Soru - Cevap

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

Bismillahirrahmanirrahim

63. Onlar Allah'a inanmiş ve O'na karşı gelmekten
sakınmışlardır.
64. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır.
Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. Bu büyük
başarıdır.


Yunus suresi
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Sual: (Allah’ın bildiği kuldan saklanmaz) diyerek açıktan oruç yiyenler oluyor. Günah değil midir?
CEVAP Günahı, açık da, gizli de işlemek caiz olmaz. Fakat nefsine, şeytana uyarak günah işleyen, günahını gizlemelidir! Günahı gizlemek birkaç yönden faydalıdır:
1- Eğer günahlarımız açığa çıkmamışsa sevinmelidir! Cenab-ı Hak, (Günahı gizleyin) buyuruyor. Peygamber efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, Kıyamette, bu günahı kullarından saklar.) [Müslim]
2- Allahü teâlâ açıktan, çekinmeden günah işleyenlere daha çok buğzeder. Fakat üzülerek günahını gizleyenleri, gizlediği için affedebilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir günaha düşen, günahını gizlesin! Allahü teâlânın örtüsünü onun üzerinde bulundursun!) [Müslim]
3- Günah işlerken halktan olsun utanmalıdır! Başkasını kendi hakkında konuşturmamak, gıybetini ettirmemek için günahı gizlemelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Haya tamamıyla hayırdır.) [Buhari]
(Haya imandandır.) [Buhari]
(Hayasızın dini olmaz ve hayasız kişi Cennete giremez.) [Deylemi]
4- Kötü örnek olmamak, başkalarının da günah işlemesine cesaret vermemek için günahı gizlemeli! Böyle sebeplerden dolayı açıktan günah işlememeli, gizli de olsa günah işlemekten sakınmalı! Çünkü günahlar öldürücü zehirdir. İmanı olan günah işlemekten çok korkar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Mümin, günahını dağ gibi görür, üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını, burnuna konmuş, hemen uçacak bir sinek gibi görür.) [Buhari]
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

commando yazdı:
commando yazdı:Kimse kimseye paylaşımı için teşekkür etmesin lütfen..
Bu Başlığa sadece kaynak belirtilerek Hadis-i Şerif ekleyebilirsiniz.. Selametle..
Uyarıdan hemen sonra yazman hayli ilginç.. Aylık uyarı hanenize +1 olacak çünkü sorularınızı bu bölüme yazmanız gerekirdi..

Hadis-i Şerifleri toptan inkar eden biri iseniz kafanıza göre takılabilirsiniz..

fatihokudu yazdı:commando ben 2 elimi de rahat kullanıyorum ama sol elimle yemek yiyorum sence BU GÜNAH MI?

(kandırmayın insanları)
Öncelikle şunu söylemek istiyorum fatih kardeşim Kandırılmış biri olarak kandırmak fiiline karşı zaviyeden bakışın gayet normal..

"Sol eli nerelerde ve nasıl kullanmalıyız? Zarûret halinde sol el ile yemek yenir mi, su içilir mi?"



Peygamber Efendimiz (asm) yemek ve içmek için sağ elini kullandığı gibi; (1) sağ el ile almayı, sağ el ile tutmayı, ayakkabı ve elbise giymeye ve abdest almaya sağ taraftan başlamayı tavsiye buyurmuştur. (2) Şu halde yemek ve içmekte sağ eli kullanmak, diğer bütün işlere ise sağdan başlamak sünnettir. Sol el ile yemek ve içmenin tek zarûreti, sağ elin olmamasıdır. Sağ el var oldukça, sol eli yemek ve içmek için kullanmak mekruhtur.

Sağdan başlamak ile sağ eli kullanmayı birbirinden ayırt etmemizde fayda vardır. Bir çok işte sağdan başlamak sünnettir; fakat işin devamında sol eli veya sol ayağı kullanmak zarûret olduğundan mubah bulunmaktadır. Söz gelişi ayakkabı giymeye sağdan başlanır; ama hemen ardından sol ayağa da ayakkabı giyilir. Abdest almaya sağ taraftan başlanır; ama hemen ardından sol taraf da yıkanır ve ihmal edilmez.

"Devamlı kullanma" konusunda sadece yemek ve içmekte sağ el sünnettir. Diğer fiillerde (yazı da dahil) sağdan başlamak kaydıyla, iki elden hangisi daha yetenekli ise, o el kullanılabilir. Bu durumda;

A) Mekruh olan: 1-Tahâreti sağ el ile yapmak, 2-Diğer bütün işlerde soldan başlamak, 3-Yemek ve içmekte sol eli kullanmaktır.

B) Sünnet olan ise: 1-Tahâreti sol el ile yapmak, 2-Diğer bütün işlerde sağdan başlamak, 3-Yemek ve içmekte sağ eli kullanmaktır.


Dipnot:(1)Câmiü's-Sağîr, 1/281; (2)a.g.e., 1/286, 1/469



Mezhepsizlerin Durumu İle ilgili fetva dır..

Hak mezheplerde akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mesele yoktur. Çünkü onların dayanak noktası Kuran, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrip edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan olumsuz cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhepleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca Müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur'an-ı Kerim'in; "Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra Müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir" tehdidinden de hissedar olurlar.

Bir mezhep imamını taklit eden kimse hangi mezhebe bağlanmış ise artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hallerinde her hangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.

İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir.

Mademki taklit sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.

Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezhep değiştirmesi onları hafife almak manasına gelir.

Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, Makalât adlı eserinde bu gibi kimselerin halini şöyle tasvir eder:

"Evet, her grubun kendisiyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şairinin dediği gibi: "Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani" görünen kişiden daha bozguncusu yoktur."

Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.

Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, "Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm'ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A'zam, İmâm-ı Şafi'i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir. der ve bu imamların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin "İslâm dinini tehdit eden en tehlikeli bid'at" olduğunu ilâve eder.

Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm'ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der:

"Ben bu mezhepsizlerden hiç birinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni meselelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası tamamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve gereğince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacakları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhepleri yıkmak için bütün güçlerini sarf etmekten ibarettir!

Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:

"Bütün insanları inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?"

Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:

"Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların tamir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tahrip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır."

Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere tâbi olmaktan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.

İmam-ı Şârânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurur:

Müçtehitlerin sünnet buyurduklarının hepsi ile amel et ve mekruh dediklerini terk et! Onlardan bu hususta delil aramağa kalkma! Çünkü sen, onların dâirelerinde mahpussun. Onların makamına varmadıkça doğrudan kitab ve sünnete ulaşmakta, onları geçmen ve hiçbir zaman hükümleri onların aldığı yerden alman mümkün değildir...

Bütün mezhepler, bana göre, parmakların el ayasına ve gölgenin aslına bitişik olması gibi, şeriata bitişiktirler...

Bu vesile ile şu noktayı da kaydetmek icap ediyor. Müçtehitlere uymayarak kendi reyine uymak büyük bir gururdur. Bu ise insanın manen çöküşüne sebep olur. Bediüzzaman Hazretleri bu gibi kimselerin akıbeti hakkında şu tesbitlerde bulunur:

"Evet gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşflyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar."
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Bize sadece Kuran-ı Kerim Yeter mi?

Hadis düşmanlarının amacı; Sünnet–i Nebeviyye'yi devre dışı bırakarak, akıllarınca Resûlullah'ı devreden çıkarmaktır.İslâm âlimlerinin, Kur'an'ın tefsiri olarak kabul ettiği "Sünnet"i güya bu şekilde hallettikten sonra sıra ikinci adıma, yani Kur'an'a gelecekti!..

Bazı ilimler vardır, ilaç gibidir, insanın sıhhat ve afiyeti için zarurîdir. Bazı fikirler de vardır, zehir gibidir, insan hayatına kasteder, öldürücüdür.İşte bu gibi fikirlere son derece dikkat etmek, bu tür görüş sahiplerinden son derece sakınmak lâzımdır. Bu zehirli fikirlerden biri de, uzun zamandır mevcut olmayan; fakat son yıllarda kötü kokusu yayılmaya başlayan "Hadis ve Sünnet'i Kabul Etmeme Hastalığı"dır. Maalesef son zamanlardaİslâm dünyasında bu yöndeki itirazlar gün yüzüne çıkarılmış, "Kur'an'dakiİslâm", "Kur'an Müslümanlığı" ve "Kur'an'a Dönüş" ve benzer sloganlarla, sünnet ve hadis üzerinde birtakım şüpheler ve istifhamlar gündeme getirilmiştir.İşin üzücü tarafı, bunlar gündemde kalmaya devam etmektedir. Bu sloganik ifadeleri âdeta vird hâline getirip devamlı telaffuz eden bu gürûhun, hemen hemen hepsinin Sünnet–i Resûlullah karşısındaki tavırları menfîdir veya en azından lâkayddır. "Kur'an'ın yeterli olduğu" fikrini hararetle savunup, Sünnetsizİslâm arayışı içine giren bu zavallılar, her konuda âayet arayıp, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka "Lâ raybe fîh" delilin bulunmadığını ileri sürüyorlar. Tabiî bunların, her lafın başında "Kur'an" demelerine bakan da onları Kur'an sevdalısı zanneder.İyi de, hem Kur'an'da bulunan: "Peygamber size neyi verdiyse, onu alın; size neyi yasakladıysa, ondan da sakının."(1) gibi Sünnet'e delâlet eden bir kısım âyetlere rağmen Sünnet'i inkâr edeceksin, hem de Kur'an sevdalısı olacaksın, bu mümkün mü?! Size sıradan bir kitap hediye eden birine bile teşekkür edip, minnet duymak bir insanlık icabı iken, Hz. Kur'an gibi dünya ve âhiret saadetinin reçetesini sunan yüce bir kitabı bizlere getiren Resûlullah'a bırakın teşekkür etmeyi, onun Sünnet'ini dahi inkâr edip devreden çıkarmaya çalışmak, acaba nasıl bir insanlık icabıdır?
Hadis ve Sünnet'i kabul etmeyip sadece Kur'an Müslümanlığından söz edenler, aslında asırlardan beri vardır ve eksik olmamıştır. Tabiî bu tür eğilimler ve görüşler hep azınlıkta kalmış, marjinal gruplar tarafından kabul görüp sahiplenilmiş ve ortaya sürülmüştür. Tarih yine tekerrür etmektedir.
Uzun zamandan beri bazı kardeşlerimiz bizlere bu hususta sürekli sorular soruyorlar. Bulundukları çevrelerde, gerek mahalle gerekse iş ortamlarında Sünnet inkârcılarının olduğunu ve onlarla sık sık bu konuda karşı karşıya gelip, fikir çatışmaları yaşadıklarını; fakat susturucu deliller sunamadıklarını üzülerek bizlere iletiyor ve bu hususta bir yazı kaleme almamızı rica ediyorlardı. Bizlerin de âcizâne gayreti ve arzusu, bu sapık fikirlere karşı gerekli ilmî müdafaanın yapılabilmesi ve bu yanlış görüş sahiplerinin oyununa gelinmemesi olduğundan, inşallah bu Sünnet ve Hadis münkirlerine reddiye mahiyetindeki bu yazımı kaleme alıyorum.
Sünnet'in delil olarak kullanılmasını inkâr ederek, sadece Kur'an'la yetinmeyi iddia eden bu fasid görüş sahiplerinin bunu söylemelerindeki gayeleri farklı farklıdır. Dolayısıyla konuya, öncelikle bu fasid görüşün nereye dayandığı ve bunların kimler olduğu hususunda bir tasnif yaparak başlamak istiyorum.

Bunları genel olarak iki gruba ayırabiliriz
Bunlardan bir grup; müslüman oldukları veya müslüman olduklarını iddia ettikleri hâlde Sünnet'i kabul etmeyip, aleyhinde olanlardır ki bunlar,İslâm'ın ilk dönemlerinde Hz. Ali Radıyallahu Anh'ın hilafeti döneminde ortaya çıkan "Haricîler" tâifesidir. Bu tâife "Hüküm sadece Allah'ındır"(2) âyetini ele alarak böylesine doğru bir hükümden, yaptıkları tevillerle yanlış anlamlar çıkardılar ve bu âyet–i kerîmeyi istismar ederek Hz. Ali Radıyallahu Anh ve Hz. Muaviye Radıyallahu Anh arasında vuku bulan Sıffin savaşında, her iki taraftan da savaşa katılan sahâbenin adaletini, dolayısıyla onlardan gelen rivayetleri bütünüyle reddettiler. Hatta daha da ileri giden bu sapıklar, ashabı (hâşâ) küfürle itham etme ahmaklığını gösterdiler. Bunun sonucu olarak, onların bu bâtıl iddialarına göre hadis–i şerifler (hâşâ) kâfir olan bir topluluğun rivayetleri olduğu için hiçbirini kabul etmediler.
İkinci grup ise; batılı müsteşriklerin bâtıl görüşleri veİslâm dışı cereyanlardır. Bu grup, aslında sadece Sünnet'e değil, temelde her şeyiyleİslâm'ın bizâtihi kendisine karşıdır. Bunların esas amacı; müslümanların zihinlerine şüphe tohumları atmak,İslâm topluluklarının arasına fitne sokup, onların birlik ve beraberliğini yok etmektir. Evet, ellerinden gelse bunu hemen yapacaklar; fakat karşılarında en büyük mâni olarak, bu dinin peygamberi Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i buluyorlar. Öyleyse yapılacak iş, ilk adım olarak, bu maniyi aşmak ya da en azından ümmet nezdindeki sarsılmaz otoritesine gölge düşürmek geliyor… Bunun için de özellikle Sünnet'i ve hadisi hedef almışlar, az önce zikrettiğimiz birinci grubun tavrından da faydalanıp, birtakım sun'i tartışmalarla müslümanları Sünnet hakkında şüpheye düşürme gayreti içine girmişlerdir. Böylece Sünnet–i Nebeviyye'yi devre dışı bırakarak, akıllarınca Resûlullah'ı devreden çıkaracaklar.İslâm âlimlerinin Kur'an'ın tefsiri olarak kabul ettiği "Sünnet"i güya bu şekilde hallettikten sonra sıra ikinci adıma, yani Kur'an'a gelecekti!..
Kur'an, bunların bâtıl fikir ve itikâtlarına kesinlikle mesned teşkil edecek değildir. Ama Kur'an'ın gerçek yorumu olan Sünnet devre dışı bırakıldığı için işleri artık kolaylaşmış olacaktı. Bundan sonra yapılacak iş, Kur'an'ın, kendi arzularına göre yeniden yorumlanması ve tevil edilmesidir. Tabiî bunu yaparken hem bu konuda gayet samimiymiş havası vermek, hem de fincancı katırlarını ürkütmemek için, bu operasyona şirin bir isim de koymak gerekiyordu ki, onu da bulmuşlardır. Bu isim ne olsun? "Kur'an'a Dönüş" olsun, "Kur'anİslâm'ı" olsun...
Bu maksatla işe başlayan bu gürûh, Kur'an'ı rahatça keyiflerine göre biçimlendirebilecekleri zehâbına kapılarak, ehl–i imanın akidesini bulandırma gayreti içine girmişlerdir. Kimi cehaleti, kimi de birtakım çıkarları sebebiyle, bu zehirli fikrin rüzgârına bazı kimseler kapılmış olsa da inşallah bu Hadis inkârcıları umduklarını bulamayacaklardır. Bu din, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde asırları aşıp bu güne dek nasıl sapasağlam geldiyse, kıyamete kadar da böylece devam edecektir…
Hadisleri güya sıhhatinden şüphe ettikleri için kabul etmeyen ve "Bize Kur'an yeter" diyerek sadece Kur'an'ın delil olacağını söyleyen birtakım kimseler, her ne kadar Hadis'i kabul etmediklerini ifade ediyorlarsa da, bu fikirlerine delil olarak ileri sürdükleri bir Hadis–i şerif vardır. Şimdi bu Hadis'in değişik tariklerle gelen birkaç rivayetini ve Hadis âlimlerinin bunların senetleri hakkındaki görüşlerini sizlere arz edeceğim. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Size benden bir Hadis geldiğinde bunu Kur'an'a arzedin. Eğer bu Hadis'le ilgili Kur'an'da bir asıl buluyorsanız, Hadis'i alın, bulamıyorsanız onu reddedin."
Hadis inkârcılarının kendilerine delil olarak aldıkları bu Hadis–i şerif hakkında Ukayl Rahimehullah: "Bu Hadis'in sahih isnadı yoktur." der. Sağanî Rahimehullah ise: "Mevzûdur." der.(3)
Yine bu mânada Beyhakî, senedini de zikrederek, Bişr b. Numeyr, Hüseyin b. Abdullah tarikiyle onun babasından, onun da Hz. Ali'den naklettiği bir başka Hadis'i zikreder ki, Efendimiz bu Hadis'te şöyle buyurmuşlardır:
"Bazı insanlar olacak, benden Hadis rivayet edecekler. Size bir kimse Hadis rivayet ettiğinde bu Kur'an'a muvafıksa, onu ben dedim. Size bir kimse Hadis rivayet ettiğinde bu Kur'an'a muvafık değilse, onu ben demedim."
İmam Beyhakî bu Hadis'le ilgili olarak:
"Bu zayıf bir isnaddır. Böyle Hadis'lerle delil getirilmez." der.İbn Maîn, bu Hadis'i rivayet eden Hüseyin b. Abdullah b. Dumeyre için "Sika ve güvenilir birisi değildir." demiştir.İmam Buhârî de bu kişi için:
"Hadis'i münkerdir, kendisi zayıf biridir." der. Ebû Zür'a ise "Hadis'i kıymet takdir edeceğim hiçbir ölçüde değil." demiştir.(4) Bu Hadis'in diğer ravisi olan Bişr b. Numeyr için de "Sika değildir." denilmiştir.
Bu Hadis başka tariklerle de rivayet edilmiştir; lâkinİmam Beyhakî bu rivayetler için:
"Bunların hepsi zayıf rivayetlerdir." demiştir.
İşte muhterem okurlarım, Hadis inkârcılarının, işlerine gelince, Hadis âlimlerinin kesinlikle delil kabul etmedikleri zayıf isnadlara dahi nasıl yapıştıklarını görüyorsunuz. Ama işlerine gelmedi mi, Hadis sahih de olsa inkâr ederler. Buradan rahatlıkla anlayacağınız üzere, bunların derdi kesinlikle üzüm yemek değil; maalesef bağcıyı dövmektir.
Şimdi sizlere Hadis âlimlerince sahih kabul edilen bir başka rivayeti nakledeyim. "Kur'an bize yeter." diyenler hakkında bakınız Peygamber Efendimiz asırlar öncesinden ne buyuruyor:
"Şunu kat'i olarak biliniz ki, bana Kur'an ile birlikte, onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin: "Bize Kur'an yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul ediniz." diyeceği zamanlar yakındır. Bilin ki, Allah resûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir."(5)
Efendimizin, bu kimselerin "karınları tok bir şekilde koltuklarına kurulacaklarını" özellikle beyan etmesi ne kadar taaccübe şâyan değil mi? Müçtehid geçinen,İlahiyat patentli birtakım zevatın, televizyon kanallarında arz–ı endam ederek, koltuğuna kurulmuş vaziyette "Bize Kur'an yeter." dediklerini görünce inanın aklıma hemen bu Hadis–i şerif geliyor. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm on dört asır öncesinden nübüvvet dürbünüyle bakarak, bu günleri müşahede edip bizlere haber vermiş ve bu tâifeyi de böylesine tasvir ederek, gözlerimizin önüne bir tablo gibi sermiştir. Tâ ki bunlar bilinsin ve ümmet bu fitnelerden sakınsın...
Mevlâ Teâlâ bizlere Sünnet–i Seniyye'yi en iyi şekilde öğrenip, en güzel şekilde yaşamayı nasip eylesin!


**** II

Resûlullah'a itaatin, Allah'a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlü'nün değerini ortaya koymak, 'Kur'an'da bulunmayan dinî emirleri yapmak gerekmez' zannını yıkmak ve Peygamber Efendimizin, Kur'an'dan ayrı ve müstakil olarak Hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir."



Sünnet; İslâm'ı anlamak, kavramak ve yaşamak hususunda en doğru ölçü ve yorumdur. Allah'tan gelen vahyi almak için peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamak için de Peygamber'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır.


Bütün peygamberler, Allah'tan gelen ilâhî vahyi insanlara harfiyen tebliğ eder, açıklanması gereken yerleri açıklar ve kendi hayatlarında yaşayarak uygulamasını gösterirler. Nitekim Hz. Aişe anamıza Peygamber Efendimizin ahlâkından sorulduğunda Hz. Aişe anamız cevaben "Onun ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuştur. Kur'an'ın hangi emri nasıl yerine getirilecek, hangi nehiyden nasıl içtinap edilecekse, Efendimiz bunu bizzat yaşayarak göstermiştir. Hiç şüphesiz o, Kur'an'ı en iyi anlayan ve en mükemmel şekilde hayata geçirip tatbikat sahasına koyandır. Yani Efendimiz, Kur'an'ın canlı bir tefsiri ve yaşayan bir İslâm'dır.


Öyleyse Resûlullah'ın Sünnetiyle amel etmek demek; Allah'ın Kur'an âyetlerindeki isteğini hakkıyla yerine getirmek demektir. Dolayısıyla Sünnet ve Hadis'i kabul etmeyip, "Kur'an bize yeter" demek, filhakika Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasını istememektir. Hatta bundan da öte, ilâhî vahyin anlaşılmasına mani olmaya çalışmaktır; neuzübillah…


Beyhakî şöyle bir rivayet nakleder: Bir şahıs Mutarrif b. Abdullah'ın yanında ona hitaben:
–"Bize Hadis anlatıp durmayın, Kur'an'dan başka bir şeyden bahsetmeyin," deyince ona şöyle dedi:
–"Vallahi biz Hadisleri Kur'an'ın yerine anlatmıyoruz. Bilakis Hadisleri anlatmaktaki gayemiz, Kur'an'ı en iyi bilenin, bildiklerini anlatmaktır."(1)
Mevlâ Teâlâ, Peygamber Efendimize itaat etmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu beyan etmek için, Kur'an–ı Kerîm'in birçok âyetinde kendi ism–i şerifiyle Resûlü'nü yan yana zikredip, "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin!" diye emir buyurmaktadır.


"Rûhu'l–Me'ânî" tefsirinin müellifi Alûsî Rahimehullah bu âyet–i kerîmeyi tefsir ederken şöyle buyurmuştur:


"Resûlullah'a itaatin, Allah'a itaatle birlikte yan yana zikredilmesindeki incelik; Allah Resûlü'nün değerini ortaya koymak, 'Kur'an'da bulunmayan dinî emirleri yapmak gerekmez' zannını yıkmak ve Peygamber Efendimizin, Kur'an'dan ayrı ve müstakil olarak Hadislerinde ortaya koyduğu emirlerine itaat etmektir." (2)
Onun gibi daha birçok âlim, Peygamberimize itaat konusundaki âyetleri böyle anlamışlardır. Kur'an–ı Kerîm'de kısaca temas edilen konularda Peygamber Efendimizin açıklamalarına bakılması, Kur'an'da temas edilmeyen konularda da Peygamber Efendimizin Hadislerine uyulması gerektiğini söylemişlerdir.
Nitekim yırtıcı hayvanların etinin helâl olmadığı, denizin suyunun temiz ölüsünün helâl olduğu, ehlî eşek etini yemenin haram olduğu gibi birtakım hükümler, Sünnet tarafından ortaya konmaktadır.

Allah hiç şüphesiz resüle itaatı emreder
Hadis inkârcıları, "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin" âyetinin yukarıda geçen şekildeki izahına itiraz etmektedirler. Onların "Peygambere itaat edin" emri hakkındaki iddiaları; "Peygamberle gönderilen âyetlere itaat edin, yoksa onun şahsî açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın." şeklindedir. Eğer durum gerçekten onların dediği gibi olsaydı, Mevlâ bunu açıkça ifade ederek: "Resûlümün getirdiği âyetleri alın, onun şahsî açıklamalarını bırakın" buyurabilirdi. Ama öyle değil de, mutlak bir ifadeyle emrederek: "Resûlullah'a itaat edin!" buyurmuştur.


Diğer taraftan Resûl'e itaat etmenin anlamı; Hadis inkârcılarının iddia ettiği gibi "Allah'ın gönderdiği âyetlere itaat edin" demek olsaydı, o zaman bu âyetin başındaki "Allah'a itaat edin" emri ne olacaktı? O takdirde sanki gereksiz bir tekrar yapılmış zannı hasıl olurdu ki, bir mü'minin, Allah'ın kelâmı hakkında böyle bir şeyi düşünmesi asla caiz değildir.


Dolayısıyla "Ben müslümanım" diyen herkes, hangi devirde yaşarsa yaşasın "Resûlullah'a itaat edin" âyetinin gereğini yerine getirebilecek ve Allah'ın bizlere "üsve–i hasene" olarak takdim ettiği Peygamber Efendimizi örnek alabilecektir. Şayet Hadis ve Sünnet devre dışı bırakılırsa, onun vefatından sonra gelen ümmetleri Resûlullah'ı nasıl örnek alacaktır?


Efendimizin vefatından kısa bir süre sonra tâbiûn döneminde bir zümrenin, Kur'an–ı Kerîm'e ehemmiyet verme perdesi altında, Sünnet'e karşı tavır geliştirdiği bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Dolayısıyla tâbiûn döneminden itibaren Sünnet'i savunanların, Sünnet inkârcılarıyla mücadelesi başlamıştır. Bu meyanda şu rivayet çok mühimdir.


Sahâbenin büyüklerinden İmrân b. Husayn Radıyallahu Anh, arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. O sırada orada bulunan bir adam:
–"Yâ Ebû Nüceyd! Siz bize birtakım Hadisler rivayet ediyorsunuz. Halbuki biz onları Kur'an'da bulamıyoruz. Bize Kur'an'dan konuşun," dedi. İmrân b. Husayn bu adama şiddetle kızarak şöyle dedi:
–"Sen Kur'an'ı okudun mu?!"
Adam
–"Evet," deyince İmrân b. Husayn
–"Öyleyse Kur'an'da yatsı namazının dört rekât, akşamın üç rekât, ikindinin dört rekât, öğlenin dört rekât olduğunu buldun mu?" diye sordu. Adam
–"Hayır," dedi. İmrân b. Husayn
–"Peki, bu namazların rekât adetlerinin böyle olduğunu kimden öğrendiniz. Bizden öğrenmediniz mi? İşte Biz de bunu Resûlullah'tan öğrendik. Peki, Kur'an'da kırk koyundan bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekât düştüğüne rastladın mı? "
–"Hayır."
–"Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah'tan öğrendik. Yine Kur'an'da "O eski evi (Kabeyi) tavaf etsinler." (Hac, 29) buyrulmaktadır. Peki, bunun yedi defa olduğunu nereden öğrendiniz? İşte ben tüm bunları Resûlullah'tan dinledim. Fakat sen o zaman yoktun. Dolayısıyla Kur'an'a bakarak bunları bilemezsin. Siz, "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının" (Haşr, 7) âyetini işittiniz değil mi? Biz bütün bunları Resûlullah'tan aldık. "
Sonra İmrân b. Husayn ellerini kenetleyerek:
–"Ey insanlar! Rivayet ettiğimiz Hadisleri alınız ve uyunuz. Uymazsanız vallahi sapıtırsınız," dedi. (3)

Kur’an ana yasa sünnet kanunları
İmrân b. Husayn Radıyallahu Anh'ın başından geçen bu hâdise, çok net bir şekilde ortaya koymaktadır ki, Kur'an–ı Kerîm tafsilat kitabı değildir. Sünnet, Kur'an'ı açıklar ve mücmel olarak geçen hususları tafsil eder. Kur'an'da emirler ve nehiyler teorik olarak mevcuttur; ama pratikte, uygulamada nasıl olacağı, Resûlullah'tan öğrenilecektir. Tabir caizse, Kur'an sadece ana caddeleri göstermiş, ara yollar Sünnetle belirlenmiştir.


Meselâ: Allahu Teâlâ Kur'an'da "Namaz kılınız." diye emir buyurdu. Hadis kabul etmeyen bir kimse bu emri nasıl yerine getirecek, namazını nasıl kılacaktır? Hani namaz hocası kitaplarında namaz tarifi yapılırken "Şekil–A'da görüldüğü gibi" şeklinde resmedilmiş bölümler vardır. Yoksa Kur'an'da da öyle bir bölüm var da, oradan mı öğrenecekler? Aradıkları "Şekil–A" tabir yerindeyse Resûlullah'ın Sünnetidir. O, namazı nasıl ve hangi şekilde kıldıysa, nasıl tâlim ettiyse öyle kılacaksın. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da namazı, Cebrail Aleyhisselâm'dan aldığı üzere kıldı ve ashabına: "Beni kılarken gördüğünüz gibi namazınızı kılınız" buyurdu. Dolayısıyla namaz kılarken tekbir nasıl alınacak, rükûya, secdeye nasıl gidilecek, namazın neresinde hangi dualar okunacak, namazdan nasıl çıkılacak… Tüm bunları Resûlullah'tan öğendik ve öyle yapıyoruz; elhamdülillah.


Kur'an'da namaz, "salât" diye geçer. "Salât" ise lügatta "dua" demektir. Şayet bunun tatbikatını Resûlullah'tan almazsak, orada Mevlâ'nın ne buyurmak istediğini anlamak mümkün olmaz. O zaman "salât" kelimesinin lügat mânasını alarak: "Ben zaten dua ediyorum" der, sonra da yan gelip yatar ve namaz kılmayız. Böyle şey olmaz.


Yine Kur'an–ı Kerîm'de Kevser sûresinde "venhar" yani "kurban kes" buyruluyor. Peki, hangi hayvanlardan kurban olur, hangisinden olmaz? Hangi hayvan kaç kişi tarafından kurban edilebilir? Bunları Kur'an'da bulabilir misin? Bulamazsın; çünkü Kur'an tafsilat kitabı değildir. Bunun izahı için Resûlullah'ın açıklamalarına bakacaksın. Zira detaylı malûmat, Sünnet ve Hadis'tedir. Şayet bu âyeti Resûlullah'ın Sünnet'ine göre değil de, kafana göre tefsir ve tevil edecek olursan, o zaman "tavuk da kurban olur, deve kuşu da" diye fetva verirsin.


Tabiî bu gibi misaller çoğaltılabilir; fakat bizim buradan anlayacağımız şudur: Resûlullah'ın Sünnet'ine müracaat etmeye mecburuz. Şayet Sünnet'i, Hadis'i bir kenara bırakacak olursak, ne namaz kalır, ne kurban, ne hac ve ne de zekât. Yani kısaca, o zaman ne din kalır, ne de diyanet…


Hadis inkârcılarının iddia ettiği gibi, eğer sadece Kur'an yetseydi, ayrıca bir de elçi göndermeye ne gerek vardı? Allahu Teâlâ Hira mağarasına Kur'an'ı indirir ve:
"Ey insanlar! İşte size Kur'an gönderdim; okuyun ve nasıl anlıyorsanız, öylece amel edin." buyururdu.
Öyle ya, madem Kur'an yetiyor, onu açıklayacak, öğretecek elçiye ne hacet. Herkes kitabı okur, âyetlerden ne anladıysa, nasıl yorumladıysa, öylece amel ederdi. Peki, bu durumda dünyadaki müslüman adedince din anlayışı meydana çıkmaz mıydı? Çünkü biri "Ben bu âyeti böyle anladım." der öyle amel eder; diğeri de "Ben de şöyle tevil ediyorum." deyip bir başka türlü amel ederdi. O takdirde bu durum, vahdet dini olan İslâm'ın hedeflediği temel espriye tamamen aykırı olurdu. Bir buçuk milyar müslüman, bir buçuk milyar din anlayışı çıkardı ki, elinsaf!.. Hiç öyle şey olur mu Allah aşkına? Mevlâ Teâlâ, şu koskoca cihanşümul bir din olan İslâm'ı, şeytan ve nefsin esiri olan bizlerin anlayışına bırakır mı?


Nitekim Allahu Teâlâ, peygamberlerin gönderiliş gayesini açıklarken: "Biz her peygamberi Allah'ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisa, 64) buyurmuştur. İşte peygamberlerin gönderilme sebebi budur. Her resûl, ümmetine ibadet tâlimi yaptırmış, gelen vahyin tatbikatını bizzat göstermiştir. Her ümmet de peygamberine itaatle yükümlüdür. Bir rivayete göre 224.000 peygamber gelmiştir; nâzil olan kitaplar ise 104 tanedir. Peki, "Peygamberin Sünnet'ine ne gerek var, bize Kur'an yeter" diyenlerin mantığına göre, kendisine kitap verilmeyen peygamberlerin ümmetleri ne yapacak? Bunlara kitap nâzil olmamış ki, "Bana kitap yeter." desin ve onu okuyup, onunla amel etsin.


Peygamberinin Sünnet'ini de kabul etmez ve ona uymazsa, geriye ne kalıyor dinsizlikten başka..
Fî Emânillah!

*** III

ALLAH'IN EMRETMEDIĞI BIR SÜNNET HÜKÜM OLARAK KONMAMIŞTIR



Yüce Kitabımız Kur'anı Kerîm'in eksiksiz ve açık, dinimizin de tamamlanmış olmasına rağmen onun Sünnet tarafından yorumlanmasına ve açıklanmasına gerçekten ihtiyaç var mı?" şeklinde bir soru aklımıza gelebilir.
Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Allahu Teâlâ'nın, peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, nasıl ki bir acizlik ve eksiklik değilse, Sünnet'in varlığı da kesinlikle Kur'an'ın eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Elbette Kur'anı Kerîm'in gayet açık ve anlaşılabilir olduğu bir hakikattir. Ancak onun muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı farklı olduğundan onu herkesin aynı şekilde, doğru olarak anlayıp kavramaları imkânsızdır. Dolayısıyla kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona bunu anlatmak ve iyice anlaşılması için de açıklamak lâzımdır.
Peki, bu açıklamayı kim yapacak?
Elbette en doğru ve en güzel açıklamayı da hiç şüphesiz Kur'an'ı bizlere tebliğ eden Hz. Peygamber yapacaktır. Nitekim Allahu Teâlâ: "Insanlara, kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur'an'ı indirdik."(1) buyurarak, Resûlullah'ın Kur'an'ı açıklama görevini beyan etmiştir. Şayet Kur'anı Kerîm'i herkes apaçık bir şekilde anlayacak olsaydı, Peygamberimize Kur'an'ı açıklaması emredilir miydi? Böyle bir emir olduğuna göre; böyle bir zaruret de var demektir.
Efendimiz Kur'an'ı açıklamakla vazifeli olunca, doğal olarak ona başka meziyetlerin de verilmesi, diğer insanlara verilmeyen bazı bilgilerin de bildirilmesi lâzımdır ki, işte bu Hadis ve Sünnet'tir: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip, size bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik." (2) buyrulmaktadır. Ulemânın ekserisi "Âyeti kerîmede geçen "hikmet" Kur'an'dan ayrı bir şeydir ki, o da Sünnet'tir." demişlerdir.
Imam Şafiî Rahimehullah da:
"Allah Kitab'ı zikretti ki, o Kur'an'dır. Hikmeti de zikretti ki, o da Resûlü'nün Sünneti'dir." buyurmuştur.
Bir hadisi şerifte Efendimiz: "Şunu kati olarak biliniz ki, bana Kur'an ile birlikte onun bir benzeri (Sünnet) de verilmiştir." (3) buyurmuştur.
Yine bu mânayı teyid bâbında Beyhakî, Hassan b. Atiyye'den şu rivayeti nakleder:
"Cibrîl, Resûlullah'a Kur'an'ı indirdiği gibi Sünnet'i de indiriyordu. Kur'an'ı öğrettiği gibi sünneti de öğretiyordu." (4)
Sünnet; vahyi gayri metlüvdür. Kur'an gibi Resûlullah'a okunmamış; fakat mânası ona ilham edilerek, ağzından çıkan sözler devamlı sûrette ilâhî kontrole tâbi tutulmuştur. Şayet herhangi bir yanlışlık söz konusu olursa, Efendimiz hemen ikaz edilerek uyarılmış ve hataya düşmekten korunmuştur. "O kendi hevesine uyarak söz söylemez. Onun konuşması ancak bildirilen vahiyledir." (5) âyeti kerîmesi de Peygamber Efendimiz'in ilâhî kontrol altında olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Bir sene kıtlık olmuştu. Aşırı pahalılık olunca: "Yâ Resûlullah! Bize narh koy." dediler. Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allah'ın emretmediği bir Sünnet'i sizlere hüküm olarak koymamı benden istemeyin. Bu sebeple onun lütfu kereminden (dua ederek) bunu isteyiniz." (6)
Abdullah b. Amr Radıyallahu Anh şöyle anlatır:
"Peygamber Efendimizden işittiğim her şeyi yazıyor ve onları ezberlemek istiyordum. Ashabı kirâm beni bu işten menettiler ve: "Sen Resûlullah'tan her işittiğini yazıyorsun. Halbuki o da bir insandır. Sükûnet hâlinde olduğu gibi gazap hâlinde iken de konuşmuş olabilir." dediler. Bunun üzerine ben de yazma işini bıraktım. Sonra onların sözünü Efendimize anlatınca bana:
"Yaz!" buyurdu ve mübarek ağzını işaret ederek devam etti:
"Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, buradan haktan başkası çıkmaz." (7)
Tüm bunlardan anlaşılan odur ki, Peygamber Efendimizin bütün hareket noktasının kaynağı vahiydir. Onun sözleri ve yaşama biçimi günahlardan, yalan ve yanlıştan, lüzumsuz fazlalıklardan uzak, Mevlâ'nın gözetim ve denetiminde olmuştur. Böyle bir şahsiyetin hayat tarzı olan Sünnet'e sarılmak ve yaşamak, elbette dinin ta kendisidir. Bu durumda Sünnetsiz bir Müslümanlık nasıl düşünülebilir?!..

Onları Kitab’a ve sünnete çağır
Rabbimiz Kitabıyla beraber Elçi'sini de gönderdi ki, bize dinimizi öğretsin, âyetlerdeki asıl maksadı açıklasın. Böylece birtakım keyfî teviller yapılamasın. Nitekim Hz Ali, Haricî taifesiyle tartışması için Ibn Abbası göndermiş ve ona şöyle demişti:
Git onlarla mücadele et! Onları Kitab'a ve Sünnet'e çağır! Fakat onlara Kur'an'dan delil getirme. Çünkü âyetlerin pek çok mânalara ihtimali vardır. Ancak onlarla Sünnet'ten delil getirerek tartış." dedi. Bunun üzerine Ibn Abbas:
Ey Mü'minlerin emiri! Ben Allah'ın Kitab'ını onlardan daha iyi bilirim; çünkü Kur'an bizim evlerimizde indi." deyince Hz. Ali:
Doğru söylüyorsun; ama Kur'an birçok mâna taşıyan ve birçok yönü bulunan bir kitaptır. O bir şey der, onlar da başka bir şey derler. (yani Allahın âyetlerini kendi kafalarına göre tevil ederler de ağızları kapanmaz.) Lâkin sen onlara Sünnet'ten delil getirirsen, o zaman kaçacak yer bulamazlar." buyurdu. Yani hadisler, âyetlerin tefsiri mâhiyetinde olduğundan, hadisler vasıtasıyla Kur'an'ın maksadı anlaşılır. Böylece sana karşı konuşacak hâlleri kalmaz.
Nitekim Ibn Abbas onların karşısına çıktı. Haricîlerle Sünnet'ten deliller getirerek tartıştı. Sonunda onların elinde hiçbir delil kalmadı. (8 )
Kişinin, "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının." (9) emrine ittiba etmesi farzdır. Imam Şafiî Rahimehullah şöyle buyurmuştur:
"Allahu Teâlâ vahiy olmayan hususlarda Resûlü'nün Sünnet'ine uyulmasını vahiyle farz kılmıştır. Kim onun Sünnet'ini kabul ederse, Allah'ın emrini kabul etmiştir. Nitekim Mevlâ "Kim Resûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (10) buyurmuştur.
Buhârî ve Müslim, Ibn Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler:
"Dövme yapana ve yaptırana, güzelleştirmek için kaşlarını yolana, dişlerini inceltene, Allah'ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lânet etsin."
Ibn Mes'ûd'un bu sözü Ümmü Yakub denilen bir kadına ulaşınca, kadın kalkıp geldi: "Bana gelen habere göre şöyle şöyle demişsin." dedi. Ibn Mes'ûd da:
"Resûlullah'ın lânet ettiğine ben niye lânet etmeyeyim ki? Hem Kur'an'da da bu husus geçmiyor mu?" deyince, kadın Kur'an'ı kastederek:
"Iki kapak arasını okudum; fakat bu dediğini bulamadım."dedi. Bunun üzerine Ibn Mes'ûd: "Kur'an'ı okumuşsan, onu bulmuşsundur. Sen Kur'an'da "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi de yasakladıysa ondan sakının." âyetini okumadın mı?!"
"Okudum."
"Işte Resûlullah (benim saydığım) şeyleri yasaklamıştır." dedi. (11) Efendimizin "Kur'an'ı Abdullah b. Mes'ûd'dan öğreniniz." buyurduğu zat, Kur'an'ı işte böyle anlıyordu…

Hadissiz ilim talep edenler fitne ve fesat yayarlar

Imam Âzam Ebû Hanîfe, Hadis dersi yapıyordu. Bir adam gelerek:
"Bırak şu hadisleri ey imam. Bize Kur'an oku!" dedi. Imam Âzam şiddetle tepki gösterip:
"Şayet Sünnet olmasaydı, bizden hiç kimse Kur'an'ı anlayamazdı." dedi, sonra adama:
"Maymun etinin haram olduğuna dair Kur'an'dan delilin var mı?" diye sorunca, adam şaşırıp kaldı. Bunun üzerine Imam Âzam:
"Sen ne dediğinin farkında değilsin. Hadissiz ilim talep edenler fitne ve fesat yayarlar!" buyurdu.
Ümeyye b. Abdullah b. Halid, Ibn Ömer'e dedi ki:
"Kur'anı Kerîm'de, Hazarda ve korku hâlinde namazın nasıl kılınacağını buluyoruz. Fakat seferde nasıl kılınacağını namazını bulamıyoruz." Ibn Ömer şöyle cevap verdi:
"Ey kardeşimin oğlu! Biz hiçbir şey bilmezken, Allah bize Muhammed'i peygamber olarak gönderdi. Biz onu nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız." (12)
Peygamberimiz Allah'tan gelen vahyi sadece tebliğ etmekle kalmıyor, Kur'an'da teorik olarak bulunan emir ve nehiylerin, pratik hayatta nasıl tatbik edileceğini de bizzat açıklayıp öğretiyordu. Nitekim Selmanı Fârisî'ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
"Görüyorum ki, dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama her şeyi, hatta tuvalete nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?"
Selmanı Fârisî, büyük bir ciddiyetle:
"Evet, gerçekten de öyle." diye onu tasdik edip, Peygamberimizin tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini bir bir sıraladı. (13)
Gerçekten de Peygamberimiz âdeta bir baba gibi ümmetine her konuyu öğretmiş, bizlerin izzet ve şerefine yakışır davranışları göstermiştir. Bunda "küçük işlerle meşguliyet" gibi bir basitlik değil; en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet ve hassasiyet vardır. Işte Selmanı Fârisî, aklınca alay etmek isteyen, "Bir peygamber böyle şeylerle uğraşır mıymış?" demeye getiren, o devrin çağdaş geçinen müşrik kafasına, bu gerçeği bütün safiyeti ile haykırıyordu:
"Evet, O bize her şeyi öğretiyor!"
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (14) Bu âyeti kerîme, Peygamberimizin söz, fiil, takrir gibi bütün Sünnetlerinin, kat'i birer hüccet olduğu konusunda apaçık bir delildir. Zira âyette "Allah'ı seviyorsanız, Kur'an'a veya Allah'ın emirlerine uyun." denmeyip özellikle "Resûlullah'a tâbi olmak" emredilmiştir ki, bu çok önemlidir. Âyetin ifadesine göre; Allah'ın sevgisine mazhar olmak ve günahlarımızı affettirebilmek, Resûlullah'a itaatten, yani onun Sünnet'ine uymaktan geçmektedir. Aksi hâlde, Allah'ın sevgi ve mağfiretinden mahrum kalınır ki, bu ne büyük bir hüsranlıktır.
Kişilerin, kendi şahsî kanaatleri veya aklî tercihleri sebebiyle Sünnet'e muhalefet etmeleri asla câiz değildir. Böyle davrananların kötü akıbetlerinden korkulur. Zira bir şahıs Imam Malik'e gelip, bir mesele sorunca ona:
"Resûlullah bu hususta şöyle buyurdu." diye cevap verdi. Soruyu soran: "Peki, şöyle olsa olmaz mı?" deyince Imam Malik: "…Onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." (15) âyetini okudu:
Sünnet, kendisine sarılanları belâ ve azaptan kurtarır. Imam Malik, Sünnet'i, Nuh Aleyhisselâm'ın gemisine benzetmiş ve: "Kim ona binerse, kurtulur, kim de binmezse boğulur." demiştir. (16)
Tâbiûn müfessirlerinden Dahhâk b. Müzahim ise:
"Cennet ve Sünnet, ikisi de kurtuluş limanıdır. Âhirette cennete giren, dünyada da Sünnet'e sarılan kurtulur." (17) demiştir. Fî emânillah!




Dipnotlar:

1– İbn Abdilber, "Câmiu Beyâni'l–İlim, 563
2– Rûhu'l–Me'ânî, c. 5, s. 65
3– Hâkim, Müstedrek, 1/109, 110, el–Fakih ve'l–Mütefakkih, Hatîb, 1/67

***II
Dipnotlar:
1–Haşr, 7
2–Yusuf, 40
3–Şevkani, el–Fevâidü'l–Mecmûa 278, 291; el–Makâsidü'l–Hasene, 36; Keşfü'l–Hafâ, Hadis no: 220; Mecmau'z–zevâid, I/170
4–Mîzânü'l–i'tidâl, II/302; Buhârî, et–Târîhü'l–kebîr, IV/291
5–Ebû Davud, Sünnet 6; Tirmizî,İlim 10;İbn Mâce, Mukaddime 2; Dârimî, I,117.
***III
Dipnotlar:
1-Nahl, 44
2-Bakara, 151
3-Ebû Davud, Sünnet 6; Tirmizî, Ilim 10; Ibn Mâce, Mukaddime 2; Dârimî, I,117
4-Dârimî, Mukaddime 49
5-Necm, 34
6-"Kenzü'lummâl": IV/103
7-Dârimî, Mukaddime 43; "Müstedrek", 1/104 Ibn Hanbel, "Müsned", 10/21
8-Suyûtî, "Durrü'l mensûr", 1/40
9-Haşr, 7
10-Nisa, 80
11-Buhârî, Libas 82, 8485, 87; Müslim, Libas 120; Tirmizî, Edeb 33
12-Nesâî, "Taksîru'ssalât", 3/117; Ibn Mâce, 1/339, Hâkim, "Müstedrek", 1/208
13-Müslim, Tahare 5758
14-Âli Imrân, 31
15-Nur, 63
16-Suyûtî, "Miftâhü'lcenne", s. 5354
17-Kurtubî, "Tefsir", XIII, 365
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Amelî mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır?


Amelî mezheplerin ortaya çıkışı, dinî sebeplere dayanmaktadır. Hz. Peygamber döneminde bir ihtilaf söz konusu değildi. Zira bir problem olduğunda Hz. Peygamber’e sorularak çözümleniyordu. Hz. Peygamber’den sonra, sahabe ve tabiûn döneminden itibaren görüş ayrılığı başlamış, asr-ı saadetten uzaklaştıkça da bu ihtilaflar çoğalmıştır. Bu görüş ayrılıklarının sebepleri şöyle sıralanabilir;
a) Kitap ve sünnette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı anlaşılması ve yorumlanması,
b) sözün hakikat veya mecaz anlamlarına çekilebilmesi,
c) hadislerin bilinmemesi, sıhhat derecesi ve ölçüsü konusundaki farklı anlayışlar, d) İçtihat usûl ve gücünün farklılığı,
e) sosyal ve tabiî çevrenin tesiri.

Bu sebeplerden kaynaklanan görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte, müçtehit imamlar devrine kadar mezheplerden söz edilmemektedir. Her merkezde birçok alim ve müçtehit bulunmakta, soruları cevaplandırmaktaydılar. Fakat bunlara nispet edilen bir mezhep yoktu. Bu devirde, fıkhın ve fıkıh usulünün tedvin edilmesi, nazari konularda içtihat edilmeye başlanması, fıkıh mekteplerinin teşekkül ederek münazara ve münakaşaların başlaması gibi sebeplerle mezhepler oluşmuş, bir çok amelî mezhep ya da düşünce sistemi ortaya çıkmıştır. Bunlardan büyük bir bölümü, taraftar bulamadığı için zamanla yok olmuştur. Ancak Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî ve Caferî mezhepleri hayatlarını devam ettirmektedirler.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir