İnsani değerlerin altüst olduğu, insanların itişip-kakıştığı, tahammülsüzlüğün kin ve nefrete dönüştüğü asrımızda en çok muhtaç olduğumuz kavramlardan biri de ‘hoşgörü’dür. Yanlış anlaşıldığı zaman istismarı kolay olan bir kavramdır da aynı zamanda...Öyleyse hoşgörüyü nasıl anlamak lazım ve nelere hoşgörü gösterilebilir? Bizim inanç dünyamızda ve “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber’in hayatında hoşgörünün yeri nedir?..
Hoşgörü(müsamaha/tolerans); sevgiyle mayalanmış, yumuşak ve sıcak bir kavramdır. Hoş görmek, iyi karşılamak, ayıplamamak, kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak anlamlarını çağırıştırır.
Hoşgörmek; affedilebilecek kusurları-hata arama mantığından uzak kalarak-düzeltme hususunda Allah’ın kullarına fırsat tanımayı ve samimi bir niyetle yardımcı olmayı gerektirir. Yoksa kötülüğe teşvik edici bir hoşgörü, hiçbir zaman hoş değildir.
Hangi Durumlarda Hoşgörü Olmaz?
İnsan haklarının çiğnendiği, hak ve adalet sözkonusu olduğu, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne kastedildiği, Din-i Mübin-i İslam’a açıkca saldırıldığı durumlarda hoşgörüden bahsetmek; zulme ve yok oluşa davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bir kâtile hoşgörü, evinize giren bir yılana-akrebe göz yumarak çocuklarınızı feda etmenize benzer. Halbuki yılanın-akrebin başını ezmeniz, ailenizi ve çocuklarınızı sevmenizin bir icabıdır. Bir katile acırsanız, bütün bir topluma acımamış sayılırsınız. Yani hoşgörü; mutlaka cezalandırılması gerekenleri merhamet çemberinin dışında tutar. Üstelik bazen cezalar; suçlu için ıslah edici bir fonksiyon icra ederek rahmete de vesile olabilir...
Bosna’da üçyüz binden fazla müslümanı katleden, binlerce müslüman kadına tecavüz eden Sırp canisi; Filistin topraklarında müslümanın elini kolunu taşla parçalayan, halkın tepesine bomba yağdıran zalim yahudi; Çeçenistan’ı yerlebir eden Rus ayısına(!) karşı hoşgörüden bahsedilebilir mi?..Yani savaş şartları içerisinde, adalet yerini buluncaya kadar zalimin cezalandırılması bir gerekliliktir.
Hoşgörü anlayışımız, bizi içinde bulunduğumuz haksız ortama razı olmaya ve pasif davranmaya itmemelidir. Çünkü hoşgörü; insanları ve yaşanan hayatı, hak olana yönlendirmek için ortaya konan aşk ve muhabbet yüklü bir aktivitedir. İslam’ daki cihadın hedefi de, adalet ve hoşgörü ortamının tesisidir. Gerçek adalet, cihadın tatlı meyveleridir. Bir ayette; “Allah uğrunda O’na yaraşır şekilde cihad edin”(el-Hac,78 buyurulmaktadır. Hakkıyla yapılan cihad, zulmün ve haksızlığın ortadan kalkmasını; barış, özgürlük, sevgi ve hoşgörü ortamının doğmasını sağlar.
Hoşgörünün Kur’ânî ve Nebevî Temelleri
Öncelikle şunu belirtelim ki; bütün bir kainat ve topyekün beşeriyet, Rahman ve Rahim olan Allah’ın hoşgörüsü sayesinde ayakta durmakta ve hayatiyetini devam ettirebilmektedir. Cenab-ı Allah, suçluları anında cezalandırsaydı, onlara tevbe-istiğfar imkanı tanıma toleransını göstermeseydi; insanlığın hali gerçekten çok daha perişan olurdu. Belki ibret alıp Hakk’a yönelenler çoğalırdı, ancak insanlığın büyük bir kesimi-nefis var oldukça-helak olurdu. “Rahmetim gazabımı geçti” buyuran Rabbimiz-imtihan sırrının da icabı olarak-böyle bir yolu tercih etmemiştir. Cenab-ı Hakk’ın; Kahhar(kahredici), Celal(azamet, hiddetlilik), Cebbar(büyüklük, zorlayıcı) gibi yerine ve zamanına göre tecelli eden birkaç ismi mevcutsa da ‘Esmâü’l-Hüsnâ’nın kahir ekseriyeti O’nun rahmet ve hoşgörüsünü beyan eder ve kainatta daha çok bu sıfatların tecellisine şahid oluruz. Tevvab(tevbeleri çok kabul eden), Settarru’l-Uyub(ayıpları örten, gizleyen), Afüvv(affeden, merhametli), Gafur, Gaffar(suçluları en çok bağışlayan), Halim(yumuşak ve hoş muamele yapan), Rahman(mümin olsun veya olmasın herkesi rızıklandıran) gibi isim ve sıfatları, O’ nun rahmetinin enginliğini göstermektedir. O’nun kullarına acıması ve hoşgörüsü bu kadar engin olmasaydı; güneş, hava, su gibi sayılamayacak kadar çok nimetlerinden, hergün kendine isyan edenlere zerre kadar tattırır mıydı? Kullarına tanıdığı bunca fırsata rağmen, inkar ve isyan ile dünya hayatını noktalayanlar için adaletinin(Adl isminin) gereği olarak ahirette Rahim sıfatı tecelli edecektir. Yani ahirette, dünyada iken inanıp hayırlı işler yapanlara acıyacak, rahmet edecek; inkarcıları cezalandıracaktır.
Dünya hayatında insan, kendini düzeltmesi, ulvi olanlara yönelmesi ve kemali için hoşgörüye muhtaçtır. Kur’an, insanın ‘ahsen-i takvim: en güzel kıvamda(et-Tîn,4) yaratılmış ‘şerefli bir varlık’(el-İsrâ,70) olduğunu beyan etmenin yanında zaaflarına da dikkat çekmektedir:
“Allah, sizden (ağır teklifleri) hafifletmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır”(en-Nisâ,28. Zayıf yaratılan insanın elbette bazı zaafları olacaktır. İnsan, bazen bilerek-bilmeyerek hataya düşebilecektir. İnsanın hatalarını düzeltmenin en güzel yolu hoşgörü ve aftan geçer. Şu ayete kulak verelim:
“Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah’a aittir. Muhakkak ki Allah, zalimleri sevmez”(el-Şûrâ,40).
Demek ki; bir insan, kendine yapılan bir kötülüğe misliyle ceza verme(isteme) hakkına sahipken affederse ve barışırsa, Allah katında büyük mükafat alacaktır. Suçluya, hak ettiğinden fazla ceza yüklemekse bir zulümdür ve ‘Allah zalimleri sevmez’...Suçluları, kötüleri Hak adına topluma kazandırmak için bundan daha güzel bir yöntem olabilir mi? Bakınız Cenab-ı Hak, sevgili Peygamberi Musa(a.s.)’ı zalim Firavun’a gönderiyor ve nasıl bir tavır takınmasını istiyor:
“Firavn’a gidin; çünkü o azdı. / Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır veya korkar” (Tâhâ Sûresi,43,44).
Herşeyin hikmetini en iyi bilen Rabbü’l-âlemîn; ‘gidin boynunu vurun, dövün, sövün, asın-kesin(!)’ demiyor da hoşgörü ve nezaket tavsiye ediyor. Cenab-ı Hak, Firavun’un öğüt almayacağını, korkmayacağını, iman etmeyeceğini bilmiyor muydu da yüce Peygamberini onun ayağına gönderdi? Elbette biliyordu, buna şüphe yok; ancak Rabbimiz bize bir ölçü ve metod veriyor: En azgın insanlara bile gidip tebliğ yapmaktan imtina etmeyin. Zalim bir devlet başkanı/bakanı da olsa yanına gitmekten çekinmeyin ve yumuşak sözlerle öğüt verin. Kimin, nerede, ne zaman hidayete ereceğini bilemezsiniz. Bir zalimin zulmünü azaltmak dahi bir hizmet sayılmaz mı? Cenab-ı Allah, isterse bir zalime, bir fasıka da dinine hizmet ettirir...
Toplumun en alt kesiminden en üst kesimine kadar hoşgörü meltemi estirebilirsek (ki, imani bir görevimizdir), o zaman huzur ve barışın hakim olduğu bir hayat yaşamamızı da kolaylaştırmış oluruz. Bu hususta en güzel örnek sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’dir. O’nun baştan sona nümune-i timsal olan hayatındaki hoşgörü örneklerini gelecek yazımıza bırakarak şimdilik şu mübarek beyanıyla yetinelim:
“Kul, Rabbini tanır, O’nun büyüklüğünü bilirse; O da, kulun yaptıklarını hoş görüp affeder”(Müslim, Tevbe,1-8 / Buhari, Deâvât,4).
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulü Ekrem Efendimiz, bir hoşgörü Peygamberiydi. Hz.Aişe(r.ah) validemiz, O’nun hoşgörüsünden bahsederken; şahsi hiçbir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseyi incitmediğini, intikam almadığını; Allah’a ait bir hak çiğnenirse onu hiç affetmediğini beyan eder. (Müslim; Fedail, 79.
Allah Resulü Neyi Hoşgörmez / Affetmezdi
Fatıma-i Mahzume hırsızlık yapmış ve Allah Resulü, elinin kesilmesine karar vermişti. Fatıma, Kureyş kabilesinden soylu bir kadın olduğu için elinin kesilmesine razı olmayan bazıları, Peygamber Efendimizin çok sevdiği Üsame(r.a)’yi aracı yaparak affedilmesini istemişlerdi. Allah Resulü, kendi kabilesi için de olsa adaletten ayrılmadı. Hemen bir hutbe irad ederek şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Geçmiş milletlerin ne yüzden yollarını sapıtıp(helak olduklarını) biliyor musunuz? Onlar, asilzadeleri(soyluları) birşey çalarsa, onu bırakırlar, zayıfları çalarsa, onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fatıma da hırsızlık yapmış olsaydı, muhakkak onun elini keserdim!”(Buhari, Müslim). Demek ki, hoşgörü(müsamaha); dini esaslardan, adaletten fedakarlık anlamına asla gelmez. Bir toplumda hırsıza, caniye, zaniye, rüşvetçiye, zalime müsamaha gösterilirse, o toplumda huzur ve barıştan bahsedilemez. Hele Allah Resulü’nün işaret buyurdukları gibi makam-mansıb, şöhret ve zenginlik sahibi olanlar aynı suçu işlediği zaman dokunulmaz; zayıf ve güçsüz olanlar suç işlediklerinde cezalandırılırsa, artık o toplum yaşanmaz bir karmaşaya ve helaka sürüklenir.
Allah Resulü’nden Hoşgörü Örnekleri
“Ben, rahmet peygamberi olduğum kadar savaş peygamberiyim”(Ahmet b.Hanbel; 4.395) buyuran Allah Resulü, mecbur kalmadıkça savaşmamıştır. O'nun hayatı, savaş ortamları dahil, sayılamayacak kadar hoşgörü ve affın örnekleriyle doludur. Bazılarını hatırlayalım:
· · Akrabalarını İslam’a davet için gittiği Taif’de taş yağmuruna tutulmuş, ayakları kanlar içinde kalmıştı. Cebrail’in; “Allah’ın selamı var; istersen şu tepeleri Taif halkının üzerine yıkacak ve onları helak edecek...” demesine karşılık, asla böyle bir şey istemediğini belirterek ellerini açmış ve şu duayı yapmıştı: “Allah’ım (şu) kavmimi(topluluğu) hidayete ulaştır; çünkü onlar (Seni ve Beni) bilmiyorlar!” Çünkü O, kan dökmek ve insanları yok etmek için değil, dalaletten hidayete çıkararak gerçek varlığa kavuşturmak için gönderilmişti. Bu tavır ve dua, tam da O’nun bu vasfına yakışmaktaydı. Nitekim, Taif halkı yıllar sonra İslam’la şereflenmişlerdi.
· · Mekke’nin, kan dökülmeden fethedilmesinin ardından Allah Resulü, bir zamanlar Müslümanlara yapmadıkları hakaret, zulüm ve işkence bırakmayanlara karşı umumi af ilan etmişti. Muktedir olduğu halde intikam almamıştı.
· · Bedir esirlerine yaptığı muamele ne kadar anlamlıydı!..Onlara bir misafir gibi davranmanın yanında; okuma-yazma bilen her esiri, on müslümana okuma-yazma öğretme karşılığında; zengin olanları fidye vermek şartıyla, hiçbir özelliği olmayanları da birşey beklemeden serbest bırakmıştı. Bu nasıl bir hoşgörüydü; düşmanını yok etmek yerine, meziyetlerinden istifade etmeyi tercih ediyordu!
· · Necran’dan gelen hıristiyan bir grubun, Mescid-i Nebevi’nin bir köşesinde kendi inançlarınca ibadet etmelerine müsaade buyurmuşlardı. İnanç ve ibadet özgürlüğünün, müsamahanın bundan daha güzel pratik örneği nasıl olabilirdi?!
O’nun Hoşgörüsü Bir Mektepti
Allah Resulü’nün hoşgörüsü ibretlerle doluydu. Ve O, hoşgörüyü insanları kazanmak ve eğitmek için vazgeçilmez bir vasıta olarak yaşıyordu. Ashabına hep; “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”(Buhari; İlim,11) düsturunu öğütlüyordu. Kendileri de daima bu prensip üzere hareket ediyordu:
· · Bir defasında; Mescid-i Nebevi’de ashab-ı kiramla oturmuş sohbet ediyordu. Bedevinin biri içeri girip iki rekat namaz kılmış ve; “Allah’ım; bana ve Muhammed’e rahmet!” diye dua etmişti. Bu duayı duyan Rahmet Peygamberi; “Pek geniş olan ilahi rahmete sınır çektin yahu!” buyurmuşlardı.
· · Aynı bedevi, biraz sonra mescidin bir köşesine abdest bozmaya(bevl etmeye) başlar. Olaya şahid olan ashabdan bazıları, adama bağırırlar ve üzerine yürürler. Rahmet Peygamberi, onlara mani olur ve; “Bırakın(işini görsün)...Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz" buyururlar. Sonra bedeviyi yanına çağırarak ona şöyle nasihatte bulunur: “Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir; buralar, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır”(Buhari; Vudu’,58; Edeb,35).
Bedevi, bütün bu hareketlerini kasten değil cehaletinden yapmıştı. İslam’ın özünü ve edebini henüz bilmiyordu. Yaptıklarını, içinden geldiği gibi yapıyor ve doğru olduğunu sanıyordu. Öyleyse ona yaptıklarının yanlışlığını ürkütmeden, soğutmadan en uygun bir yaklaşım ve tatlı bir dille anlatmak gerekiyordu. Hoşgörü ve Rahmet Peygamberi de onu yapmıştı. Çünkü Rabbi, O’na şöyle buyuruyordu:
“(Ey Muhammed!) sen hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et” (en-Nahl, 125).
Seyyid-i Kainat Hz.Muhammed-Mustafa(s.a.v) Efendimizin ümmeti olduğunu iddia edenler olarak, keşke O’nun davranışlarını, hayatımızda gereği gibi sergileyebilseydik! Hele O’ndaki hoşgörü anlayışını; hased, kin, nefret ve dedikodularımızla berbat hale getirdiğimiz günümüz toplumuna hakim kılabilseydik! O zaman, cennetnümun bir hayatın mutluluğunu hep birlikte paylaşmış olurduk.
Hoşgörü, yüce gönüllerin, asil insanların işidir. Nefsine ve gururuna mağlup olmuş sefil insanlardan hoşgörü bekleme, canavardan merhamet ummaya benzer. Allah Resulü, insanlara, asla kusur arama, ayıbını yüzüne vurma mantığıyla yaklaşmıyor ve nefsi için kesinlikle öfkelenmiyordu.
Eğer Ben de Öfkelenseydim...
Birgün bedevinin birisi Allah Resulüne gelerek yardım istedi. Resülullah, birşeyler verdikten sonra;
-Seni memnun edebildik mi? diye sordu. Bedevi;
-Hayır, beni memnun etmedin, deyince orada bulunanlardan bazıları öfkelendiler. Ancak, Allah Resulü eve gidip bedeviye birşeyler daha verdi ve tekrar sordu:
-Söyle bakalım, seni (şimdi) memnun edebildik mi? bedevi bu sefer;
-Evet; Allah, seni ve çoluk çocuğunu mükafaatlandırsın, diye cevap verdi.
Bu olayın ardından Resulullah Efendimiz ashabını uyararak;
-Eğer ben de öfkelenseydim, bu adam cehennemi boylardı, buyurdu(Muhtasar Hayatü’s-Sahabe,370).
Allah’ın Resulü; İslam’ı yeni tanıma durumunda olan bedeviye kötü muamele yapılsaydı, dinden soğuyacağını ve İslam dışı bir hayata itilme neticesinde ahiretini de kaybedeceğini işaret ediyordu. Ve hoşgörüsüzlüğün ne büyük bir tehlikeye sebep olabileceği hususunda ümmetini uyarıyordu.
Kendini İncitene de Hoşgörülüydü
Rahmeten li’l-Âlemin, Mescid-i Nebevi’den çıkarken bir bedevi eteğini çekti ve;
-Develerimi buğdayla yükle! Çünkü sendeki mal ne senin ne de babanın malıdır! dedi.
Bu ani ve kuvvetli çekme neticesinde Allah Resulü’nün ridasının yakası, mübarek boynunu kızartmıştı. Peygamber Efendimiz bu harekete üzülmüştü. Bedeviye;
-“Önce, beni incittiğinden dolayı özür beyan et; sonra da ben senin istediğine bakarım” buyurdular.
Bedevi özür dilemeyi gururuna yakıştıramadı ve;
-Özür beyan etmiyeceğim, dedi ve bu sözleri birkaç defa tekrarladı.
Rahmet Peygamberi, ona ahlak ve edeb dersi vermek istiyordu; ama o hiç oralı olmuyordu. Yüce Peygamber, bedevinin sözüne hiç ehemmiyet vermedi ve ashabından birine dönerek;
-“Bu adam için şu develerin birine arpa, diğerine hurma yükle!” diye emredip yoluna devam etti(Ebu Davut; Edeb).
Bu, ne ulvi bir davranış örneği idi! Kendini inciten ve ısrarla kaba davranan birisinin dahi gönlünü kırmayan Allah Resulü, üstelik onun ihtiyacını fazlasıyla karşılıyordu. O, niçin böyle davranıyordu? Korktuğundan, çekindiğinden mi? Haşa, ne münasebet! O, insanların en gözü pek olanı ve kahramanıydı. Çünkü O, “Savaş Peygamberiydi” aynı zamanda. Ama O’nun gayesi, insanları cehaletin karanlığından kurtarmak, İslam’ın edep ve merhametini göstermekti. Allah Resulü’nün mezkur davranışı, o bedevinin gönlünde kim bilir nice kemal şimşeklerinin çakmasına vesile olmuştur! Kim bilir nebevi davranış, daha sonra bedevinin daimi pişmanlığına, nefs muhasebesine ve takva zırhına bürünmesine sebep olmuştur!..
Sarhoşlara dahi Hoşgörülüydü...
Hoşgörü, bir insanın güzel/müsbet yanlarını öne çıkarmak ve ondan hareketle o insanda güzelliğin ve iyiliğin hakim olmasını sağlama yöntemidir. Allah Resulü, kusur aramak, çirkin olanı teşhir etmek yerine hep güzeli yakalamak taraftarıydı. O’nun bu tavrı, insan dışındaki varlıklar için de geçerliydi:
· · Ashabdan bazılarıyla giderlerken, yol kenarında bir köpek leşine rastladılar. Ashabın, yüzünü ekşitmeleri, tiksinmeleri ve; “ne kadar kötü!” demelerine karşılık Allah Resulü, tebessümle; “dişleri ne kadar güzel!” buyurdu.
Bir cîfede dahi güzellik arayan Rahmet Peygamberi’nin insanlara yaklaşımı nasıl olabilirdi?.. Bir örnekle anlamaya çalışalım:
· · Buhari’nin naklettiği bir hadise göre; “Hz. Peygamber zamanında Abdullah b.Nuayman isminde birisi vardı. Bu adam halk arasında himar (eşek) diye anılırdı. Çünkü çok içki içer, hemen hemen daima sarhoş dolaşırdı. Ancak bu adam, hoş sohbet biri olduğundan Peygamber Efendimiz onu çok sever, hatta zaman zaman onu aratır, onunla sohbet ederdi. İçtiği zamanlar, yakalanıp huzura getirildiğinde de hadd-i şirb(içki cezası) uygulatırdı.
Yine birgün Abdullah, sarhoş bir halde Allah Resulü’nün huzuruna çıkarılmış ve cezalandırılmıştı. Orada bulunanlardan Hz.Ömer, Abdullah’a lanet okuyup; “Bu adam ne kadar da içiyor; şunun boynunu vuralım daya iyi!” diye celallendi. Bunu duyan Allah Resulü, Hz.Ömer’i azarlayarak şöyle buyurdu:
-“O’na lanet okuma ey Ömer! Allah’a yemin ederim ki, onun hakkında kesin olarak bildiğim bir şey varsa, o da Allah ve Resulü’nü çok sevdiğidir”(Tecrid-i Sarih Tercümesi, c.12, Hds.2086)
· · “Buhari şârihi Kirmâni, Abdullah’ın garip bir hareketini şöyle bildiriyor: Abdullah, bir keresinde veresiye bir tulum yağ, bir tulum da bal alarak Resulullah’a hediye getirmişti. Bir süre sonra satıcı, malların bedelini istemiş, Abdullah da ödemeyi yapamadığından, satıcıyı alıp doğruca Hz. Peygamber’in huzuruna getirmiş ve aynen şöyle demişti:
-Ey Allah’ın Resulü; adamın parasını öde.
Allah Resulü, bu durumdan çok hoşlanmış ve uzun süre tebessüm ederek malların tutarını ödemişti. Resuller Sultanı’nın tanıklığıyla vicdanı Allah ve Resulüllah aşkıyla dolu olan Abdullah’ın, Peygamber’i güldüren davranışları hep böyle latif idi” (Tecrid Tercümesi, c.12, s.253-254).
Evet, bir sarhoşun da, Allah ve Resulü’nü sevme hakkı vardı. Abdullah b. Nuayman’ın sarhoş olması ve her defasında dayak yemesi, sevgisine mani olamamıştı. O hatasının, saplandığı kötü alışkanlığın farkındaydı. Cezalandırılsa da, toplum ona himar diye hakaret etse de, onun Allah’a ve Resulü’ne sevgisi zerre kadar azalmıyor; bilakis artıyordu. Parası olmadığı halde, kendinin ödeyemeyeceğini bile bile borçlanarak Allah Resulü’ne hediye götürüyor, O’nun sevgisini kazanmak istiyordu. Rahmet ve Şefkat Peygamberi, bu ulvi sevginin farkındaydı ve ona hoşgörüyle muamele ediyordu. Çünkü Allah’ı ve Resulü’nü kim gerçekten sevmiş ise, önünde sonunda kurtuluşu hak edecekti...
İnsanların kusurlarını görmek, hatalarını sayıp-dökmek kolaydır; zor ve makbul olan, onlara kurtuluşa sevk edecek yumuşak yaklaşımı göstermektir. Bakınız, Cenab-ı Hak, sevgili Peygamberini, yumuşak davranışlarından dolayı nasıl övüyor ve yol gösteriyor:
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak(hoşgörülü) davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç; onlar için mağfiret dile” (Âl-i İmran, 159).