Başını vermeyen şehit

Şiir, roman, öykü, deneme, eleştiri, inceleme.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
SabahGunesi
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 199
Kayıt: 25-07-2006 13:28
Konum: İstanbul

Başını vermeyen şehit

Mesaj gönderen SabahGunesi »

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT


Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan
beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında
otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın
son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu-
lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah
duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,
ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam
hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö-
türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar
sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be-
ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz
sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla-
nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkıl-
maz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatı-
yordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla-
rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine
benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli
boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri
kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini
oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her
muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş to-
pu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile
değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.
Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle
beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine
gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın
aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dö-
nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den al-
tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor-
du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet
Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,
bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.
Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka-
lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka
almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe-
re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz
koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına
geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos
vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre-
diyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal-
dırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,
gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,
geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede
gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame-
tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.
Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka-
dı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-
tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri
kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can-
lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükû-
tu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.
Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.
Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir
dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan-
lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında
kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi
yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki
büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-
den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke-
merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti-
yordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede-
ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba-
şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa
rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du-
ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir
karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu-
günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.
Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün-
de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş-
man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-
tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden
fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera-
ber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice
bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe-
ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "ha-
ber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza
uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etra-
fındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine
girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru-
ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe
bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.
Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.
Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es-
nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü-
yordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,
Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığ-
mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina-
nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama
hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin-
de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za-
ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, muras-
sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İsteme-
yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevin-
dirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü-
kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,
kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf-
larına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen bi-
rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala-
rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el-
çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-
sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini
söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire
ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Ze-
bur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-
bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka-
rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe-
kildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek iste-
yenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldır-
dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar-
şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli-
dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa-
tını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar-
kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de-
linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.
Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap-
sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley-
man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakı-
nız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüp-
hesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe-
lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya-
da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle-
mi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal-
laştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükse-
len derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşa-
sının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret
topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi-
risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş-
man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın-
dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'in
alayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuk-
lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı-
na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere
uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzak-
tı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar-
ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır-
ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,
kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,
bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla-
nan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuv-
vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin-
de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka-
dar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını
verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya-
nıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye ol-
duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi-
bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste-
diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al-
dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver-
di. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Her-
kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku-
ru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Ka-
dı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"
dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal-
dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam
ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı-
rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı
sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din-
lenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi bul-
du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Bu
taze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa
başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan-
ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur-
ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu-
tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.
Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in
kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem
onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor-
du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu
nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ru-
hu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor-
du. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden ge-
çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir
türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sor-
madan,
- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ-
madan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün
günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır-
dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati-
ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet
dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "De-
li oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,
sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,
onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç gü-
nü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıy-
la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan
düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir
karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De-
li Mehmet'in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye-
mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda
dolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arka-
sına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe-
der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka-
dar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit
düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.
Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is-
tifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.
Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal
hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yaz-
dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş-
hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan-
mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,
yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun
uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo-
zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es-
nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden
inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla-
madı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada
gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa-
rının o eski deli kadısı mıydı?..........
º°¨¨°º©©º°¨¨°º© Rüzgar Sert Essede Dağlar Önünde Eğilmez ©º°¨¨°º©©º°¨¨°º©
Kullanıcı avatarı
alperleon
Quick Friend
Quick Friend
Mesajlar: 52
Kayıt: 25-07-2006 19:59
Konum: ankara

Mesaj gönderen alperleon »

bilemem herhalde zaten hepsini okumaya fırsatım olmadı eline sağlık:)
alper
Kullanıcı avatarı
FaT
Lover of TurkiyeForum
Lover of TurkiyeForum
Mesajlar: 768
Kayıt: 02-05-2006 14:40
Konum: Girne
İletişim:

Mesaj gönderen FaT »

bu parçanın yazarı kim?
[size=150][glow=red][b]Ne GiT diyeceğim sana,nede KaL!BeNiM aşkımın benim için atacak bir yüreğe ihtiyacı VaR,ya aç yüreğini büyüsün aşk içinde,yada bulaşma aşka hiçbir ZaMaN....
[/b][/glow][/size]
Kullanıcı avatarı
chack
Super Friend
Super Friend
Mesajlar: 526
Kayıt: 25-07-2006 13:46

Mesaj gönderen chack »

Konuyla pek bir alakası yok ama sadece başlığı okuyarak bir bilgi eklemek istiyorum. Umarım faydası olur.Kırmızı kısım önemli.


SEYYİD İBRAHİM BİLÂL HAZRETLERİ

Hazreti Hüseyin'in torunudur.

İstanbul, M.S. 675'te Ömer bin Abdülaziz tarafından kuşatıldığında Seyyid Bilâl hazretleri bu kuşatmadaki gazilere yardım etmek amacıyla Orta Asyadan gönüllü Türk savaşçıları sağlamıştır. Kardeşi Seyyid Ali Ekber Hazretleri de bu savaşçıların arasına katılmıştır. Bu gönüllü savaşçılar birliğiyle Karadeniz kıyısından İstanbul'a hareket etmiştir. Hareketi sırasında kötü hava koşulları nedeniyle Sinop limanına girmek zorunda kalmıştır. O günün şartlarına göre vergisini ödemiştir. Sinop'ta geçici olarak kalacaktır. Bugünkü Alâaddin camii'nin bulunduğu yerde yorgun ve hasta askerleriyle konaklayarak dinlenmeye çekilmiştir.

Ancak Sinop Tekfuru ve askerleri onları gözleyerek izlemiş ve durumlarından kuşkulanmıştır. Bu kuşku üzerine Tekfur ve askerleri bir gece baskını düzenlemişlerdir. Üstün askerlik yeteneğine sahip Türk gönüllü savaşçıları bu baskına karşı koymuşlardır. Çıkan bu çatışmada sayılarının az, yorgun ve hasta olmaları gibi nedenlerle çoğu şehid olmuştur.
Çevresi Tekfur ve Tekfurun askerleriyle sarılan Seyyid Bilâl Hazretleri düşmanı yararak birliğiyle beraber bu baskından sıyrılmak istemiştir. Bu sırada hükümet konağının bulunduğu semtte, Meydan kapısından şehri terk etmek üzere çarpışırken çatışmanın en şiddetli anında Tekfurun bir kılıç darbesiyle başı düşmüştür. Ve hemen düşen başını koltuğuna alarak şu anda bulunduğumuz yere kadar gelmiş-tir. Olay o anda orada bulunanlar tarafından hayretle izlenmiştir.

İnanılması güç, gerçek dışı görünen bu olay karşısında dini inancı olan ahali ve Tekfur, bu durumdan ürkerek şaşırmış ve korkmuştur. Tekfur hemen çatışmayı durdurmuş ve böyle ulu bir kimseyi öldürdüğü için ahali ve uyruklarının gözünde saygınlığını yitireceğini anlayarak yaralı Müslüman savaşçılara iyi davranmış ve şehitlerin İslâm gelenek ve göreneklerine göre gömülmesine izin vermiştir. Seyyid İbrahim Bilâl Hazretlerinin kardeşi Seyyid Ali Ekber Hazretleri de şehitler arasında idi.

Tekfur, neden olduğu bu acıklı olaydan son derece pişman olmuş ve "ben bir ermiş kişiyi öldürdüm. Allah'ın beni affetmesi için Seyyid Bilâl Hazretlerinin üzerine bir çatı örtülsün ve onu görmeye gelenler beni çiğneyerek geçsin, belki o zaman affolurum" demiş ve öyle de yapılmıştır. Ölümünden sonra Tekfur türbenin kapısının eşiğine gömülmüştür.

Bu olaydan 539 yıl sonra M.S. 1214 yılında Sinop kesin olarak Türklerin yönetimine geçtiğinde türbe Selçuk mimarisine göre yeniden yapılmış. Fakat kapısının önü değiştirilerek şimdiki yerine alınmıştır. Seyyid Bilâl Hazretlerinin askerleriyle konakladığı yere ise Selçuk Türkleri Alâaddin Câmiini yapmışlardır. Seyyid Bilâl Hazretlerinin kardeşi Seyyid Ali Ekber Hazretleri ise orada caminin yanındaki yeşil türbede gömülüdür.
(Türbe içindeki duvarda asılı olan levhadan alındı)

Not: Bu içerik Sinop Müftülüğü Web sitesinden ve Her Yönüyle Sinop adlı eserden derlenmiştir.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir