı tarafın sözünü dinlemeden, araştırmadan karar veren bir hükümdar vardı. Bu hükümdar, bir gün hanımı ile sarayının geniş bahçesinde dolaşıyordu. Sarayın bahçıvanı da, bahçenin bakımını yapıyordu. Bahçıvan, hükümdarın hanımı ile beraber kendi tarafına doğru geldiğini uzaktan görünce, onu hanımının yanında rahatsız etmemek için ortadan kaybolmak, görünmemek istedi. Fakat nereye giderse gitsin, hükümdar kendisini görecekti.
Nasıl ortadan kaybolayım diye düşünürken, altında bulunan ağacın üstüne çıkmak aklına geldi. Hemen bir hamlede ağaca tırmandı. Yapraklarının arasına saklandı. Olacak ya hükümdar da hanımıyla beraber o ağacın altına oturmaz mı? Hükümdarın hanımı ortalıkta kimse olmadığı için kocasıyla rahat konuşuyordu.

Bir ara hanımı istirahat için sırt üstü yere uzandı. Bu esnada, yukarı doğru bakınca yaprakların arasındaki bahçıvanı fark etti. Derhal toparlanıp hiddetle bağırdı: “Seninle baş başa hiç konuşamıyacak mıyım? Adamların hep bizi mi takip edecek? Bu ne haddini bilmezliktir?”

Hükümdar şaşırdı, ne olduğunu anlayamadı: “Sultanım ne oldu, sen demek istiyorsun? Birileri seni rahatsız mı etti?” Eliyle ağacın üstünü gösterip: “Görmüyor musun, adam tepemize çıkmış bizi dinliyor?”

Hükümdar, kafasını kaldırınca bahçıvanı gördü. Sesi çıkabildiği kadar bağırdı: “Bre densiz bu ne cüret, çabuk in aşağı!” Adamın dizlerinin bağı çözüldü. Eli ayağı tutmuyordu korkudan. Dallara tutunarak inecek hâli kalmamıştı. Pat diye aşağıya düştü.

Bu arada hükümdarın sesini işiten adamları da yanına gelmişti. Hükümdar: “Derhal bana celladı çağırın, gelsin!” emrini verdi. Bu arada biraz kendine gelen bahçıvan doğrulup ayağa kalktı. Eteklerine sarılıp özrünü beyan ederek hükümdardan affedilmesini talep etti. Fakat nafile. Hükümdar adamlarına tekrar bağırdı:
- Nerede kaldı cellat, gelmedi mi daha, şu adam hâlâ konuşuyor?

Bahçıvan dedi ki:
- Hükümdarım, biliyorum ömrümün sonu geldi. Nasıl olsa beni öldürteceksiniz. Ölmeden önce size önemli bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Ne olur beni dinleyin. Beni yine öldürtün, fakat dinledikten sonra öldürtün. Nasıl olsa beni dinlemekle bir zararınız olmayacak. Bu hadise benim için önemli olduğu kadar sizin için de önemlidir!.. Hayatınız ile ilgili.

Hükümdar, biraz yumuşamıştı. Bu önemli hadiseyi merak etti. Kendisinin hayatı ile nasıl ilgili olabilirdi. Adamın kaçacak hâli yoktu nasıl olsa. “Anlattıklarını dinleyeyim ondan sonra öldürtürüm, gerçekten de belki benimle ilgisi vardır” diye düşündü. Adama dönüp:
- Anlat öyleyse. Fakat beni oyalayıp ölümden kurtulmak istiyorsan yanılıyorsun, boşuna uğraşma! ikazını da yaptı.

Bahçıvan anlatmaya başladı: “Sultanım, benim babam da bir hükümdarın bahçesinde benim gibi bahçıvandı. Çiçeklerin, ağaçların bakımı ile ilgilenirdi. Sarayın bahçesinde değişik türden bir ceviz ağacı vardı. Her nedense bu ağaçta her sene bir tane ceviz yetişirdi. Fakat tam olgunlaşıp koparılacak duruma gelince ceviz kayboluyordu. Hükümdara bu cevizden yemek nasip olmamıştı. Üç sene üst üste böyle devam edince, hükümdarın artık sabrı kalmamış, babamı yanına çağırıp emrini bildirmiş:
- Eğer bu sene de cevize sahip olup, olgunlaşınca bana getiremezsen, bilmiş ol ki kellen gidecek. Bunu kesin olarak böyle bil!

Zavallı babam, artık gece gündüz cevizin başında nöbet tutuyor. Ceviz ağacının altında yatıp kalkıyor. Devamlı gözü tek cevizde. Olgunlaşsa da kopararak hükümdara götürsem ve ölüm kalım sıkıntısından kurtulsam diye bekliyor.

Nihayet cevizin toplama zamanı gelir. Babamın artık gözüne uyku girmiyor. Çünkü kafasının gitme tehlikesi var. Bir gün bakıyor ki, artık cevizin tam koparma zamanı gelmiş. Sevinç içinde, tam koparacağı zaman, bir karga gelip cevizi dalından kopardığı gibi uzaklaşır.

Babam arkasından koşar, bağırır çağırır, fakat nafile. Gözü gibi baktığı ceviz gitti. Artık yapabileceği bir şey kalmaz. Arkasından, “Benim sonumun gelmesine sebep oldun. Senin de sonun gelsin. Bu yaptığın yanında kalmasın” diyerek beddua eder.

Bu sıra bir de bakar ki, büyük bir kartal karganın peşine takılmış, pençesini attığı gibi karganın işini bitirir. Babam aşağıdan kartala seslenir:
- Ey kartal, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Senin de sonun yakındır. Sen de girdin sıraya!
Derken bir de bakar ki, havada süzülerek uçmakta olan kartala bir avcı nişan almakta. Ve avcı okunu kartala gönderir. Anında ok hedefine varıp kocaman kartalı pat diye yere düşürür. Babam avcıya bağırır:
- Sen ne yaptın? Şimdi sen de girdin sıraya!

Avcı, babamın sözünden pek bir şey anlamaz. Babam avcının yanına yaklaşırken ben arkasından ilerliyordum. Babam birden avcıya bağırmaya başladı:
- Aman kendine dikkat et! Yılan!..

Fakat daha avcı ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan, büyük bir yılan avcının bacağına dolanıp zehirini avcının bacağına boşalttı. Sonra da kıvrıla kıvrıla uzaklaşmaya başladı. Babam yılanın arkasından bağırıyordu.
- Ey yılan sen de girdin sıraya! Senin de sonun yakındır!

Ben olanların pek farkında değildim. Benim yanımdan geçerek uzaklaşmakta olan yılanı görünce, elime geçirdiğim büyük bir sopayı kaptığım gibi yılanın peşine takıldım. Babamın:
- Aman oğlum, yapma evladım! demesine aldırmadan, yılanın başına elimdeki sopayı var gücümle vurduğum gibi, yılanı oracıkta öldürdüm.

Bu hali gören babam perişan olmuştu. Üzüntülü bir şekilde yanıma yaklaştı.
- Evladım, şimdi sen de sıraya girdin. Niçin beni dinlemedin? diye üzüntüsünü bildirdi. Ama olan olmuştu. Artık yapacak bir şey yoktu! “

Neticenin nereye varacağını merakla, heyecanla bekleyen hükümdar, bahçıvanı öldürttüğü takdirde sıranın kendisine geldiğini anlamıştı. Korkudan:
- Gözüme gözükme defol burdan! diye bahçıvana bağırdı.

Böylece canını kurtarabilmişti bahçıvan. Tabii ki aynı zamanda hükümdar da...
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Yüz altın hediyemi versenize Bir tüccar sahrada bir yerden bir yere giderken, içinde 800 altın olan, altın torbası heybeden düşer kaybolur. Aramalara rağmen bulamaz. Şu özellikte torba kaybolmuştur, bulup getirene 100 altın hediye vereceğim diye ilan eder.

Salih bir genç bu torbayı bulur. Özel dikilmiş torbayı hiç açmadan tüccara götürür verir ve 100 altın hediyesini bekler. Tüccar kendi elleriyle diktiği torbanın hiç açılmadığını görür, kendi elleriyle dikişleri çözer ve içindeki altınları saymaya başlar. Tam tamına 800 altın, yani kaybettiği gibi tam olduğunu görür. Ama bu arada 100 altın hediyeyi vermemek için fesatlık düşünür, gence der ki, tamam sen gidebilirsin. Genç, 100 altın hediyemi versenize der. Tüccar der ki, bu kesenin içinde 900 altın vardı, şimdi ise 800 altın var, yani sen 100 altınını içinden zaten almışsın.

Genç, ben içinde altın olduğunu dahi bilmiyordum, hiç açmadan olduğu gibi size getirdim dediyse de tüccar kabul etmez, sen 100 altını almışsın, daha başka şey vermem der.

Genç, Kadı’ya gider olayı anlatır, kendisine hırsızlık ithamında bulunduğu için davacı olduğunu söyler. Kadı, tüccarı söz konusu torbayla beraber yanına gelmesi için çağırtır.

Tüccar gelir. Kadı’nın, olayı anlat demesi üzerine, gence yalan söylediği gibi, Kadı’ya da yine aynı şekilde anlatır. Torba da önceden 900 altın bulunduğunu, şimdi ise 800 altın olduğunu, dolayısıyla gencin içinden 100 altını almış olduğunu söyler.

Kadı, tüccara, (Genç torbayı açılmamış şekilde mi sana getirdi? Senin diktiğin şekilde mi dikili idi?) diye sorunca, tüccar, (Evet, özel dikmiştim, bu orijinallik bozulmamıştı, kendi ellerimle açtım) der.

Bunun üzerine Kadı, kararını şöyle açıklar:
Gencin ve tüccarın beyanlarından, bulunan torbanın tüccarın kaybettiği torba olmadığı, gencin bulduğu torbanın başkasına ait bir torba olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla torbanın içindeki 800 altınla gence iade edilmesine, ikinci bir iddia sahibi çıkana kadar gençte kalmasına, böyle birisi çıkmazsa torbanın gence verilmesine karar verilmiştir.

Tüccar kıpkırmızı olur ve (Kadı efendi, suçlu benim, olay gencin anlattığı gibiydi, 100 altını vermemek için şeytana uyup bu fesatlığı yaptım, yalan söyledim) der.

Tüccarın itirafı üzerine Kadı son kararını açıkladı:

Torbadaki 800 altının gence verilmesine karar verilmiştir. Bunun 100 altını vaat edilen hediyedir. 700 altını da, kendisine yapılan iftira ve hırsızlık ithamından dolayı tazminattır.

Torba salih gence teslim edilir. Fakat genç, ben hakkımdan vazgeçiyorum, hediyemi alsam yeter der.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Korkusuz cengaver Yahya Ağa...

Budin Paşasının yüzü aydınlandı. Yahya Ağa demek ki ölmemişti. Paşa derin bir nefes aldı. Sevinmişti... Ama Yahya Ağa onu bu vakitte niçin görmek istiyordu?
- Hayrola evlat, hoş geldin. Lakin ne var?
- Paşa Baba! Estonibelgrad baskına uğrayacak. Düşman bu iş için 90 bin kişilik bir ordu düzdü. Sen ne yapacağını iyi bilirsin. Destur verirsen, komşu kalenin ahvalini öğrenmek için gitmek istiyorum.
- Üzülme... Oraya seni göndereceğim.

İşte, Yahya Ağanın 2000 akıncı ile Estonibelgrad’a gidişi böyle olmuştu. Bu imdat kuvveti, korkunç tipi içinde gizli kapıdan kaleye girmişlerdi. Ama ne yazık ki, ne gelen bu imdat kuvveti, ne de gösterilen müthiş kahramanlık, durumu düzeltemedi. Düşmanın bu kaleyi kış ortasında kuşatmasının sebebi vardı. Buradaki müdafiler, sularını ve yiyeceklerini dışardan almak zorundaydılar. Asıl Osmanlı ordusu her zamanki gibi güneye, kışlağa çekilmişti. Kışı ise pek amansızdı.

Düşman, kuşatmadan sonra daha ziyade hareketsiz beklemeye başlamıştı. Kalede sadece 4000 serhadli vardı. Ama, Osmanlılardan hücumla kale almanın nelere mal olacağını iyi bilen düşman, sabırla beklemeyi tercih ediyordu. Osmanlılar eninde sonunda aç ve susuz kalacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Serhadliler, bir çıkış yaptılarsa da, üstün başarılarına rağmen azar azar eriyeceklerini anladılar.

Kale kumandanı, “Baharda burasını nasıl olsa tekrar zaptederiz” diye düşünerek, “vire” işini tatbike koymaya başladı. Paşanın teklifine düşman tarafı da pek memnun oldu.
Düşman kumandanı Osmanlı elçisine sordu:
-Vire için şartlarınız nedir?
- Vire şartları bellidir. Silahlarımızla çıkıp gideceğiz. Yalnız bir husus var! Kaledeki akıncılardan biri yedi arkadaşı ile beraber Vire’yi kabul etmiyor. Bizler çıkıp gidince onlar kalede kalıp sizinle cenk edecekler.

Düşman kumandanının ağzı bir karış açık kalmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Kekeledi:
- Seksen bin kişiye karşı sekiz kişi mi? Şey... Eh... Öyle olsun... Olsun...

Etrafındakiler de bu işe pek şaşmışlarsa da fazla önem vermediler, ciddiye bile almadılar.

Seksen bine karşı sekiz kahraman!
Estonibelgrad “vire” ile teslim edilmişti. Ancak Yahya Ağa ve yedi korkusuz cengaver, cenk ederek şehid olmak arzusuyla kalede kaldılar. Kahramanlar, sabah namazından sonra kaleden çıkan akıncıların, iyice uzaklaşıp uzak ufukta kaybolmalarını beklemişlerdi. Zira cenk hemen başlarsa, onların dayanamayıp geri dönmelerinden ve düşmana saldırıp sonuna kadar dövüşerek boş yere yok olmalarından korkuyorlardı...

Kül rengi semada belirsiz hissedilen güneş azıcık yükseldiği sırada kale kapısı açıldı. Sekiz korkusuz Osmanlı göründü. O zamana kadar hâlâ inanamayan düşman askerleri şaşkın şaşkın bakakaldılar. Seksen bin askere karşı sekiz kişi.
- Yok canım... Olamaz böyle şey... Belki de teslim olmak için geliyorlar.

Osmanlılar, efsanevi ejderhalar gibi heybetle yaklaştılar ve “Bismillah” diyerek ansızın yaylarına el attılar. Kahredici bir ok yağmuru ile düşman safları birbirine karıştı. Osmanlılar, adeta talim yapar gibi gözle zor takip edilen bir hızla ok çekiyor, fırlatıyorlardı. Düşman askeri, Osmanlıların mesafesine ok düşüremiyorlardı. Yanaşmak isteseler de vurulup düşüyorlardı. Sonunda oklar bitti. Bu sefer palalarına sarılıp, kuzuyu gören kurtlar misali: “Ya Allah!” diyerek düşmana daldılar.
Seksen bin kişilik ordu, ancak onlarla burun buruna geldiği zaman şaşkınlıktan kurtulabildi. Şimdi Osmanlı serdengeçtilerinin karşısında, toz duman içinde kümeler meydana geliyor, ama bu kümeler, birkaç saniye içinde infilak edercesine dağılıyor ve orta yerden “Allah” sedasıyla bir bahadırın önce palası, sonra kendisinin yükseldiği görülüyordu.

Alman tarihçilerinin kaydettiğine göre, Yahya Ağa, 160 kişiyi yere sermişti. Okların verdiği telefat bilinmiyor. Osmanlılara sokulamayan düşman, sonunda mızraklarını fırlatmaya başlamıştı. Her yanı kan içinde, bir kolu kopmuş olarak fırtına gibi esen Yahya Ağa’nın vücuduna bir anda 9 mızrak birden saplandı. O anda Koca Osmanlı akıncısının dudakları Kelime-i şehadeti söylüyordu.

Diğer akıncılar da birer birer şehid düştüler. Fakat 8 kişi, düşman askerinden en az 8 bin kişiyi haklamışlardı. Alman tarihçilerinin kaydettiklerine göre Avusturya ordusunun kumandanı, benzeri görülmedik bir cesaretle mücadele eden bu kahramanlara büyük bir cenaze merasimi tertip etti ve bütün düşman askerleri, uzun taburlar ve alaylar halinde bu şehidlerin karşısında şapka ve miğferlerini çıkararak sancakları ile saygı duruşunda bulunuyorlardı...
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
zeynep_1114
Best of TurkiyeForum
Best of TurkiyeForum
Mesajlar: 2686
Kayıt: 25-03-2006 13:09

Mesaj gönderen zeynep_1114 »

[size=18]Bu da Geçer Ya Hû!

Dervişin biri,uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek,yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını,evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır.Çok iyi karşılanır,iyi misafir edilir,yer içer, dinlenir.Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.Şakir’i hatırlar,bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi,şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider,Şakir’i bulur.Eski dostu yaşlanmıştır,üzerinde eski püskü giysiler vardır.Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş,evi yıkılmıştır.Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır.Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder.Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır…Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme…Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir.Haddad birkaç yıl önce ölmüş,ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır.Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır,kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar.Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış,Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı,kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki ,mutsuz olduğunda umudunu tazelesin,mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz.Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler.Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir.Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur.Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

‘Buda geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Buda geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ demektedirler. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA HÛ’ haline gelir…
Hayat inişli çıkışlıdır.Her zaman bulunduğumuz durumun gelip geçici olabileceği aklımızdan çıkmamalıdır.
[/size]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Beyazıd-ı Bistami’nin annesine saygısı

Beyazıd-ı Bistami, küçük yaşta iken ilim tahsiline başlayan, dikkatle derslerine devam eden bir zat idi. Bir gün okuduğu bir âyet-i kerimenin (Lokman Sûresi: 14) tesiri ile eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca, şöyle cevap verdi: “Öğrendiğim bir ayet-i kerimede, Allahü Teâlâ, kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya sana hep hizmet edeyim veya beni serbest bırak, hep Allahü Teâlâ’ya ibadet ile meşgul olayım.” Annesi; “Sen beni bırak Allahü Teâlâ’ya ibadet et.” dedi. Bundan sonra, kendini Allahü Teâlâ’ya verdi, emirlerinin hiçbirisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmal etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü Teâlâ’nın emri de böyle idi.
Soğuk bir kış gecesi idi. Annesi yatarken su istedi. O da hemen fırladı. Fakat testide su yoktu. Çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Eve geldiğinde, annesinin tekrar uykuya dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. Testi elinde olduğu halde bekledi. Epey müddet sonra annesi uyanıp “Su, su!” diye uyandı. Oğlunun bu hâlini gören annesi; “Yavrum, testiyi niçin elinde tutuyorsun?” dedi. O da, “Uyandığın zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum.” dedi. Annesi; “Ya Rabbi! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allah ona evliyâlığın yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan etti.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Hazret-i Musa İle Hızır

Saîd bin Cübeyr radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

İbni Abbas radıyallahu anhe, Nevf Bekkâlî Hızır aleyhisselâm ile
arkadaşlık etmiş olan Musa'nın israil Oğullarına peygamber olarak
gönderilen Musa olmadığını söylüyor, dedim de

— İbni Âbbas radıyallahu anh: Yalan söylemiş, Allah'ın düşmanı! dedi
Zira Ubeyy bin Kâ'b radıyallahu anh bana Peygamber aleyhisselâmı şöyle
buyururken işittiğini anlatmıştır:

Musa aleyhisselâm israil Oğulları arasında hutbe irad etmeye çıktı.

Dinleyicilerden birisi kendisine:

— İnsanların en âlimi kimdir? diye sordu. Musa aleyhisselâm da:

— Ben! diye cevap verdi.

îlmi kendisine nisbet edip en âlim olanın Allah olduğunu söylememesi
sebebiyle Allahü Teâlâ kendisini kınayıp şöyle vahyetti:

— Benim iki denizin birleştiği noktada bir kulum vardır ki, o senden
daha âlimdir!

Musa aleyhisselâm:

— Ey Rabbim, bu senin daha bilgili olan kuluna nasıl ulaşırım? diye
sordu.

Allahü Teâlâ:

— Bir balık alıp zenbile koyar ve beraber yola çıkarsın. Balık nerede
zenbilden çıkıp kaybolursa, o kimseyle buluşacağın yer işte orasıdır,
buyurdu.

Musa aleyhisselâm zenbile bir balık koyup kendisine yardımcılık
etmekte bulunan Yuşa bin Nün ismindeki genç ile beraber yola çıktı. Bir
kayaya geldikleri zaman ikisi de o kayarın gölgesinde yatıp uyudular.
Zenbildeki balık canlanıp çıktı, denize daldı ve denizdeki bir deliğe
doğru yolunu tuttu. Allahü Teâlâ da suyun akıntısını durdurdu. Balık su
üzerine bina kemeri gibi olmuştu.

Bir rivayette ise: Kayanın dibinde «hayat» adı verilen bir pınar
vardır ki, bunun suyu her hangi cansız bir şeye dokunursa, o şey hemen
hayat bulur, canlanırdı, işte bu pınarın suyundan balığa isabet etmiş,
bunun neticesi olarak da balık canlanarak zenbilden çıkıp denize dalmıştı.


Musa aleyhîsselâm uykudan uyanınca arkadaşı genç, balığın denize
fırladığı , hadisesini kendisine bildirmeyi unutmuştu. Tekrar gündüz ve
gecelerin kalan kısmında yollarına devam ettiler. Ertesi gün kuşluk zamanı
olunca Musa aleyhisselâm hizmetçisi delikanlıya:

— Yemeğimizi getir de yiyelim. Zira bu yolculuğumuzdan dolayı çok
yorulduk, dedi.

Allahü Teâlâ'nın gitmelerini emrettiği yeri geçtikten sonra ancak
yorgunluk duymaya başlamıştı.

Musa aleyhisselâmın hizmetçini genç:

— Gördün mü, kayaya sığındığımızda ben balık hadisesini unuttum. Bunu
hatırlamayı şeytandan başkası unutturmadı bana. Balık şaşılacak bir
şekilde denizde yol aldı. Girdap gibi bir yol meydana geldi, dedi

Bu balık için bir girdap, Musa ve genç için ise şaşılacak bir şey
olmuştu.

Musa aleyhisselâm balığın suya atladığını dinleyince, arkadaşı gence:

— İşte aradığım bu idi, dedi. Ve izleri hakkında anlatarak geldikleri
izi takip suretiyle geriye döndüler. Kayaya vardıkları zaman orada
elbisesine bürünerek yatan bir adamla karşılaştılar. Bu adam Hızır
aleyhisselâm idi. Musa aleyhisselâm kendisine selâm verdi.

Hızır:

— Memleketinden bana selâmla nereden? diye sordu. Musa aleyhisselâm:

— Ben Musa'yım, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:

— İsrail Oğullarının Musa'sı mı? diye sordu. Musa aleyhisselâm:

— Evet, sana doğru olarak bildirilmiş olan ilimlerden bir şeyler
öğretesin diye sana geldim, dedi. Hızır aleyhisselâm:

— Fakat senin asla benimle sabretmeye gücün yetmez, ey Musa! Bende
Allah'ın bana verip de senin bilmediğin bir ilim vardır. Sende de Allah'ın
sana öğretip benim bilmediğim bir ilim vardır, diye karşılıkta bulundu.

Musa aleyhisselâm:

— İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, sana hiç bir hususta
itaatsizlik etmeyeceğim, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:

— Eğer beni takip edeceksen, ben sana anlatıncaya kadar her hangi bir
şeyden sormayacaksın, dedi.

Böylece ikisi deniz kenarında yürüyerek yola çıktılar ve bir gemiye
rastladılar. Gemiye binmek için gemidekilerle konuştular. Gemidekiler
Hızır aleyhisselâmı tanıyınca ücretsiz olarak kendilerini gemiye aldılar.
Gemiye bindikleri vakit, Musa aleyhisselâmın ilk karşılaştığı, şey, Hızır
aleyhisselâmın bir keserle geminin dibinden bir parçayı keserek delik
açması oldu.

Bunun üzerine Musa aleyhisselâm:

— Bu adamlar bizi ücretsiz olarak gemilerine aldılar. Sen ise
gemilerine insanlar boğulsun diye delik açtın, çok kötü bir iş yaptın,
dedi. Hızır aleyhisselâm:

— Ben sana, benimle sabredemezsin, demedim mi? diye karşılık verdi.

Musa aleyhisselam:

— Unuttum, beni suçlama ve seninle olan arkadaşlığımızda bana güçlük
gösterme! diyerek afv diledi

Musa aleyhisselâmın bu ilk itirazı hakikaten unutmaktan dolayı meydana
gelmişti.

Sonra bir serçe gelip geminin ucuna kondu ve gagası ile denizden bir
damla su aldı.

Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Musa aleyhisselâma:

— Allah'ın ilminde, benimle senin ilmin şu serçenin gagası ile
denizden alıp eksilttiği miktar gibidir, dedi.

Bir süre sonra ikisi de gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken Hızır
aleyhisselam arkadaşları ile oynamakta olan bir genç gördü ve hemen eli
ile onun başını koparıp genci öldürdü.

Musa aleyhisselam yine sabredemedi ve Hızır aleyhisselâma:

— Bir can karşılığı olmadan bir cana kıydın, çok kötü bir iş yaptın!
dedi. Hızır:

— Ben sana demedimmi ki, sen benimle sabredemezsin! Diye söyledi. Musa
aleyhisselâm:

— Artık bundan sonra bir itirazda bulunursam, beni arkadaşlıktan
uzaklaştır. Çünkü iki defa özrümü kabul etmiş oldun, dedi.

Yine yollarına devam ettiler. Bir kasabaya gelince, halkından yemek
istediler. Kasaba halkı ise onları misafir olarak kabul etmek istemediler
ve bir ikramda bulunmadılar. Bu esnada kasaba içerisinde yıkılmaya yüz
tutmuş bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselam eli ile bu duvarı doğrulttu
ve tamir etti. Musa aleyhisselam yine dayanamadı ve:

— Bunlar öyle bir halk ki kendilerine gelip bizi misafir etmelerini ve
doyurmalarını istediğimiz halde bunu kabul etmediler. Sen ise onlara
yardım olsun diye yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını düzelttin, isteseydin
bunun karşılığını alırdın, dedi.

Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Hazreti Musa'ya:

— Bu artık ayrılışımız demektir. Sabredemediğin hadiselerin hakikatini
sana anlatacağım, dedi.

Peygamber aleyhisselam bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:

— Musa aleyhisselâmın sabretmesini arzu ederdik ki, Allahü Teala bize
aralarında geçecek olan diğer şeyleri de anlatsın.

Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâma o hadiselerin hakikatini ise
şöyle anlattı:

— Evvelâ gemi denizde çalışan bir takım biçarelerin idi. Ben o gemiyi
ayıplandırmak ona bir kusur yapmak istedim ki, ötelerinde zalim bir
hükümdar vardı da, o, her sağlam gemiyi sahiplerinden gasbedip alıyordu.
Böylece onların gemisini bu gasbden kurtarmak için iki şerden ehven
olanını seçtim ve onlara bir nevi yardımda bulundum.

İkincisi, o oğlan masum görünüşüne rağmen azgın bir kâfir idi ve
ileride azgınlığını artırarak mümin olan anne ve babasını da küfre bürümek
tehdidi vardı. Böylece onu bu hale gelmeden öldürdük ki anne ve babasının
imanına zarar vermesin ve ona bedel olarak da Allahü Teala ikisine hayırlı
bir evladı bedel versin. Çünkü böyle bir hayırlı bedele kavuşmaları ancak
onun ölümüne bağlı idi.

Rivayete göre, o anne ve babaya bedel olarak Allahü Teala bir kız
çocuğu vermiş ve bu kız peygamber annesi olmuş ve o Peygamberin eliyle
ümmetlerden bir ümmet hidayete ermiştir.

Üçüncüsü, o şehirdeki yıkık duvar iki yetim oğlanın idi. Onun altında
onlar için saklanmış bir define vardı ve babaları da salih bir zât idi.
Onun için Rabbin irade buyurdu ki ikisi de olgunluk çağlarına ersinler ve
definelerini çıkarsınlar. Bunlar büyümeden duvar yıkılsa idi, o defineyi
başkaları bulacak ve zayi olacaktı.

Hep bunlar Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ben onu, o
yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım. Bu bir vazifem idi. İşte senin sabra
dayanamadığın şeylerin hakikati budur.

(Buharî, Müslim, Tirmizî)
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderlermiş. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi! ” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap...”

Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın! ” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır! ”
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Şükür

Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.


Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 5 misafir