Serdar Yıldırım Hikayeleri

Şiir, roman, öykü, deneme, eleştiri, inceleme.
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

İNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.
Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.
Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yer altından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “
İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

------------------------------------------------------------

SEPETÇİ İLE ZENGİN ADAM
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkânında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkânına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkânında bulunmazmış, çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi pazarda sergi kurar, sepet satarmış.

Bir gün sepetçi dükkânına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengârenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi: “ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.

Sonunda, üç aylık süre dolmuş. Sepetçi, zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerede oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkânına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış ama dükkânının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse, ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunun üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkânına dönmüş.

Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikâyesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkânına gelip sepetleri görmüş ve çok beğenmiş. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. Padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikâyesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.

Günlerden bir gün zengin adam sepetçinin rüyasına girmiş ve üç sepeti, üç oğluna hediye olarak yaptırdığını söylemiş. "Oğullarım evlenirken, sepetleri altınla doldurup düğün hediyesi olarak verecektim." demiş. Sepetçinin, canım efendim, tanesi yüz altına özel sepet yaptıracağınıza, benim dükkandaki beş altınlık güzel sepetlerden neden almadınız, sorusuna zengin adam şu cevabı vermiş: " Zenginliğim fark edilsin, herkes tarafından bilinsin istedim. Ben altınları normal bir sepete koysaydım zenginliğimin ne kıymeti kalırdı? Altınların konacağı sepetler de altın gibi kıymetli olmalıydı."

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

SAZ ÇALAN KAZIM
Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti.
Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkan buldu. Saz dükkanın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkanın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkan sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkan sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu: “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “ Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkan sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu.

Kazım sazı dükkana bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkanın önüne geldi, dükkan kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkan sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi.
Buna dükkan sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “
Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “
Dükkan sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “
Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “
Dükkan sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “
Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti.

Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkanın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkanın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkanın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “
Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “
Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “
Dükkan sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “
Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “
Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------

GEZGİN ŞEHMUZ İLE VEZİR CAMBAZ ALİ
Gezgin Şehmuz daha önce adını hiç duymadığı bir ülkeye gitmiş. Bu ülkenin insanları mert, dürüst ve cengâver kimselermiş. Komşu ülkelerden birisi hariç diğerleriyle iyi geçinirlermiş. O iyi geçinemedikleri ülkenin kralı kendi halkına bile rahat, huzur vermezmiş. Ortada hiçbir sebep yokken sefere çıkılacak diye para toplar, genç-yaşlı demeden herkesi silah altına alır, küçük bir sınır olayını bahane ederek komşu ülkelerden birine saldırıp savaş çıkarırmış. Gezgin Şehmuz’un ziyaret ettiği ülkenin hükümdarı iki ay önce ordusuyla birlikte şımarık krala haddini bildirmek için, sınırı geçmiş. Oğlu on dört yaşında olduğundan ülkenin yönetimini Vezir Cambaz Ali’ye bırakmış.

Gezgin Şehmuz köy, kasaba, şehir demeden ülkenin birçok yerini gezmiş, dolaşmış, yeni insanlarla tanışmış. Anlatmışlar, dinlemiş; anlatmış, dinlemişler. Bir gün akşamüzeri gecelemek için bir han önünde durmuş. Atını ahıra bakan hizmetkâra teslim edip hana çıkmış. Akşam yemeği biraz sonra yenecekmiş. Kendisini sofraya buyur etmişler. Yemekler yendikten sonra, Gezgin Şehmuz ocağın önüne oturmuş, diğer dört yolcuyla sohbet etmeye başlamış. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, han kapısı kuvvetlice çalınmış. Hancı kapıyı açar açmaz içeri on bir tane asker girmiş. Gezgin Şehmuz ve öteki yolculara: “ Bize karşı gelmezseniz, size zarar gelmez. Sesinizi çıkarmayın. Yemek yiyip birkaç saat sonra çekip gideceğiz “ demişler. Orada bulunanların ellerini, ayaklarını bağlayıp, mahzene kapatmışlar.

Yüzbaşı Halil ve askerleri Vezir Cambaz Ali görevli olarak göndermiş. Cambaz Ali, maliye işlerinden sorumluymuş. Hazinede toplanan paralar, altınlar, gümüşler, onun hazine defterine yazılırmış. Gelirler, giderler, harcamalar bu defterde açıkça belirtilirmiş. Vezir olduğu ilk yıllarda maliye işlerini dürüst bir şekilde idare etmiş ve padişahın güvenini kazanmış. Sonraları padişahın güvenini kötüye kullanmaya başlamış, yoksulluk sınırının biraz ötesinde yaşayan halktan alınan vergileri çoğaltarak, bu paralarla akıl almaz harcamalar yapmaya, kendisine evler, araziler satın almaya başlamış. Padişahın iki aydır ülke dışında olmasından yararlanan Cambaz Ali, üst düzeydeki yöneticiliklere kendi adamlarını tayin ederek, bir oldu-bitti ile padişah olmak istiyormuş. Padişahın oğlu Şehzade Veli bir ay önce bu durumun farkına varmış. Bir gece gizlice vezirin odasına girip hazine defterini, padişahın mührünü ve önemli evrakları almış, padişaha durumu haber vermek için, dört adamıyla birlikte saraydan ayrılmış. Sabahleyin hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evrakların çalındığını, gece yarısı şehzadenin saraydan ayrıldığını öğrenen Cambaz Ali, Yüzbaşı Halil’i takibe çıkarmış. Yüzbaşı Halil askerlerle birlikte şehzadenin peşine düşmüş. Günlerce şehzadenin izini sürdükten sonra, kestirmeden onların önüne çıkıp, bu hana gelmişler. Şehzade mecburen bu hana uğrayacakmış, çünkü şehirler arasındaki yollarda dinlenme yerleri fazla değilmiş ve araları oldukça uzakmış. Gece yarısına doğru şehzade ve dört adamı han kapısından içeri girer girmez kıskıvrak yakalanmışlar. Hazine defteri, padişahın mührü ve önemli evraklar gelenlerin üstünde bulunamamış. Bu duruma çok sinirlenen Yüzbaşı Halil: “ Ben size onları sakladığınız yeri söyletirim “ diye bağırmış ve askerlere dönerek: “ Bunları mahzene indirip bağlayın. Ben az sonra geliyorum “ diye emir vermiş.

Yüzbaşı Halil mahzende direklere bağlanmış olan şehzade ve adamlarının karşısına geçerek: “ Beyler, şimdi söyleyin bakalım, evraklar nerede? “ diye sormuş.
Şehzade Veli: “ Evraklar padişah babamın, neden sana vereyim? Evrakları aldığın zaman Vezir Cambaz Ali’ye vermeyecek misin sanki? O vezir ki, bu ülkeyi uçuruma sürüklüyor. Halkın parasını kendi çıkarı için kullanıyor. Babam iki aydır seferde olduğundan saraydaki ve ülke içindeki yöneticileri değiştiriyor. Amacı belli: Tahtı ele geçirip, padişah olmak. Böylesine hıyanet içinde bulunan birinin oyuncağı olduğun için utanç duymalısın yüzbaşı. “
Şehzadenin söyledikleri karşısında önce bir adım gerileyen yüzbaşı: “ Yalan bunlar, yalan! Padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız. Vezir için söylediklerinin hepsi iftira. Padişahımız kendisine güvenmeseydi sefere giderken ülke yönetimini bırakmazdı. Sense veziri kıskandın. Evrakları çaldın, kaçıyorsun. Tahtı ele geçirmek isteyen sen olmayasın sakın. “ dedikten sonra tekrar sormuş: “ Son defa soruyorum. Evrakları nereye sakladığınızı söyleyin? Yoksa zor kullanmak zorunda kalacağım. “

Yüzbaşı Halil biraz bekledikten sonra, şehzadenin üstüne yürüyerek, yumruğunu vurmak için kaldırmış. İşte, tam bu sırada han görevlileri ve yolcularla birlikte elleri, ayakları bağlı vaziyette oturan Gezgin Şehmuz söze karışmış ve şöyle demiş: “ İnsan yumruğunu sıktığı zaman gerçeği, avucunun içinde parmaklarıyla tuttuğunu sanır. Gerçekleri göremeyen gözler daima yanılırlar. Yüzbaşı!.. Parmaklarını gevşetip yumruğunu açmanı isterim. Avucunun içinde sandığın gerçek kocaman bir hiç. “ Mahzende bulunanlar başlarını Gezgin Şehmuz’un bulunduğu tarafa çevirmişler. Yüzbaşı daha sonra havada asılı kalan yumruğunu açmış, bakmış.

Gezgin Şehmuz: “ Bir ay önce ülkenize geldim. Şehirler, kasabalar, köyler gördüm. Pek çok insanla tanıştım. Vezir Cambaz Ali’nin on kuruşluk bir işi elli kuruşa mal ettiğini söylediler. Şehzadenin söylediklerine katılıyorum. Az önce, padişahımızı çok severiz ve gönülden bağlıyız, dedin. Bu bağlılığı göstermenin zamanı geldi. “

Bunun üzerine yüzbaşı şunları söylemiş: “ Bunlar ne kadar derin ve anlamlı sözler. Etkilenmemek elde değil. Ancak bir bilge bu şekilde konuşabilir. Arkadaş, kimsin sen böyle? “
“ Ben Gezgin Şehmuz’um. “
“ Vay, sen Gezgin Şehmuz musun? Neden daha önce söylemedin? Çözün gezgini. “
Şehzade ve diğer bağlı bulunanlar da serbest bırakılmışlar. Yıllardır maceralarını dinledikleri Gezgin Şehmuz karşılarındaydı. O, daima doğru düşünür, doğru söylerdi. Mutlak tarafsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Şimdiye kadar gezdiği, dolaştığı birçok ülke halkına büyük yararları dokunmuştu. Herkes, onun öğrettiklerinden payını alıyordu. Daha sonra Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve askerler atlarına binip padişahı karşılamak üzere güneye doğru yollarına devam etmişler. Padişah ise, ordusuyla birlikte sınırı geçtikten sonra düşman karargahına yaptıkları ani bir baskınla şımarık kral yakalanmış, yerine barış yanlısı bir kral tayin edilmiş. Büyük bir savaş olmadan iki ülke arasında barış antlaşması imzalanmış.

Dönüş yolunda padişahı, Gezgin Şehmuz, Şehzade Veli, Yüzbaşı Halil ve askerler karşılamış. Şehzade, padişaha, Gezgin Şehmuz’u tanıştırdıktan sonra olanları anlatmış. Buna çok sinirlenen padişah ordusuyla birlikte ileri yürüyüşe geçmiş. Planlarının bozulduğunu öğrenen Cambaz Ali, devlet hazinesinde altın-gümüş değerli ne varsa bir arabaya yükleyip saraydan kaçmış. Komşu bir ülkeye sığınmak için batıya doğru giderken, yolda kendisini tanıyan köylüler tarafından yakalanmış. Padişaha teslim edilmiş. Şehzadeden şüphelendiği ve hata yaptığı için onuru kırılan Yüzbaşı Halil’in istifası kabul edilmiş. Gezgin Şehmuz, sarayda iki ay misafir kalmış. Padişah, şehzade ve diğer yöneticilerle en iyi devlet yönetiminin halk yararına olan birçok sorunun çözümlenmesiyle gerçekleşeceği konusunda fikir birliğine vardıktan sonra, yeni ülkeler görmek, yeni insanlarla tanışmak üzere atına binip yollara düşmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

BÜCÜR ZÜRAFA
İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı. Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu. Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.

Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler?“ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi. “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş. Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.

Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar. Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış. Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış.

Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş. Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.

Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü. Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş. O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört-beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim.

Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı. Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “
Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler. Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi. İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

----------------------------------------------------------

YAKIŞIKLI GEYİK
Tibet munçağının Hani adında bir papağanı vardı. Munçak, Hani’yi satmak istiyordu fakat kimse Hani’yi almaya yanaşmıyordu. İşte, az önce tavşanın biri Hani’yi satın almak istemiş ama Hani olur olmaz yerde söze karışarak bu satışı engellemişti. Tavşan gittikten sonra, onların arasında şu konuşma geçti: “ Kızma be Munçak.. Ne olmuş yani iki çift de söz biz ettiysek. Ben sadece kendimi tanıtmaya çalıştım. Bunun için çeşitli konularda fikir ileri sürüp, yorum yaptım. Kime ne zararı var benim fikirlerimin. Beyinsel fonksiyonlarımın bir ürünü bu fikirler, yani işleyen beyin fikir üretiyor, fikir söz şeklinde ağızdan çıkıyor. Tavşan beni beğenmediğinden değil, seninle olmam çok daha faydalı olacağı için, beni satın almadı ve tavşan beni satın almadı diye bana kızmak hakkına sahip değilsin. “

Bunun üzerine Munçak, Hani’nin bulunduğu kafese sarıldı: “ Canım Hani, seni satmak benim zoruma gitmiyor mu sanıyorsun? Yüreğim parçalansa da seni satmaya mecburum. Tavşan çok zengindi, süper para teklif etti. Bir ev alır, içini dayar döşer, kalanla iş kurardım, hayatım kurtulurdu. Keşke her söze limon sıkıp tavşanı vazgeçirmeseydin. “
“ Tamam, Munçak. Beni sevdiğini ispatladın. Şimdi bir adım geriye git de, havasız kalmaktan kurtulayım. İki adım demedim yakışıklı geyik, bir adım dedim. Bir adım ileri gelirsen söyleyeceklerimi daha yakından dinlemek ve daha iyi anlamak şansına kavuşursun. Eee ne diyordun, beni satıp dayalı - döşeli ev alıyordun, iş kuruyordun. Ya ben ne oluyorum? “
“ Ne demek, ben ne oluyorum? Sen zengin birinin yanına gidiyorsun ve lüks içinde yaşıyorsun. Yeni sahibin seni altın bir kafese koyar. Hayatın değişir, gerçek mutluluk neymiş öğrenirsin. “
“ Altın kafes ve gerçek mutluluk. Altın kafesi anladım da, gerçek mutluluk ne demekmiş? Şu mutluluk denen olgunun gerçeği nasıl oluyor? “
“ Bak Hani, şimdiye kadar sevinçli olduğumuz, mutlu olduğumuz zamanlar vardı. Arada mutsuz olduğumuz durumlar bulunuyor. Bazen ne mutluluğu, ne mutsuzluğu düşünmeden yaşarız. İşte, bu mutluluk hayali mutluluktur; bir görünür, bir yok olur. Gerçek mutluluk ise, süregelir yani hep mutlu olursun. “
“ Zengin tavşan beni almış olsaydı, altın kafese koymuş olsaydı, en güzel yiyeceklerle besleseydi gerçek mutluluk neymiş öğrenemezdim, çünkü sen yanımda yoksun diye mutsuz olurdum. “
Hani’nin böyle konuşması üzerine Munçak derinden etkilendi. İçi cız etti. Onu satarsam mutsuz olacak, diye düşündü. Satmasa ne kaybederdi? Yatacak yeri vardı. Yiyecek, içecek ormanda boldu. Hani gibi bir dostu arasan bulamazdın. Söyledikleri ise, yabana atılır cinsten değildi. Anlayana çok şey öğretirdi. Munçak, seni satmaktan vazgeçtim deyince Hani bir sevindi, bir sevindi ki, sormayın.

Aradan aylar geçti. Sonbaharın son günleriydi. Havalar soğumaya başlamıştı. Tibet Dağları’nda yaşayan geyiklerin bölge temsilcilerinin toplanıp, kış için gerekli hazırlıkları konuşacakları gün gelmişti. Toplantı alanına geyikler üçlü gruplar halinde geliyordu. Munçak ise, Hani’yi mağarada bırakmıştı. İki arkadaşıyla birlikte toplantı alanına gelince geyiklerin sevgi gösterisiyle karşılandı. Munçak toplantı başkanlığı için aday olduğunu açıkladı. Hani mağaranın dışında gürültüler duydu. Kulak kabarttı. Pek çok ayak sesi gittikçe yakınlaştı ve duruldu. Artık tek bir ses duyuluyordu. O da, bir insan sesiydi. Ses özet olarak, geyiklerin yaptıkları toplantının basılacağını ve bütün geyiklerin kurşunlanacağını söylüyordu. Gelenler, yarım saat sonra gidince, Hani toparlandı. Bunlar kötü insanlardı. Bir katliam yapacaklardı. Oysa Munçak giderken neşeliydi. Başkan seçilirim diyordu. Munçak ölmemeliydi, hiçbir geyik ölmemeliydi. Yazıktı onlara. Katliam olmayacaktı. Kafesten çıkar, uçarak gider, duyduklarını söyler, onları kurtarırdı. Hani çok uğraştı demir kafesin kilidini kırmak için. Kanatlanıp kanatlanıp kafesi taş duvara çarptı. Her tarafı yara-bere içinde kaldı. Tüyleri birer birer kopup yere düşüyordu. Hani’nin bu inanılmaz güç gösterisine kilit dayanamadı ve kırıldı. Kafesten fırlayıp, mağara dışına çıktı. Bir türlü uçmayı başaramadı. Yardıma koşamadı. Bunda Hani’nin kafeste doğup büyümesinin rolü vardı. Zaten Hani hayatı boyunca hiç uçmamıştı. Kötü insanların yaptığı katliam korkunç oldu. Geyiklerin çoğu toplantı alanında can verdi. Sadece Munçak ve dört Barasinga geyiği kurtulmayı başardı.

Munçak, Barasinga geyikleriyle birlikte, mağaraya geldiğinde Hani’yi bulamadı. Demir kafes yerde, kilidi kırılmış, mağara Hani’nin güzelim tüyleriyle doluydu. Munçak dışarı çıkınca ayak izlerini fark etti. İnsanların ayak izlerini. Oysa bu izler mağarada yoktu. İzler aşağıdan geliyor, toplantı alanına doğru gidiyordu. Demek ki, insanlar burada mola vermişlerdi ve Hani konuşmaları duyup yardıma gelmek amacıyla kafesin kilidini zorlukla kırmıştı. Hani uçamazdı, yardıma gelemezdi, o zaman neredeydi? Munçak önce Hani’yi bulacak ve sonra başarılması olanaksız gibi görünen planını uygulayıp, toplantı başkanı seçildiği anda ortalığı kan gölüne çeviren, masum geyikleri katleden insanları cezalandıracaktı. Munçak, ayak izlerini takip ederek, Hani’yi buldu. Zaten fazla uzağa gidememiş, biraz ilerideki çalıların dibinde baygın yatıyordu. Yaraları sarıldıktan sonra mağaraya bırakıldı.

Munçak ve Barasinga geyikleri gece yarısı toplantı alanını rahatça görebilecekleri bir tepeye çıkarak durum değerlendirmesi yaptılar. İnsanlar, çadırlarda uyuyorlardı. Sadece üç nöbetçi bırakmışlardı. Munçak işin bu gece bitmesini istiyordu. Fakat Barasinga geyikleri yarın öğle vakti, gündüz gözüyle diyorlardı. Munçak, onlarla fazla tartışmadı. Tamam, sizin dediğiniz olsun, diyerek sözü bağladı. Daha sonra geyikler bir mağaraya girip yattılar. Barasinga geyikleri uyur, Munçak uyumazdı. Sessizce mağaradan çıkarak, toplantı alanına geldi. Nöbetçileri kollayarak çadırlara yaklaştı. Üstün koku alma gücünü kullanarak cephanelik çadırını buldu. Kapıdaki nöbetçiyi bayıltarak çadıra girdi. Dinamit dolu çantayla bir kutu kibrit alarak kaçtı. Munçak tepeye çıktı. Oradaki gölün toplantı alanına bakan yamaçlarındaki kayaların arasına dinamitleri yerleştirdi ve fitili ateşledi. Biraz sonra patlayan dinamitler büyük kaya parçalarını ve tonlarca suyu toplantı alanına indirdi.

Munçak sabah olunca toplantı alanına şöyle bir baktı. Çadırlar yoktu, ortalıkta insan görünmüyordu. İnsanların hepsi ölmüş müydü? Sağ kalanlar varsa garanti peşine düşeceklerdi. O zaman Barasinga geyiklerini yanına alarak tepenin arkasındaki bataklığa sığınacaktı. Munçak, Barasinga geyiklerini mağarada buldu. Onlar, gece yarısı yer sarsıntısı olduğunu zannetmişler ve dışarı çıkmamışlardı. Olanları Munçak’tan dinleyince çok kızdılar. Dördü birlik olup Munçak’ın üstüne yürüdüler. Munçak mağaradan kendini dışarı zor attı. Barasingalar, laf anlamıyordu. Amaç, hunharca öldürülen geyiklerin intikamını almak değil miydi? İşte, intikam alınmıştı. Bu nefret nedendi? Gündüz gözüyle zaten bir şey yapılamazdı. Barasingaların belli bir planı yoktu. Güpegündüz eli silahlı onca insanın üstüne tekme-yumruk yürüyemezdin ya. Bol bol yiyip, bel bel bakınmakla intikam alınamazdı. Masum geyiklerin kanı yerde kalırdı. Birbiri ardınca patlayan silahlar anlamsız tartışmaya son verdi. Munçak ve Barasingalar, hızla tepeyi aşıp, bataklığa doğru kaçtılar. Peşlerinde büyük patlamadan sağ kalan üç insan vardı.

Bataklıkta Munçak’la Barasingalar arasında yeni bir anlaşmazlık çıktı. Barasingalar, üç insandan kaçmayı gururlarına yedirememişti. Onların silahları varsa bizim boynuzlarımız var diyorlardı. Geri dönüp saldıracaklardı. Munçak çok diretti dönmeyin diye ama dinletemedi. Munçak’ın boş bulunduğu bir anda onu bataklığın çamurlu sularına ittiler. Munçak ağır ağır bataklığa gömülürken, bir kez olsun yardım edin demedi. Barasinga geyikleri böyle değildi ama bu dört terso nasıl bir araya gelmişti, hayret!.. Barasingalar, bataklığın çıkışında namlulara hedef oldular ve birer birer cansız yere serildiler.

Aradan altı ay geçti. İnsanlar gitmiş, olanlar unutulmuştu. Papağan Hani iyileşmiş, uçmayı öğrenmişti. Munçak’ı arıyordu, neredeydi Munçak? Hani, bir gün bataklıktaki ağaçların birinin üstünde dinleniyordu. Uzaklarda bir geyik gördü. İster misin bu Munçak olsundu? Hani, heyecan içindeydi, yakındaki bir ağaca kondu. Artık emindi, Munçak karşısındaydı. Hani, sevinç çığlıkları atarak, Munçak’la kucaklaştı. Munçak ise, Hani’ye hiç beklemediği bir anda kavuşmuştu. Olanı, biteni anlattı. Barasingalar tarafından bataklığa itildikten sonra hayattan ümit kestiğini söyledi.
Bunun üzerine Hani: “ Peki, nasıl kurtuldun? “ diye sordu.
Munçak: “ Kurtulmadım, kurtarıldım…” dedi.
“ Seni kim kurtardı? “
“ Su yılanı Rave. Dört metre boyunda, iri bir su yılanı. Beni yeniden hayata döndürdü. Onunla çok iyi arkadaş olduk. Güçlü bir karakter yapısına ve sağlam bir iradeye sahip. Ağzından kırıcı söz duyamazsın, yalan söylemez, kötülük bilmez. “
“ Rave şimdi nerede? “
“ Buralardadır. Bazen benden ayrılır, şöyle bir dolaşıp geleyim, der gider. İki, üç saat ortada görünmez. Nereye gider, ne yapar bilmem. “
“ Sorsan ya, arkadaş neredeydin, diye. “
“ O kadarı da fazla. Özel hayatına karışamam. Dostları, arkadaşları vardır, onların yanına gidiyordur. Herhalde bütün zamanını bana ayıracak değildi. “
“ Gel Munçak, takip edelim şu Rave’yi. Bakalım nerelere gidiyor, neler yapıyor? “
“ Takip edelim de, ayıp etmiş olmaz mıyız? Belki bizim bilmememiz gereken durumlar vardır. Hem Rave, takip edildiğini fark ederse bize kızabilir. “
“ Kızmaz, kızmaz. Yardıma ihtiyacı olabilir Rave’nin, ama bunu sana söyleyememiştir. Aniden ortaya çıkarız, Rave sevinir. Eğer yanlış yapmışsak suç benim, seni ben zorladım. Sen beni kırmamak için, bu işe girdin. Tamam mı? “
“ Tamam değil. Senin önsezilerine güvenirim. Boşuna konuşmazsın. Macera olsun diye hiçbir işe kalkışmazsın. Garanti Rave’nin yardıma ihtiyacı vardır. Dikkat ediyorum da, son günlerde daha az konuşur oldu. Gittiği yerden dönünce hep düşünceli oluyor, dalıp gidiyor. Ben konuşuyorum, o dinliyor. Aradan birkaç saat geçmeden kendine gelemiyor. Rave’yi takip ederiz ama bir şartla: Yanlışa düşersek suç ikimizin olur. “
“ Aslanım Munçak, seni seviyorum, şartını kabul ediyorum. “
Munçak daha sonra hayatını borçlu olduğu su yılanı Rave’yi Hani ile tanıştırdı. Hani ilk anda çekindi Rave’den. Ne kadar kocamanmış. Falso yaparsak ve bir kızarsa yutar beni bu Rave, diye düşündü. Plan, kusursuz olmalıydı. Rave hiçbir şeyin farkına varmamalıydı. Kolay değildi, Munçak ölümden dönmüştü. Daha tam olarak toparlanamamıştı. O, bataklıkta kısılıp kalacak bir geyik olamazdı. Bataklıktaki yaşam eski Munçak’tan pek çok şeyi alıp götürmüştü. Yürümesi yavaşlamıştı, hızlı koşamıyordu. Neredeydi o rüzgârla yarışan geyik? Zayıflamıştı azıcık, eskisi gibi heybetli değildi. Ayrıca boynuzunun biri ortadan kırıktı. Munçak, Barasingalar mağarada kendisine saldırdığında boynuzunun kırıldığını söylemişti. Munçak’ı bu işe fazla karıştırmadan Rave’nin durumunu araştırmalı, yardıma ihtiyacı varsa yardım etmeli, Munçak’ın Rave’ye can borcu ödenmeli ve Munçak’ı bataklıktan kurtarıp ormana götürmeliydi. İşte, o zaman Munçak yine rüzgârla yarışırdı. Eğer Munçak isterse, yeniden bir kafese girer, Munçak’ın onu iyi bir fiyata satmasını beklerdi. Yeter ki, Munçak bataklıktan kurtulsundu. Arkadaşlık dediğin böyle olurdu.

Bir gün Hani başının ağrıdığını söyleyerek bataklıktaki mağarada kaldı. Munçak ile Rave gezmeye çıktı. Bir saat sonra Rave, şöyle bir dolaşıp geleyim, dedi ve Munçak’tan ayrıldı. Rave bataklık suyuna girdi ve yüzmeye başladı. Hani ise, gökyüzünde yükseklerde uçarak, Rave’yi izliyordu. O, bugün Rave’nin nereye gittiğini, ne yaptığını öğrenmeye kararlıydı. Rave uzun süre yüzdükten sonra küçük bir adaya çıktı. Yanına kendi kadar bir su yılanı ve on tane yavru su yılanı geldi. İki saate yakın onların yanında kalan Rave, daha sonra geldiği yoldan Munçak’ı bıraktığı yere doğru yüzmeye başladı. Hani, Rave’den önce, Munçak’ı buldu. Olanları anlattı. Her şey apaçık ortadaydı. Rave eşini ve yavrularını görmeye gidiyordu. Munçak, Rave gelince, artık ormana gitmek istediğini, ormanı özlediğini söyledi. Rave ısrar etti Munçak’a kal diye ama Munçak, kesin kararını verdiğini, gideceğini, ara sıra ziyarete geleceğini söyledi. Daha sonra Munçak ile Hani, Rave’ye bol şans dileyerek ayrıldılar. Munçak ormanda birkaç ayda kendine geldi. Güçlendi. Hızlı koşmaya başladı. Hem öyle hızlı koşmaya başladı ki, Hani uçarak O’nu geçmekte zorlanıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

DEVE KERVANI
Eskiden, İran’da, İsfahan şehrinde, Cemal adında kervancı bir genç yaşardı. Kervan sahipleri kervanlarını çok güvendikleri Cemal’e gönül rahatlığıyla teslim ederler ve onun kervandaki malları kendi malıymış gibi koruyup, gözeteceğini bilirlerdi. Günlerden bir gün, Cemal İsfahan’dan kuzeydoğudaki Meşhet’e gitmek üzere, kumaş yüklü deve kervanıyla yola çıktı. Kervan birkaç gün sonra Deştikebir Çölü’ne vardı. İlk bakışta uçsuz bucaksız gibi görünen 400km.lik bir kum yığını. Oralardaki bir kuyudan su tedarikini yapan kervan çöle girdi. Aradan bir hafta geçti. Kervan dıştan bakıldığında çölde ağır ağır ilerliyordu, her şey yolundaydı. Ama içten içe kaynayan bir kazan gibiydi. Bu kazanı başdeve kaynatıyordu. Başdeve kervandaki yirmi devenin başıydı. Mola verildiği zaman devamlı konuşur, bir şeyler anlatır, ötekiler de sessizce dinlerlerdi. Başdeve üç dört gündür havadan sudan konularla konuşmaya başlıyor, sonradan sözü liderlik konusuna getiriyordu. Koca kervanı neden bir eşek peşinden sürüklüyordu? O en önde olmasa olmaz mıydı? Sanki o olmasa kervan gideceği yere varamayacak mıydı?

“ Ben “ diyordu başdeve, “ Mısır’a gittim, Arabistan’a gittim, Yemen ‘e gittim, Anadolu’ya gittim. Yüce dağlar aştım, susuz çöller geçtim. Binlerce, on binlerce kilometre yol kat ettim. İran’da gezmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı. Bu Deştikebir Çölü’nden defalarca geçtim. Benim gibi doğuştan lider varken başınızda küçük eşek kim oluyormuş? Boy yok, post yok, bir de kervanın en önünde gider. Onun liderlik neyine? Gelin şu eşeği defedelim başımızdan. Lider ben olursam eğer her türlü iyiliği bekleyin benden. Yoruldum diyenin yükünü sırtımda taşıyacağım…”

Başdevenin aynı tarzdaki konuşmaları sonraki günlerde devam etti. Kervandaki develerden birkaçı önceleri eşeğin gitmesini istemediler: “ Kime ne zararı var garibin? “ dediler. “ Bırakalım önde o gitsin, bizi Meşhet’e götürsün. Zaten hiçbir işimize karışmıyor. Molalarda bir kenarda tek başına oturuyor. Belli ki bir derdi vardır, kimselere anlatamaz. Durup dururken günahını almayalım. “

Başdeve böyle diyenlere karşı çıkıyordu: “ Garip mi? Neresi garip bunun be? Acınmaz böylesine. Onun yemini, suyunu biz taşıyoruz, bir de kaprislerine boyun eğecek değiliz. Nerede oturursa otursun, önemli olan,onu kervandan uzaklaştırmak. “
Sonunda başdevenin kesin kararlılığı karşısında direnci kırılan birkaç deve, istemeye istemeye eşeğin gitmesine razı oldu.

Bir gece develer eşeğin yanına gittiler ve kervanda kendisini istemediklerini söylediler. Eşek bu duruma karşı çıktı. Olmaz dedi, ben bu kervanı terk etmem dedi, bensiz Meşhet’e varamazsınız dedi, pusulayı şaşırır, çölde kaybolursunuz dedi. Eşeğin sözlerine kulaklarını tıkayan, onun tepinmesine aldırış etmeyen develerin küfür derecesine varan hakaretleri karşısında eşek, “ Ne haliniz varsa görün “ diyerek çekip gitti.

Ertesi gün başdeve çalımla yürüyordu kervanın önünde ve arada bir arkasına bakıp gururla gülümsüyordu. Başdevenin fazlaca böbürlenmesi kervanın zararına oldu. Kervan ilk günden başlayarak hedefinden adım adım uzaklaştı ve güneybatıya doğru geniş bir yay çizerek, Kuhistan Çölü’nün ortalarına kadar geldi. Günlerdir diğer develerin ikazlarına aldırış etmeyen başdeve sonunda liderliği kaybetti. Pusula şaşırılmış, kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Yol yok, iz yok, ne tarafa gidilmeliydi acaba?..

Günler sonra eşek çıkageldi. Develer sessizce eşeğin arkasında tek sıra oldular. Eşek şaşkın şaşkın etrafına bakınan başdeveye, “ Sen en arkada yürüyeceksin “ dedi. Sonra kervan Meşhet’e doğru yola çıktı.

Kervan Meşhet’e doğru yola çıkmıştı ama başdeve hırsından kuduruyordu. “ Vay küçük eşek, vay…Demek sende böyle numaralar da varmış. Kovulduğun kervana geri dönecek kadar yüzsüzmüşsün. Bizi takip ettiğini nasıl oldu anlayamadım. Bilsem peşimizden geleceğini ne yapar eder seni engellerdim. Aldım mı ayağımın altına hamur gibi yoğururdum. Belki şimdi sen önde ben arkadayım ama buna güvenme. Hele bir Meşhet’e varalım sonrası kolay. Nasılsa İsfahan’a dönüşte kuyruğunu koparır öne ben geçerim, çünkü kuyruksuz eşeğin peşinden hiçbir deve gitmez. “ Kervan on gün sonra Meşhet’e vardı. Cemal kumaşları kervan sahibinin oradaki dükkanına teslim etti ve develere baharat yüklendi. Eşek önde, develer arkada, İsfahan’a dönüş yolculuğu başladı. İlk günler pek sesi soluğu çıkmayan başdeve sonraki günlerde ileri-geri konuşarak develeri kandırmak için çaba sarf etmeye başladı: “ Sayın arkadaşlar, geçmiş geçmiş, biz bugüne ve yarınlara bakalım. Öyle böyle Meşhet’e geldik, şimdi İsfahan’a dönüyoruz. Meşhet’e gelirken bir süre kervanın liderliğini ben yaptım. Aslında ben kervanı Meşhet’e rahatlıkla götürürdüm ya nedense eşek geldi, kervanı Meşhet’e o götürdü. “

Başdeve konuşurken develerden biri: “ Eşek gelmeseydi biz Meşhet’e zor varırdık “ deyince başdeve: “ Sus, öyle anlamsız konuşma “ diyerek deveyi azarladı. “ Beni sen şaşırttın. Yok o yol yanlış bu yol doğru, yok oradan değil buradan gidelim diyerek yolu kaybettirdin. Benim yolum doğru yoldu, eğer sen karışmasan Meşhet’e eşeksiz giderdik. Eşek dedim de aklıma geldi, bu eşek molalarda neden yanımıza gelmiyor? Neden bizimle konuşmuyor? Çünkü eşek bizleri önemsemiyor, bizi küçük görüyor. Onun gözünde biz pire kadarız. Şimdi soruyorum: Kendini pire kadar gören ortaya çıksın. Ben pire kadarım desin. İçimizde böyle biri yok, olmadığına göre hepimiz eşekten üstünüz, lider de benim. “

Biraz önce başdeveye karşı çıkan deve: “ Lider sen olamazsın, çünkü kervanın bir lideri var. Kervanın önünde giden liderdir yani eşek liderdir. “
Bunun üzerine başdeve ayağa kalktı: “ Eşek olsa olsa senin liderindir. O ancak sana liderlik yapar. Sen bir hiç olduğuna göre eşek bir hiçin lideridir. Eşek bir hiçtir. “

“Hayır, eşek kanıyla, canıyla oradadır, ben de buradayım. Var olan bir şey hiç olamaz. Eşek hiç değildir, bense hiç değilim. “

Başdeve devenin sözlerine içinden güldü. Asıl amacı, eşeği ortaya çekip onunla kapışmaktı. Deve buna aracı oluyordu. Son söyledikleri gerekli ortamı hazırlamıştı. Başdeve ağzındaki baklayı çıkardı: “ Eşek orada sen buradasın. Eşek niye orada gelse ya buraya. “
Deve, başdevenin niyetini anladı. Birden acıdı eşeğe. Durup dururken eşeğin başı belaya girecekti. Keşke başdeveye karşı çıkmasaydı. Onunla laf kavgasına girmeseydi. Artık geri dönemezdi: “ Eşek buraya gelir. Dur, gidip çağırayım.”

Deve, eşeğin yanına gitti: “ Özür dilerim. Rahatsız ettim. Başdeve sizi çağırıyor. “
“ Başdeve mi? Beni mi çağırıyor? Ne işi varmış benimle başdevenin? “
“ Efendim, yola çıktığımızdan beri sizin önde olmanızı hazmedemedi. Kendi önde olsun istiyor. Amacı sizi kervandan uzaklaştırmak. “
“ İyi işte ben gitmiştim ama kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Geri dönmesem haliniz haraptı. “
“ Bunu ben de biliyorum. Başdeveye yanlış yaptığını söyledim, onu uyardım. Tutturmuş bir liderliktir gidiyor. Sizi kıskanıyor. Az önce kervanı Meşhet’e götürürdüm diyordu. Ben eşek gelmeseydi biz Meşhet’e zor varırdık dedim. Siz gittikten sonra onu şaşırttığımı, bundan dolayı yolu kaybettiğini söyleyip beni azarladı. “
Deve diğer konuşmaları da anlattıktan sonra eşek: “ Öteki develer neden başdeve ile birlik oluyorlar, ben onu anlayamadım?
"
“ Ben de anlayamadım. İki-üç deve gönülsüz dinliyordu onu ama şimdi sesleri çıkmıyor. Mola verildiğinde başdeve hep konuşuyor, kendini övüyor. Siz yalnız başınıza bir kenarda dinleniyorsunuz. Hiç kendinizden bahsetmiyorsunuz. Herhalde nedeni bunda aramak gerek.”
“ Demek istediğini anladım. Ben yıllardır kervan çekerim. Asla yolumu şaşırmadım, çünkü mola verirken gündüz güneşe, gece yıldızlara bakarak rotayı ayarlarım. Ne kadar yol gelindiğini, ne kadar yol gidileceğini hesap ederim. Molalarda sizin yanınıza gelip başdeve gibi lak-luk yaparsam yolu şaşırırım. Gel gidelim bakalım, başdeve ne diyecekmiş? “
“ Efendim, isterseniz gitmeyelim. Başdevenin amacı kavga çıkarmak. “
“ Korkma canım, başdeve de kimmiş? Ben onu suya götürür, susuz getiririm. Başdeve kazdığı kuyuya düşecek.”

Eşek önde, deve arkada yürüdüler. Bu sırada deve düşünüyordu. “ Vay be, eşeğe bak. Canavar kesildi. Kim bilir kim bu? Rakibi bir başdeve değil ki, başdevenin arkasında on sekiz tane deve var. Ama herhalde eşek boşa konuşmadı. Başdeveyi tuzağa düşürecekmiş? Plan hazır demek. Efeler gibi yürüyor. Ben böyle eşeğin yoluna baş koyarım.”
Deve: “ Efendim, sonuna kadar yanınızdayım.“
Eşek: “ Sen cesur bir devesin. Doğruluktan ayrılma. Seni yardımcım yaptım. “
Deve: “ Teşekkür ederim. Bu göreve layık olmaya çalışacağım.”

Eşek başdevenin önüne gelince arka ayakları üstünde dikildi, ön ayaklarını beline dayadı, göğsünü şişirdi, kafasını yukarı kaldırdı, kaşlarını çattı: “ Evet, seninle konuşmak istiyorum, devecik. Kervandan ayrılıyorsun. Kervan, İsfahan’a gidiyor, sen Meşhet’e dönüyorsun.”
Eşek öylesine sert konuşmuştu ki, başdeve şaşırdı. Eşek emir veriyordu. Başdeve kekeledi: “ Devecik mi?! Kim devecik? Meşhet’e niye döneyim? “

Eşeğin korkusuzluğunu, başdevenin şaşkınlığını gören develer birer-ikişer eşeğin arkasında toplandılar. Bunda eşek olmadan İsfahan’a varamayacakları endişesi önemli olmuştu. Başdeveye kalsa o kervanı Hazar Denizi kıyılarına götürürdü. Yalnız kaldığını gören başdeve ses çıkaramadı. Daha sonra develer bir daha başdevenin sözlerine aldanmayacaklarını söyleyerek, onun da İsfahan’a gelmesini eşekten rica ettiler. Eşek, bu öneriyi kabul etti. Kervan, başka olay olmadan İsfahan’a vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş. Keloğlan yirmi iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer etmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış. Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş. Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış: Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.

Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, on sekiz yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş: “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerede? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
Bunun üzerine genç kız şöyle demiş: “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
“ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
“ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
“ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
“ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben akıllara düşerim. “
“ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
“ İnce iş. “
Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş: “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “
Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş: “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
“ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş.
“ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “
Fatma, Keloğlan’ı bırakmış: “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah da olmuşsun. Kaç yaşındasın? “
“ Yirmi iki yaşındayım. “
“ Yirmi iki mi? Yok canım, inanmadım. Şuna yirmi diyelim, ne dersin? “
“ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Benim de işime gelir yirmi yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
“ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ileride. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
“ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
“ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
“ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
“ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Köydekiler, meşhur Keloğlan’ı görürler. “

Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş. Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş: “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
“ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
“ Ne, buna mı? Bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
“ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “
Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler. Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip, yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış.

Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “
Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir.
Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
Fatma: “ Buna inanayım mı? “
Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “

Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “

Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan:“ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmış. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “

Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş. Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.

Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları boş geçmem, demiş.
Fatma: “ İyi git Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanın üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
“ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

SİMİTÇİ ÇOCUK
1970 yılının mayıs ayının bir öğleye doğru vaktinde herkes kendi alemindedir. Büyük soğukların hüküm sürdüğü, kar yağışının manzarayı beyaza boyadığı, tipinin, fırtınanın bol olduğu bir kış mevsimi etkisini kaybetmiştir. Yaz gelmiştir. Ağaçlar dallanmış, kovanlar ballanmıştır. Yemyeşil çimenler bitmiştir. Tomurcuklar ilk nefeslerini derin derin içlerine çekmektedirler. Kırlar, parklar, bahçeler, insanla dolmuştur. Kışın sokaklarında hayaletlerin, cinlerin kartopu oynadıkları, kardan adam yaptıkları bu şehir yazın gelmesiyle birden bire heyecanlanmıştır. Dam altlarını, kapı eşiklerini, insan nefesini bir heyecan kasırgası etkilemektedir. 

İskender, 11 yaşında iş almak için Beyaga'nın fırınına gelir. Kapı ardına kadar açık hemen kapının bitişiğinde geniş ve uzun raflar vardır. Kapının üzerinde - İşi olmayan girmesin - yazılı tabela bulunuyordu. Fırının orta yerinde tahminen bir metre yüksekliğinde genişçe göbek taşı, bu taşın üzerinde de üç tane uzunlu kısalı fırın küreği ve koklayanın ah ettiği taptaze, bol susamlı simitler duruyordu. Fırın ocağının başında 40 yaşlarında, orta boylu, saçlarının önü tamamen dökülmüş, topluca yüzü ateşin etkisiyle kiremite çalan bir tavır takınmıştı. İçeride ayrıca gençten dört kişi vardı. İkisi simit satmak için bekleyen seyyar simitçi diğer ikisi hamur açıp simite şekil veren fırında çalışanlardı.

İskender içeri doğru birkaç ürkek adım atıp Ali Dayı'ya sordu: ---- Ben, dedi, simit alıp satmak için gelmiştim. Şöyle bir yutkundu. Eğer satıcıya ihtiyacınız varsa çalışmak istiyorum, dedi. Ali Dayı şöyle bir göz ucuyla çocuğu süzdü. Kısa saçlı, esmer yüzündeki buruk ifade onun bundan önce geçen hayatının pek kolay olmadığını gösteriyordu. Normal boylu, hafif zayıftı. Üzerinde eski ve siyah renkte biraz bol ve uzunca bir ceket ve pantolon vardı. 
Ali Dayı: ---- Simitçilerimizden birisi gelmedi. Onunkileri sen satarsın. Simitler 25 kuruş. Simit başına 10 kuruş kar veriyoruz. Söyle bakalım kaç simit almak istiyorsun?

İskender şöyle bir düşündü. Kararını verememişti. Hamurcu Cafer söze karıştı:---- İstersen 50 simit al. Bugün pazar. Yıldız Sineması saat 2' ye doğru dağılır. Ayrıca bugün top sahasında maç var. Oraya gidersin, dedi. İskender, Cafer'in konuşmasından güç alarak şöyle gerindi. Ali Dayı'ya dönerek " Tamam " dedi. " 50 tane satarım. "
Fırında bir yandan simitler fırına verilirken diğer yandan da sohbet koyulaşıyordu. 

İskender gün boyu sinema, maç, kahvehane, mahalle, sokak demeden dolaşmış ve elindeki simitleri satmış fakat oldukça yorulmuştu. Eline hesap kitaptan sonra kalan 5 lirasını aldı. Hava iyice kararmıştı ve sokaklar hala insan doluydu, çünkü o akşam pazar akşamı olduğu için üç-dört yerde birden düğün vardı. İskender ele güne aldırmadan evinin yolunu tuttu. Yol üstündeki bakkaldan içeri girdi. Tanesi bir lira olan ekmekten iki tane aldı. Koltuğunun altına ekmekleri sıkıştırarak dışarıya çıktı. Evleri şehir merkezinden oldukça uzaktı. İnegöl Belediyesi'nin göçmen evleri olarak yaptırdığı aynı tipte evlerden oluşan şehir kenarında kurulmuş bir mahalleydi. Halkı fakir insanlardı. Evlerde iki oda mevcuttu. Ayrıca evin yanında tuvalet ve çitle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Bahçeye daha çok mısır, domates, biber, fasulye ekerlerdi. Daracık, tenha sokaklar karanlıktı. Daha elektrik gelmemişti. Mahalleli odalarını kandil veya gaz lambalarıyla " eh işte " aydınlatarak karanlığı kovuyorlardı. İskender evin kapısını çaldı. Kapıyı anası açtı. Çocuğunun elinde iki tane ekmek görünce gözleri ışıdı: ---- Oğlum, ekmekleri nasıl aldın? diye sordu.

İskender buruk bir şekilde: ---- Ana bugün simit sattım. Kazandığım paranın bir kısmıyla bu ekmekleri aldım, dedi. Annesi kapıyı kapadı. Birlikte odaya girdiler. İskender'in babası, sedirin üstünde köşeye büzülmüş, oturuyordu. Sobanın üzerinde tencere kaynıyordu. Oda mis gibi kuru fasulye kokuyordu. Koku, İskender'in açlığını bir kat daha arttırdı. Çünkü sabah içtiği çorbadan sonra ağzına lokma koymamıştı. Ekmekleri anasına verdi ve sobanın yanına oturdu. Bahar aylarında olmasına rağmen üşümüştü. Geceleri nispeten soğuk oluyordu. İskender'in babası, 38 yaşında ve orta boylu idi. Çektiği sıkıntılar onu yaşından 10 yaş daha yaşlı gösteriyordu. Sırtı hafif çökmüş, saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, beti benzi solmuştu. Gençliğinden beri tarlalara çapaya gider, ne iş bulursa çalışırdı. Yaptığı işin karşılığını alamamış, devamlı ezilmişti. Bilirdi ki kendisinden çok daha mutlu ve rahat yaşayanlar vardı. Bilirdi ki nefes almak, üç beş kuruş kazanıp anca karın doyurmak yaşamak değildi. Ama ne yapsındı ki ne yapsın! 

2 yıl sonra: Sonbaharda yavaş yavaş soğuklar başlamakta kış gelmektedir. İskender'in anası hamile kalmıştır. Fakat diğer yandan soğuktan iyi korunamamış, grip olmuş, devamlı öksürmektedir. 1972 yılı ocak ayında evinde doğum yapar, bir oğlu olmuştur. Çocuğun adını İsmail koyarlar. Yaptığı doğum ve gıdasızlık nedeniyle kadın çok halsiz düşmüştür. Doktora gidecek, ilaç alacak paraları yoktur. Bir hafta sonra hastalık zatürreye çevirmiş ve hasta perişan olmuştur. O gece devamlı sayıklamış, inlemiştir. Sabahı komşulardan birkaç kişi aralarında para toplarlar. Öğleye doğru baba kadını sırtlar, İskender de beraber İnegöl Devlet Hastanesi'nin yolunu tutarlar. Kapıdan içeri girerken, ayakkabılarının çamurunu kenarda silerler. İçeride görevli adama doktoru sorarlar, yukarıda sola sapın, ilerde, diye tarif eder. Baba zor zahmet merdivenleri çıkar. Doktorun kapısını çalar, içeri bir adım atar ki, ayağı kenardaki masaya takılır. Zaten yorgunluktan bitmiş, tükenmiş olan baba sendeler ve sırtında karısıyla beraber yere yuvarlanır. Kadının kafası sert zemine çarpar ve kanlanır. İskender anasının üstüne kapaklanır: ---- Ana, ana, diyerek feryat eder. Seslere birkaç doktor ve hemşire gelir. Baba yerinden yavaşça doğrulur, şaşkındır. Ne yapacağını bilemez. Oğlunu tutar, kaldırır.
Doktor: ---- Kadın zaten çok hastaydı. Adam birden düştü. Adamın bu işte bir suçu yok, der. Polise haber verilir. 

Anasının hastalığı ve hastanede vefat edişi İskender'in tertemiz yüreğinde derin yaralar açmıştı. Kolay değil yıllarca insanlık tarafından terk edilmiş vaziyette ipe sapa gelmez kaderinle baş başa yaşa, tam yeni işe girmiş az buçuk ekmeğini kazanmaya başlamış ve kardeş sahibi olmuşken, anacığını, o hep iyiyi düşünen, yaşamının en güzel yıllarını onu büyütmek için feda eden anasını kaybetmek... Babası ve kardeşi İsmail ile yalnız kalmışlardır. Kardeşi daha küçüktür ve bakıma ihtiyacı vardır. Şefkate ihtiyacı vardır. Yakın komşularının yardımıyla durum birkaç gün idare edilir ve komşu mahalleden kocası 1 yıl önce kızı Kisme ile yüzüstü bırakıp kaçmış olan Ardüş Hanım'ı İskenderlerin evine getirirler. Kadın çocuğa bakacak, ev işlerini yapıp o evin hanımı olacaktır. 1 yıldır kızıyla birlikte yalnız yaşamaktadır. Hayat şartları zordur. Kızı Kisme 7 yaşında, zayıf ve siyah saçlıdır. Eve üç yaşlı kadınla Ardüş Hanım ve Kisme misafir gibi gelirler, konuşurlar,anlaşırlar. Akşam üstü kadınlar giderler ve Kisme anasıyla yeni evinde kalırlar. Kisme çok sever İsmail'i, İskender'i de sever. İskender ne olduğunun farkındadır. Eve yeni bir kadın gelmiştir. Acaba iyi insan mıdır? Ana diyebilecek midir? Soruları kafasından geçerken sofra kurulur, babasının sesini duyar. ---- Haydi bakalım oğlum, gel de yemeğimizi yiyelim. İskender oturduğu yerden kalkar, sofraya oturur. 

İskender ertesi gün erkenden fırına gelir. İskender'i gören Ali Dayı:---- Ooo İskender, kaç gündür nerelerdesin? Seni çok özledik... Gel bakalım, şöyle azıcık konuşalım, diye seslenir. İskender usul usul, mahsun tavırla Ali Dayı'nın yanına yaklaşır.
Durumu fark eden Ali Dayı: ---- Ne o, yoksa kötü bir şey mi oldu? Söylesene oğlum, der. İskender o gün annesinin çok hastalandığını, babasıyla hastaneye götürdüklerini, orada anasının vefat ettiğini ağlayarak anlatır.

Bu duruma Ali Dayı çok üzülmüştür: ---- Her neyse, başınız sağ olsun, istersen bugün simit satma da yarın başlarsın, diye söylenir. Fakat Ali Dayı düşünmeden konuşur.

İskender:  ---- Öyle deme Ali Dayı, akşam evdekiler ekmek bekler. Ne yer, ne içeriz sonra, der. Yarım saat sonra İskender simitleri tablaya doldurup yola çıkınca " Haydi, sıcak sıcak simitler, isteyen yok mu? diye bağırır. Son kelimesinde laf ağzının içinde düğümlenir. Anası, babası, evi, kardeşi aklına gelir. Gözleri dolar. Şöyle etrafına bakınır. Ohoo kimin umurundadır, anası vefat etmiş, babası, kardeşi aç, kendisi aç, soğuktan küçücük elleri, kulakları, burnu, ayak parmakları mosmor olmuştur. Kimse duymaz sanki onun sesini, belki de duymak istemezler.

Herkesin işi gücü var, geçim dünyasıdır, menfaat dünyasıdır, bu dünya... Elma İskender, kurt da kederi içini hızla sömürmekte ve çürümektedir. İskender, gözlerindeki yaşları siler buz kesmiş parmaklarıyla. Memur vardır, işçi, köylü dertleri farklıdır. Hepsinde dert tonla ekmek fakirde umuttur. Kasalar vardır, cüzdanlar vardır. Mis gibi hayat yaşamaktadırlar. Fakir fukaranın hakkı olan ekmeğin bir parçası toplanır toplanır, onların boyunlarına gerdanlık, kollarına bilezik, parmaklarına yüzük olur. Eşitlik bu değildir. Hak bu değildir. Kardeşlik bu değildir. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım ( 1984 )

Google'ye Serdar Yıldırım'ın Hayat Hikayesi yazdığınızda çıkan site ve forumlardan birini açtığınızda yazının ortasında şöyle der:  1984 yılında kendimi anlattığım Simitçi Çocuk isimli ilk hikayemi yazdım. Daha sonraki 4 yıl sadece şiir yazdım. Aslında hikaye yazmak istiyordum ama pek çok defa denememe karşın, bu mümkün olmadı. Önünde kağıt, elinde kalem 1 saat, 2 saat öylece beklemek ve hiç birşey yazamamak korkunç zordur. 1988 yılında gerçek anlamda hikayeler ve masallar yazmaya başladım. O yıl ağustos ayında Korkak Tavşan' ı yazdım. Sonra Ot Yiyen Kaplan, Zavallı Çoban, Keloğlan İle Nasreddin Hoca. 
İşte, bu Simitçi Çocuk adındaki hikaye benim ilk hikayemdir. 32 yıl sonra 2-9-2016 tarihinde ilk olarak okunmasını sağladım. Sadece daha önce Radyo Press' te program yaparken 1998 ve 1999 yıllarında iki defa radyodan okumuştum.
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

KERTENKELENİN HAYALİ
Büyük Sahra Çölü’ nün ortalarına yakın bir yerde, uçsuz bucaksız kum yığınlarının arasında bir kertenkele yaşıyordu. Gündüzleri kızgın güneş ışınları altında yiyecek aramaya çıkmak çok zor olduğu için daima geceleri ortalık serinleyince yuvasından çıkardı. Yuvası da birkaç büyük kaya parçasının arasındaki kuytu, gölgelik, loş bir yerdi. Bir gece hava kararır kararmaz yine yiyecek aramaya çıktı, fakat saatlerce dolaşmasına karşın hiç yiyecek bulamadı. Açlık onu güçsüzleştirmişti. Gücü giderek azalıyordu, çok yorulmuştu. Artık yuvasına geri dönemezdi, çünkü hava aydınlanmaya başlamıştı ve yuvasından oldukça uzaklaşmıştı. İleri, daha ileri gitmeliydi ve mutlaka yiyecek bir şeyler bulmalıydı.

Öğle vakti olmuş ve güneş kertenkelenin tam tepesindeydi. Sıcaklık elli dereceye çıkmış ve kumlardan buhar çıkıyor gibi görünüyordu. Dayanılır gibi değildi. Çöl bir fırın halini almış ve güneş ışınları ortalığı kasıp kavuruyordu. Kertenkele güneşi, sıcaklığı unutmuş sadece yiyecek arıyordu. O, şimdi gündüzü gece zannediyordu. Sanki hava serindi ve bu serin gece bitmeyecekmiş gibi sürüp gidecekti. Kertenkele için gündüz gece olmuştu, gündüz geceleşmişti. Kertenkelenin tersi dönmüştü, bu bir ters dönmesiydi. Gözleri yarı kapalı vaziyetteydi ve gözlerinin önünde bir takım hayaller uçuşuyordu. Bu hayallerin ona yararı dokunabilir miydi? Gövdesini usulca kumların üzerine bıraktı, gözlerini kapadı. Kertenkele pek çok hayalin içinden bir tanesini seçip, o hayali kurmaya başladı.

Geniş bir dere yatağının ortasından incecik, az bir su akıyordu, dağlardan ovaya doğru. Tam sınırda küçük çağlayan vardı ve küçük çağlayandan geçen su ovaya ayak basıyordu. Hemen ilerideki ormana giren su ağaçların arasında uzun süre yol aldıktan sonra kayboluyordu, ama kuru dere yatağı ormandan çıkıp devam ediyordu taa çok uzaklardaki denize kadar. Aylardan eylül, mevsim yaz, iki aydır yağmur yağmamıştır. Ormandaki ağaçlar suya hasret kalmışlardır. Her ağaçtan bir ses, bir feryat, hepsi küçük çağlayandan şikayetçi. Küçük çağlayan ise ormandaki ağaçlara laf yetiştirmekle meşgul, altta mı kalacak, zaten suçsuz, dağlardan dere yatağına inen su çok azsa bunun küçük çağlayanla ne ilgisi var? Küçük çağlayan ne yapsın iki aydır yağmur yağmadıysa? Bu kısır döngü bir ay kadar devam ettikten sonra sonbahar yağmurları başladı. Günlerce süren yağmur dere yatağını giderek dolduruyordu. Küçük çağlayanın üzerinden aşan su ormana doğru akıp gidiyordu. Eğer yağmur böylesine şiddetle bir süre daha yağmaya devam ederse, dağlardan sel gelebilirdi. Sel gelmese bile dere yatağındaki su taşacak ve ormana zararı dokunacaktı. Bu iki ihtimali göz önünde bulunduran küçük çağlayan bir baraj yapımına girişti. Çabucak barajın yapımını tamamladı ve dağlardan gelen suyu kontrol altına aldı.

Günlerdir yağan yağmur ormandaki ağaçları suya doyurmuştu. Dereden de bol su geliyordu ormana kana kana içiyorlardı. Küçük çağlayan baraj yapmaya başladığında önce şaşırdı, ormandaki ağaçlar: “ Bu niye baraj yapıyor böyle? Ne olacak oraya baraj yapıp da? “ demeye başladılar. Sonra kızdılar. “ Küçük, bırak gelsin su, kısmetimizi engelleme. Çek, yık o barajı, başka işin yok mu senin? “ diyerek atıp tuttular. Küçük çağlayan baraj yapmaktaki amacını şu şekilde açıklıyordu: “ Buralara bir yağıyorsa dağlara beş yağıyordur. Onca su dağlarda kalmayacak mutlaka ovaya inecektir. Gelen su çok olursa sel gelir. Bana bir şey olmaz, zararı sizedir. Bu baraj seli durdurur, sele set olur. Ben de fazla suyu azar azar ovaya bırakırım. Eğer böyle olursa hiç biriniz selden zarar görmezsiniz. “

Sonunda sel geldi. Günlerdir yağan yağmurun biriktirdiği büyük su kütlesi korkunç gürültüyle gelerek baraja takıldı. Küçük çağlayanın yaptığı baraj işe yaramış ve seli durdurmuştu. Fakat barajın arkasındaki suyun basıncı gitgide artıyordu. Küçük çağlayan barajın yıkılmasını önlemek için sonsuz gayret sarf ediyordu. Bir taraftan suyu kontrollü olarak ovaya bırakırken diğer taraftan barajın yıkılan yerlerini tamir ediyordu. Ormandaki ağaçlar ise küçük çağlayanın ne yapmak istediğini anlamak şöyle dursun atıp tutmalarının dozunu arttırarak hakaret etmeye başladılar. En nihayet sel küçük çağlayanın barajını yıkamadı ama onu yıkan bu hakaretler oldu: “ Alın bakalım basmakalıpçılar. Çekiliyorum aradan. Bırak gelsin su diyordunuz. Alın suyu doya doya yıkanın “ Küçük çağlayan aradan çekilince baraj yıkıldı. Sel suları ormandaki ağaçları kökünden söküp sürükledi, götürdü.

Kertenkele kurduğu hayal bitince gözlerini açtı. Gece olmuş, ortalık serinlemişti. Yattığı yerden doğrulup yürümeye başladı. Yuvasından uzak düşmüştü ama oraya varacağını biliyordu, çünkü kendisini oldukça zinde hissediyordu. Bu durum ne kadar devam ederdi bak işte onu bilmesine belki de imkan, ihtimal yoktu. O zaman bu sahte canlanmaya pek güvenilmezdi. Bir an önce yiyecek bulup karnını doyurmalıydı. Kertenkele yuvasına varıncaya kadar birkaç yerde yiyecek bulup karnını doyurdu. Yuvasının bir köşesine yattığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Nasılsa güneş yine ortaya çıkacak ve çöl dayanılmaz şekilde sımsıcak olacaktı. Güneşin kertenkeleye artık bir zararı dokunamazdı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Kertenkelenin Hayali - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 Sayfa
Eğlendiren Masallar - Karaca Yayınları - Sayfa: 20-31
Sihirli Masallar - Bilgi Yayınevi- Yayın Yılı: 2009 - Sayfa: 254-257
İnternetten bulup alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım, okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

KARAGÖZ İLE HACİVAT: AYAKLI KÜTÜPHANE
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Karagöz: "Hacivat, evi taşımışsın? "
Hacivat: " Doğru taşıdım. "
Karagöz: " Nereye taşıdın? "
Hacivat: " Şu kilisenin beş ev yukarısına. "
Karagöz: " Kilis'e mi taşındın? "
Hacivat: " Kilis demedim Karagözüm. Kilise dedim. "
Karagöz: " Kilis'e taşındığına göre Konya'yı görmüşsündür. "
Hacivat: " Konya da nereden çıktı? "
Karagöz: " Kilis'e giderken kervan Konya'dan geçer. "
Hacivat: " Ne Konya'sı, ne kervanı? "
Karagöz: " Mervan dayım Konya'da otururdu. Çocukken gitmiştik. "
Hacivat: " Dayının adı Mervan mıydı? "
Karagöz: " Van daha ileride Acem sınırında. "
Hacivat: " Eee? "
Karagöz: " Orada bir göl varmış. Deniz kadar büyükmüş. "
Hacivat: " Göl deniz kadar büyük olur mu? Deniz gölden büyüktür. "
Karagöz: " Marmara Denizi, Ege Denizi. "
Hacivat: " .... "
Karagöz: " Karadeniz, Akdeniz. "
Hacivat: " Bunları niye sayıyorsun? "
Karagöz: " Saymayı bilirim, bir, iki, üç. "
Hacivat: " Sonra. "
Karagöz: " Üç, iki, bir. "
Hacivat: " Sonrası yok mu? Sen kaça kadar okudun? "
Karagöz: " Üçe kadar. Matematikte birinciydim. "
Hacivat: " Belli, sondan birinci. "
Karagöz: " Okumam da iyidir. "
Hacivat: " Şu dükkanın levhasını oku bakalım. "
Karagöz: " Kem küm. "
Hacivat: " Sonra. "
Karagöz: " Ham hum. "
Hacivat: " Senin neden üçe gidemediğin belli. "
Karagöz: " Üçe gidecektim ama evden göndermediler. "
Hacivat: " Neden? "
Karagöz: " Çok şey öğrenmiştim, beynim dolmuştu. "
Hacivat: " Yapma ya? "
Karagöz: " Bana ayaklı kütüphane diyorlardı. "
Hacivat: " Ayaklı kütüphane ha? "
Karagöz: " Sen de bir şey bilmiyorsun Hacivat? Sen kaça kadar okudun? "
Hacivat: " Beşi bitirdim. "
Karagöz: " Beşi mi? Ben senden çok okumuşum. "
Hacivat: " Vay vay! Üç mü büyük, beş mi? "
Karagöz: " Sen de amma cahilsin be Hacivat. Tabi ki üç büyük. "

------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KOCA KAFALI BİR KELEŞ
Hacivat: " Gökyüzünde yıldız var, ay var. "
Karagöz: " Yeryüzünde baldızımın yaptığı çay var. "
Hacivat: " Gökyüzünde bulut var, güneş var. "
Karagöz: " Yeryüzünde unutma keleş var. "
Hacivat: " Karagözüm, keleş mi var? "
Karagöz: " Var tabi, koca kafalı bir keleş var. "
Hacivat: " Acaba kim bu keleş? "
Karagöz: " Kim olacak tabi ki sen. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, kafan benimkinden büyüktür. "
Karagöz: " Çaresiz kaldığın için, şu attığın çığlıktır. "
Hacivat: " Senin denizin bitmiş, çırpındığın sığlıktır. "
Karagöz: " Sığır sana derler, benden fışkıran sağlıktır. "
Hacivat: " Sığır bana mı derler? Ben sığır falan değilim. "
Karagöz: " Sağır değilsin ama sığır olduğun muhakkak. "
Bana nasıl sığır dersin diyen Hacivat, Karagöz'ün yüzüne sert bir tokat vurur. Karagöz yere yuvarlanır, ayağa kalkar. Sol eli sol yanağının üstündedir.
Karagöz: " Aman Hacivat, bana vurdun. "
Hacivat: " Sen de dayak istedin durdun. "
Karagöz: " Zalim Hacivat, bana vurma. "
Hacivat: " Senin uçarken gördüğün telli turna. "
Karagöz: " Hamama gittim, yoktu boş kurna. "
Hacivat: " Ben seni bilirim, çalar durursun zurna. "
Karagöz: " De git Hacivat, alırım seni ayağımın altına. "
Hacivat: " O biraz zor, bugün üzüm şerbeti içtim. "
Karagöz: " Tarlada buğday, başak mı biçtin? "
Hacivat: " Karagözüm, bugün çok saçmaladın. "
Karagöz: " Hacivatım, seçmeyi bilemedin. "
Hacivat: " Yanlışta olan ben değilim, sensin Karagözüm. "
Karagöz: " Tepeni delerim, budur son sözüm. "
Hacivat: " Karagözüm, barış yapalım, sun bana bir salkım üzüm. "
Karagöz: " İki karış uzakta dur, bir bardak zıkkım çözüm. "
Hacivat: " Nasıl olur, bir bardak zıkkım çözüm? "
Karagöz: " İç zıkkımın kökünü, titrerken gör çözümü. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, zıkkım zehir olmasın? "
Karagöz: " Zehir, tehir olmasın, bardağa dolsun. "
Hacivat: " Dur Karagözüm, zehir bardağa dolmasın. "
Karagöz: " O zaman Hacivat sessiz kalsın. "
Hacivat: " Ağzıma fermuarı çektim, işte bak sustum. "

Yazan: Serdar Yıldırım
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

KİRPİ İLE TİLKİ
Güneşli bir günde anne kurbağa ile yavrusu dere kenarında gezintiye çıkmıştı. Yavru kurbağa yerinde duramıyor, oradan oraya hopluyordu. Bir kayanın yan tarafına dönerken olan oldu. Aniden önüne çıkan kirpi ile çarpıştı. Kirpinin arkasına bile bakmadan uzaklaştığını gören anne kurbağa kirpinin üstüne atıldı. Kirpinin sırtındaki dikenlere çarptı ve boğuk bir ses çıkararak yere yuvarlandı. Yaralanmıştı. Olup bitenler karşısında kayıtsızca yürüyüp gitmekte olan kirpinin arkasından, “ Hain kirpi, yavrumdan ne istedin? Onun sana ne zararı vardı? Yaptığın yanına kalmayacak “ diyerek bağırdı.

Üç genç maymun kardeş bir ağacın altına oturmuşlar, öğle yemeği yiyorlardı. Yemeğin sonlarına doğru en küçük maymun arka tarafındaki otların üzerinde bir hışırtı duydu. Süratle başını çevirdiğinde koşar adım üstüne doğru gelmekte olan kirpiyi fark etti. Kaçmak istedi, fakat çok geç kalmıştı. Belinde sözle anlatılamayacak kadar müthiş bir acı duydu. Gözleri karardı ve yüzü koyun yere kapaklandı. Kardeşlerinin acı içinde kaldığını gören iki maymun, kirpinin peşine düştü. Ormanda çok aramalarına karşın kirpiyi bulamadılar.

Karınca yuvasının etrafı bayram yeri gibiydi. Karıncalar yuvalarına yiyecek taşıyorlardı. İşlerin en yoğun olduğu bir sırada karınca beyi arkasından gelen gürültüye doğru döndüğünde neredeyse küçük dilini yutacaktı. Kirpi hızlı adımlarla yürüyor, önüne çıkan karıncaları ezip geçerek yuvaya yaklaşıyordu. Bağırmalar, haykırışlar arasında kirpi yuvanın kenarından geçti. İlerideki otların arasında kayboldu. Karınca beyi ve diğer karıncalar şaşkın vaziyette kalakaldılar. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Elliden fazla yaralı vardı.
Karınca beyi: “ Kirpiye biz ne yaptık? Neden üstümüze yürüdü? Demek anlatılanlar doğruymuş. Kirpi son zamanlarda orman sakinlerine büyük acılar yaşatmaya başladı. Ben bu yaptıklarını onun yanına bırakmam. Servetimi kirpiden öç almak için harcarım. Yarın orman fedaisi kurtla görüşüp kirpiyi cezalandırmasını sağlayacağım “ dedi.

Karınca beyi ertesi gün kurtla buluştu. Kurda kirpinin sebep olduğu felaketi anlattı. Kurt karınca yuvasında inceleme yaptı. Yaralıların durumunu yakından gördü. Daha önce de kirpinin sebep olduğu birkaç olay duymuştu. Kirpiyi cezalandırmak için yola koyuldu. Aradı, araştırdı, sordu, soruşturdu, iki gün sonra kirpiyi ilerideki otlar arasında giderken gördü. Kirpinin önüne çıktı.” Bana bak kirpi, nedir senden başkalarının çektiği. Kurbağa yavrusu ile küçük maymunu yaraladın. Karıncalara saldırdın, birçok karıncaya zarar verdin. Yaptığın kötülükler cezasız kalmamalı. Kolla kendini “ diye haykırdı.
Kirpi kurdun önüne aniden çıkmasından şaşkına dönmüştü. Kendisini çabucak toparladı: “ Ben senin dediğin karıncaları, kurbağaları tanımam bile. Ne demek istediğini anlamadım. “
“ Ne demek istediğimi şimdi anlarsın “ dedi kurt ve kirpinin burnuna kuvvetli bir tekme savurdu. Kirpi birkaç takla attıktan sonra yere kapaklandı. Burnuna yediği tekmeden canı yanmıştı. İçgüdüsel bir hareketle kafasını ön ayakları arasına soktu. Şimdi kirpi dikenli bir top haline gelmişti. Kurt o kızgınlıkla kirpiye ikinci bir tekme daha savurdu. Savurmasıyla uluyarak geriye çekildi. Ayağını kirpinin sırtındaki dikenlere vurmuştu. Kurdun kızgınlığı son haddine çıktı. Yerde kalın bir sopa buldu. Bunu alıp kirpiye vurmaya başladı. Kurt belli kirpiyi defterden silmişti. Kirpi birden arka ayakları üzerinde doğruldu. Geriye doğru iki perende attı. Hızla koşarak yakınındaki kayanın üstüne çıktı. Peşinden gelen kurdun üstüne uçarcasına atıldı. Kirpinin yan tarafındaki dikenler kurdun göğsüne battı. Kirpi ile baş edemeyeceğini anlayan kurt son bir silkinişle kirpiden kurtuldu. Mücadele gücü kırılan kurt ormana doğru kaçarak uzaklaştı.

Daha sonraki günleri kurt mağarasındaki yatakta yatmakla geçirdi. Yaraları biraz iyileşmişti. Yanında anne kurbağa, karınca beyi ve iki maymun kardeş vardı. Günlerdir düşündükleri halde bir çıkış yolu bulamamışlardı. Kurt kirpiyi perişan etmek için gitmişti, fakat perişan olan kendisiydi. Yani diyorlardı, kirpinin yaptıkları yanına mı kalacaktı? Kurnaz tilki kurdun yaralandığını duymuş ve geçmiş olsun demek için uğramıştı. Olayları ayrıntılarıyla dinleyince çok şaşırdı: “ Kirpi çok sakin, kendi halinde biridir. Bu işin içinde mutlaka başka şeyler vardır. Durumu araştırıp en kısa zamanda sonucu sizlere bildiririm “ dedi.

Tilki kirpinin evine gitti. Kapıyı defalarca çalmasına karşın kapı açılmadı. Evde olmadığına kanaat getirdi. Oturup beklemeye başladı. Aradan bir saat geçti. Kirpinin kapısı açıldı. Tilki yerinden kalkıp kirpiye seslendi: “ Alacağın olsun. Demek evdeydin. Öyleyse kapıyı niye açmadın? “
Tilkinin şaşkınlığı biraz sonra daha da arttı. Kirpi seslenmesine aldırış etmeden yürüyüp gidiyordu. Hemen koşup kirpinin önüne çıktı: “ Kirpi kardeş, nasılsın? Nereye böyle? “ dedi.
“ Efendim, ne dediniz? Biraz yüksek sesle bağırır mısınız? Anlayamadım “ dedi kirpi.
“ Nereye gidiyorsun dedim? “ diye tilki bağırdı.
“ Yiyecek toplamaya gidiyorum. Oh, sen miydin tilki kardeş! “
Bunun üzerine tilki: “ Ben de seni arıyordum. O kadar kapını çaldım. Neden açmadın? “ diye sordu.
Kirpi: “ Kapıyı mı çaldın? Sahiden hiç duymadım. Zaten son zamanlarda kulaklarım çok ağrıyor. Ayrıca gözlerim eskisi gibi iyi görmez oldu. Bazen yürürken kulaklarımın ağrısı artıyor, bakışlarım bulanıyor. İnanır mısın bilmem. O zaman önümü bile görmeden yürüyorum “ dedi.
“ Demek önünü görmeden yürüyorsun? Bu çok tehlikeli değil mi kirpi kardeş? Başkalarına zarar verebileceğini hiç düşünmedin mi? “
“ Elbette düşündüm. Durunca ağrılar o kadar dayanılmaz oluyor ki, hızlı yürümek zorunda kalıyorum. Kulaklarımın ağrısı hafifliyor. Hem şimdiye kadar kime zarar verdim? “
“ Tabii canım, kimseye zarar vermedin. Sen kötülük nedir bilmezsin. “

Tilkinin eski dostu, kendi halinde, sakin birisi olarak tanıdığı kirpiye başka türlü bir cevap vermesi düşünülemezdi. Zaten üzülenler bu kadar fazla iken. Birlikte doktora gittiler. Doktor, kirpinin kulaklarını temizledi. Ağrılar için hap verdi. Gözlerini muayene etti. İleri derecede bozukluk tespit etti. Kirpiye bir gözlük verdi. Kirpi sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi oldu. Tilki kirpiyi evine götürdü. O gece misafir kaldı. Ertesi gün yine geleceğine söz vererek evden çıktı. Anne kurbağa, karınca beyi ve iki maymun kardeşe haber verdi. Kurdun mağarasında toplandılar. Tilki durumu en ince ayrıntılarına kadar anlattı. Doktor raporunu gösterdi. Kirpinin olmuş olan olaylarda tarafsız düşünülürse pek de fazla bir suçu bulunmayacağını, olayların şanssız birer tesadüf sonucu meydana geldiğini söyledi. Kendisine inanmalarını istedi. Oradakiler kirpinin durumunu göz önünde bulundurarak meseleyi konuştular. İki maymun kardeşle tilki arasında sert tartışmalar oldu. Tilki maymun kardeşleri ikna edebilmek için çok uğraştı. Sonunda orada bulunanlar kirpi ile bir alıp veremediklerinin kalmadığını söyleyerek evlerinin yolunu tuttular.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-------------------------------------------

Bir sitede bir okuyucumun yazdığı mesaj:
Sevgili Serdar,
bu hikayeni de cok begendim, ellerine saglik can kardesim
on yargiyi ve ihmalkarligi almissin ele bakiyorum
onyargili olmak maalesef cogu insanin yaptigi birsey, birini tanimadan hakkinda fikir uretmek veya bir etiket yapistirmak
ihmalkarliga gelince , o da hit'lerden dunyamizda
her ikiside buyuk felaketler kotu sonlara sebep olabiliyor
hikayelerinin devamini bekliyorum,
merak ettigim birsey var; cevrendeki cocuklara okuyormusun?ilk onlarin tepkisine mi bakiyorsun?
ve hic bir yayin evi ile gorustunmu?ileriye donuk birseyler yapabilme adina
Benim hayatim hep Fransizca hikayeler, romanlar , bilimsel kitaplar okumakla gecti
Turkcem pek iyi degildir, zorda begenirim karakterim dolayisiyla (Turkce yazilardan )samimi soyluyorum cok begendigim tarzlardan birisisin
ilerledikce yurt disina bile acilabilecegini dusunuyorum
Serdar102
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 62
Kayıt: 29-05-2023 20:06

Re: Serdar Yıldırım Hikayeleri

Mesaj gönderen Serdar102 »

KELOĞLAN İLE KEL OLMAYAN ADAM
Eski zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan yemek saatleri dışında evde eğlenmez gezermiş. Yakın köylere, kasabalara gider, arkadaş edinir, durup durup gerinirmiş. Yolda yürürken adıyla seslenip İbrahim diyenlere dönüp bakmaz, pire için yorgan yakmazmış. Bir elin nesi var, Keloğlan'ın takkesi var dermiş ama ak akçe kara gün içinmiş ve kara gün çokmuş, cepte akçe yokmuş.

Denize olta atmış, eski bir çarık çekmiş. Çarığı denize atmış, balıkları korkutmuş.
Yollar patika yol, omuz altında iki kol. Bu kol sağ, bu kol sol kol, mintanı da pek bol.
Üzüme bakmış kararmamış, güneş altında sararmamış. Çölü geçmiş kurumamış, hayata gülmüş, üzülmemiş.

Hal ve gidişi böyle olan Keloğlan bir gün kel olmayan bir adamla tanışmış. Bu adam Serdar Yıldırım'mış. Zamanda yolculuğa çıkmış ve aramış, Keloğlan'ı bulmuş. Bildiği atasözlerini birbirine karıştırmış ve bir kağıda yazıp Keloğlan'a okumuş.
Taşıma suyla değirmen döndüren adamın tatlı dili yılanı deliğinden çıkarmaz.
Tokken açın halinden anlayan tilkinin dönüp dolaşacağı yer, mağarasıdır.
Dili kılıçtan keskin olan denize düşünce yılana sarılmaz.
Dost tatlı söylediği için, attığı taş baş yarmaz.
Dağdan köyü görünce kılavuz istemeyen ormanda kaybolur.
Güneş girmeyen doktorun evi balçıkla sıvanmaz.

Eğer Serdar Keloğlan'ı gıdıklamasa Keloğlan'ın bunlara güleceği yokmuş. Ama Serdar'ın dostluğu iyiymiş. Kısa zamanda Keloğlan'la can ciğer kuzu sarması olmuşlar. İkisi birlikte kasabaya doğru giderken, hışımla yürüyen biri Keloğlan'a yandan çarpmış, geçip gitmiş. Peşinde kılıçlı bir manga fedai varmış.
Keloğlan sormuş: " Kim bu böyle ya? "
Serdar cevap vermiş: " Fatih Sultan Mehmet. İstanbul'u fethetmiş, geri dönüyor. Senin zamanının Konstantinopolis'i. "
Keloğlan: " Sağına soluna dikkat etmesi gerekir. Beni yere düşürecekti. "
Serdar: " Onun gözü dünyayı görmez, seni mi görecek? Ya ben İstanbul'u alırım ya da İstanbul beni, demiş. İstanbul'u aldı. Sonradan ya Roma beni alır ya da ben Roma'yı demeye başlamış. Ama Roma'yı alamadı. Roma onu aldı. Roma'ya siz Rim diyorsunuz. "
Keloğlan: " Nasıl yani? "
Serdar: " Roma üstüne sefere çıkmaya hazırlanırken zehirlendi. 49 yaşındaydı. "
Keloğlan: " Zehirlendi diyorsun ama yaşıyor. Az önce bana çarpmıştı. "
Serdar: " Demek ki zamanda yolculuğa çıkmış, zaman gezgini olmuş. "
Keloğlan: " Rim üstüne sefer hazırlığında olmasın? "
Serdar: " Yok daha neler? Zaman gezginleri büyük kader değişikliklerine sebep olamazlar. "
Keloğlan: " Bu Sultan Mehmet hangi ülkenin sultanı? "
Serdar: " Osmanlı Devleti'nin sultanı yani padişahı. "
Keloğlan: " Osmanlı Devleti mi? O da nereden çıktı? "
Serdar: " Yumurtadan. Şimdi Anatolikon'da (Anadolu'da) hangi devlet var? "
Keloğlan: " Selcukiyân-i Rum. "

Serdar: " Rum Selçuklu Sultanlığı yani Anadolu Selçuklu Devleti. Sonradan bu devlet parçalanacak, beyliklere bölünecek. Bu beyliklerden Osmanlı Beyliği zamanla diğer beylikleri ele geçirerek büyüyecek devlet olacak. Anadolu'da birliği sağladıktan sonra yönünü İstanbul'a ve Avrupa'ya dönecek. İstanbul'u aldıktan sonra Avrupa'daki pek çok devletin topraklarını zapt eden Osmanlı Devleti'ne Osmanlı İmparatorluğu denecek. Bir de bunun Orta Doğu ve Kuzey Afrika boyutu var. 600 küsür yıllık Osmanlı yaptığı savaşlarla hatırlanır olacak. "
Keloğlan: " Osmanlı İmparatorluğu sonradan ne oldu? "
Serdar: " Paramparça oldu. Elde kalan bir bu Anadolu düşman çizmeleri altında eziliyordu ama Başkomutan Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı. Mustafa Kemal uzun uğraşlardan sonra Anadolu'yu düşmanlardan temizledi ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Türk halkı O' na Atatürk soyadını verdi. 4 ay kadar oldu Cumhuriyet'imizin 90. yılını kutladık. Nice 90 yıllara diyelim. "
Keloğlan: " Buralar düşman dolmuşken Mustafa Kemal kurtarmış. O'nu bir görebilsem. Sence zamanda yolculuğa çıkmış mıdır? "
Serdar: " Bilmem hiç karşılaşmadım. Bir gün karşılaşırsam sana haber veririm. Birlikte Mustafa Kemal Atatürk'ün yanına gideriz. "
Keloğlan: " O günü sabırsızlıkla bekleyeceğim. "

SON
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir