Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

AHMED

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in diğer adı. Bu isim İncil'de zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de, İsa (a.s.)'ın bu ismi İsrâiloğulları'na müjdelediği ifade edilmektedir.

"Meryem oğlu İsa da: Ey İsrâiloğulları, ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir resulü müjdeleyiciyim." demişti. Fakat (Resulullah) onlara apaçık delillerle gelince, "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. " (es-Sâf, 61/6).

Mevcut İncil'lerde bu isme buğun rastlamamaktayız. Çünkü mevcut İncil* nüshalarından hiçbiri İsa (a.s.) zamanında yazılmamıştır. Bunlar, tahrif edilmiş ve yüzlerce yıl sonra hristiyanların elindeki yüzlerce nüshadan ve kilisenin isteği doğrultusunda yazılmış birbirinden ayrı dört İncil'dir. Bunların yukarıdaki müjdeyi ihtiva etmemesi Müslümanlar açısından durumu değiştirmez. Ancak kitab-ı Mukaddes'de; "Paraklit" şeklinde bir isim bulunmakta, bu isim kelime anlamı olarak Ahmed ve Muhammed isimlerindeki anlamı vermektedir. Gerek Ahmed, gerek Muhammed isimleri "hamd" kökünden türemiş isimlerdir .

Ahmed isminin iki anlamı vardır. Birincisi, "Allah'ın en çok methini yapan kişi" ikincisi, "en çok methedilen kişi" anlamıdır. Muhammed ismi ise "en çok methedilmiş kişi" anlamındadır. "Paraklit" ismi de bu iki anlamı vermektedir. Yunanca olan "pericletus" kelimesi Yohanna İncil'inde geçmekte ve müjdelenen bir peygamberden söz etmektedir.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

MUHAMMED (A.S)a VAHY GELİŞİ

Muhammed (A.S), kırk yaşına gelince, Allah(C.C) onun kerametini açıklamayı ve kullarına,onunla rahmet etmeyi dilediği zaman,Kendisine, ilk vahiy ve peygamberlik baslangıcı,uykuda Sadık rü`yalar görmekle olmuştur.

Peygamberimiz, altı ay bu hal üzere kaldı.

Yüce Allah, bu altı Ay içerisinde Peygamberine, Uykuda, sonrada uyanık Vahiy etti.

Peygamberimiz, her yıl, Ramazan ayında Hira dağında bir ay itikafa girer,Kureyşilerin yapageldikleri gibi, yanına gelen yoksullara yemek de yedirirdi.Peygamberimiz, kavminin sürü sürü putlara tapıp durduklarını gördükce,onlardan uzaklaşmayı, Halvet ve Uzlete çekilmeyi özler, Hira dağına girer,Halvet ederdi.

Peygamberimiz (A.S),yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilecegi ve ilahi rahmetin, kullari, onunla ihsan olunacağı gün, gelmis bulunuyordu.

Peygamberimiz; Ramazan ayının on beşinci cumartesi ve on altıncı pazar gecelerinde, Hira mağarasında uyuduğu bir sırada,Rüyasında, Vahy meleği Cebrail (A.S) atlastan bir kab içinde bir kitapla gelip Peeygamberimize ``OKU`` dedi.

Peygamberimiz``Neyi okuyayım?`` diye sordu.

Cebrail,Peygamberimizi,nefesi kesilinceye kadar,sıktı.

Peygamberimiz,kendisini ölecek sandı.

Bundan sonra,Cebrail (A.S),bırakıp Peygamberimize,`` OKU``! dedi.

Peygamberimiz ``Neyi okuyayım?`` diye sordu.

Cebrail Aleyhisselam,Peygamberimizi,tekrar,nefesi kesilinceye kadar sıktı.

Peygamberimiz, kendini ölecek sandı.

Sonra, Cebrail Aleyhisselamın sıkmasından kurtulmak icin``Neyi okuyayım?`` diye sorduğu zaman, Cebrail Aleyhisselam, Alak suresinin başındaki beş ayeti okudu.

Peygamberimiz de, onları, okudu.

Cebrail Aleyhisselam, ayrılıp gittiği ve Peygamberimiz,uykudan uyandığı zaman, o ayetler,, sanki,bir kitap olarak Peygamberimizin kalbine yazılmış gibi idi.

Peygamberimiz, mağaradan ayrılıp Hidra dağının ortasına geldiği zaman,gökten,bir ses isitti ki: ``Ya Muhammed! Sen, Allahin Resulusun! Ben,Cebrailim !`` diyordu.

Peygamberimiz,basini kaldirip bakinca, Cebrail Aleyhisselam`i ayaklarini,gögün ufukuna basmis bir insan suretinde gördü!.

``Ya Muhammed! Sen, Allahin Rasulüsün!Ben, Cebrailim! Diyordu.

Peygamberimiz,duraklamis, Ona, baka kalmisti.

Ne bir adım ilerliyebiliyor,ne de,gerileyebiliyordu!

Eve döndügünde ,gördüklerini hazreti Haticeye anlatti,hazreti Hatice,``Sana Müjdeler olsun!

Yüce Allah sana ,hayirdan baska bir sey yapmaz.!diyerek onu teselli etti.



HAZRETI HATICENIN PEYGAMBERIMIZI VERAKAYA GÖTÜRMESI:

Peygamberimiz, yüce Allah tarafindan, Cebrail Aleyhisselamin getirip teblig ettigi Risalet vazifesini kabul ederek evine dönerek, hic bir agaca ve tasa rastlamadiki, kendisini selamlamasin!.

Peygamberimiz,yüregi titreyerek eve gelip,``Beni örtünüz!,beni örtünüz!``buyurdu.

Kalkinca, hazreti Haticeye basindan gecen olaylari anlatti.

Hazreti Hatice de onu alip Hiristiyanliga girmis olan,Veraka b.Nevfel´in yanina götürdü.Ona, Ey Amucamin oglu! Dinle bak! Kardesiyin oglu,ne söylüyor!

Veraka!´´ Ne gördün kardesimin oglu?´´ diye sordu.

Peygamberimiz;gördüklerini,isittiklerini,haber verince,Veraka:´´Senin bu gördügün,Allah tarafindan Musa Aleyhisselama indirilmis olan Namusul-Ekber´dir.

Ah Keske, kavminin,Seni (yurdundan)cikaracaklari zaman,ben,sag ve genc, dinc olsaydim!´´ dedi.

Peygamberimiz´´ Onlar, beni cikaracaklarmi ki? !´´ diye sordu.

Veraka ´´Evet! Cikaracaklardir.

Cünkü, senin gibi, bir sey getirmis kimse yoktur ki, düsmanliga ve iskenceye ugramasin!
Eger, ben, Senin davet günlerine yetisirsem, Sana,son derece yardim ederim!´´ dedi.

Cok gecmeden de, vefat etti.



İLK ABDEST VE ILK NAMAZ

Peygamberimiz, Hiradan döndügü ve Mekke´nin yukari tarafinda bulundugu sirada Cebrail Aliyhisselam, gelip vadinin bir kösesinde ökcesini yere vurdu.

Oradan, bir su kaynadi.

Cebrail Aleyhisselam, ondan Abdest aldi.

Peygamberimiz,Cebrail Aleyhisselamin Abdest alisina bakiyordu.

Cebrail Aleyhisselam,Namaz icin nasil Abdest alinip temizlenilecegini görsün diye,yüzünü dirseklerine kadar ellerini yikadi.

Agzini, su ile calkalandi.

Burnuna, su cekti, ve ona,Abdest almayi,Namaz kilmayi ögretti.

Peygamberimiz de hanımı hazreti Haticeye, Cebrailin öğrettiklerini öğretti.



PEYGAMBERIMIZIN TEBLIĞE BAŞLAMASI VE İLK MÜSLÜMANLAR

Allah (C.C) ilk teblig emri olan ´´Ey örtülere bürünen (Resulüm), kalk ve insanlari uyar.´´ Ayeti celilesi gelince Peygamberimiz teblig görevine baslamis

ve insanlari Allahin birligine, davet etmeye baslamisti.

Davete ilk icabet edip müslüman olanlarin isimleri sunlardir:

Ilk Müslümanlik serefine sahip olan kisi hazreti Hatice´dir.

Hz.Ali,hz Ebubekir,hz Zeyd b.Harise,Bilal-i Habesi ve Annesi Hamame,Ebu Fukeyhe, Halid b.Said,Umeyne bint-i Halef,Amr b.Said,Zubeyr b.Avvam, hz. Osman,hz.Talha b. Ubeydullah,Sad b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b.Cerrah, Ebu Seleme,hz Ümmü Seleme,Osman b.Mazun, vb...
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

PEYGAMBER EFENDİMİZİN (sav) AHLAKÎ ÖZELLİKLERİ

Peygamberimizin ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.

O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.

İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.

Peygamberimizin ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.

Peygamberimiz, herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.

Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.

Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve Cennetlik olduklarını haber vermişti.

O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir.

Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiştir.

Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.

Peygamber Efendimiz, dâva arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları yakaladığında serbest bı-

rakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.

İçi bozuk, dıştan Müslüman gibi görünen münafıkların kalbine devamlı Cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı hallerini hatırlatmıştır.

İslâm toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada Peygamberimiz, Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve tok gönüllü idi.

Hz. Ömer'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah kuru hasır üstünde yaşıyor" diyerek ağlaması üzerine, Sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz:

"Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter" diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu.

Peygamberimizin ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı Cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.

Öyle ki, her gören, Peygamberimizin o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, genç-ihtiyar, müslim-gayr-i müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Peygamber efendimiz ve tıp

Dinin amacı insanlara doğru yolu göstermek, Allah rızasına uygun bir hayatın kurallarını vermek, imtihan için yaratılmış geçici dünya hayatında insanların kulluk imtihanını kazanmalarına ve böylece iki cihanda mutlu olmalarına yardımcı olmaktır. Dinin amacı, insanların kendi akılları ve beşeri bilgi edinme yollarıyla ile elde edebilecekleri ve gelişme çizgilerine göre geliştirecekleri bilgiler, teknik ve teknoloji konularında bilgi vermek değildir. Bu konularda yeri geldikçe verilen misaller ve bilgiler amaç değildir,bu konularda insanları bilgilendirmek için verilmemiştir; dinin amacına yardımcı olsun, imanı ve din duygusunu güçlendirsin diye verilmiştir.

Allah Teâlâ yüceler yücesi, akıl ve fikrin kavrama kapasitesinin ötesinde bir varlık olduğu için, O’nun kullarına hitabı doğrudan (insanların konuşmaları ve bilgi alış verişinde bulunmaları şeklinde) olmamış, peygamberler vasıtasıyla olmuştur. Peygamberler de beşer (insan türünden) olduğu için din bilgisi onlara vahiy denilen ve keyfiyeti bilinmeyen ilâhî bir dil veya iletişim aracı ile verilmiştir. Peygamberler bu vahyi alacak şekilde eğitilmişler, aldıkları vahyi muhatapları olan insanlara eksiksiz fazlasız iletmişlerdir. Peygamberlerin vahiy alıp iletmekten başka da vazifeleri olmuştur; bunların en önemli ikisi vahyi açıklamak ve yaşayışlarıyla ümmetlerine örnek olmaktır. Bir insanın diğerine örnek olabilmesinin ilk şartı kendi türünden olması ve yaptıklarının başkalarınca da yapılabilmesidir. Eğer peygamberlerin bütün hayatları olağanüstü mucizelerle dolu olsaydı, sıradan insanlara örnek olamazlardı. Onların örnek olmaları, iradeye bağlı ve her isteyenin yapabileceği fiillerde en güzeli, en doğruyu yaparak gerçekleşmiştir.

Peygamberimizin (s.a.) söz ve davranışlarının tamamı, ümmete örnek ve bağlayıcı olma yönünden aynı değildir. Kendine mahsus olanları, beşer olmasından kaynaklananları, nafile ve farz olanları, devlet başkanı, hakim, hakem olarak yaptıkları, tavsiye ve teşvik mahiyetinde olanları... vardır.

Kadı Iyâd isimli âlim (v.544/1149), İslam dünyasında bir zamanlar en fazla okunan kitaplardan biri olan ve Peygamberimizin şekil ve şemailini, ahlak ve özelliklerini anlatan eş-Şifâ isimli eserinde O’nun beşeri yönünü şöyle açıklamaktadır: “Resûlullah da (s.a.) diğer peygamberler gibi beşer nev’indendir (yani cin, melek veya başka türden bir yaratık değil, insandır), O’nun cismi ve dış varlığı tamamen beşerîdir, diğer insanlar için caiz ve vaki olan hastalıklar, değişmeler, acılar, sancılar ve ölüm O’nun için de caizdir...Allah resûlü hastalanmış, inlemiş, soğuk ve sıcaktan etkilenmiş, acıkmış, susamış, öfkelenmiş, canı sıkılmış, usanmış, yorulmuş, zayıflamış, yaşlanmış, bineğinden düşüp yaralanmıştır, inkarcılar kendisini yaralamış ve dişini kırmışlar, zehirli et vermişler, sihir yapmışlardır. O da maddi ve manevî araçlara/çarelere başvurarak tedavi görmüş, tedbirler almış nihayet Büyük Dostuna kavuşmuş ve dünyayı terketmiştir...

Hz. Peygambere eşi Zeyneb bt. Cahş bal şerbeti sunmuş ve bu yüzden onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bunu kıskanan diğer iki eşi “Ağzından kötü bir koku geliyor, içtiğin bal şerbetinden olmalı!” deyince bir daha bal şerbeti içmemeye azmetmiş, olayın arkasından gelen vahiy, kadınlarını memnun etmek için Allah’ın helal kıldığı bir nesneyi kendisine haram kılmasının (bir daha içmeyeceğim demesinin) uygun olmadığını açıklamıştır (Tahrîm: 66/1).

Medine’ye gelip hurma ağaçlarının erkek hurmalarla tozlaştırılması (bir nevi çiftleştirilmesi) olayını ilk görünce “Bunu yapmasanız olmaz mı?” demiş, sahâbe yasakladığını zannederek tozlaştırmayı terk etmişler ve hurmalar iyi ürün vermemiştir. Durum kendisine arz edilince “Ben yalnızca yapmasanız olmaz mı dedim, yasaklamadım, bu dünya işidir, siz onu daha iyi bilirsiniz.” buyurmuştur. Bu örneklere göre “O, kendi arzusuna göre konuşmaz, o (söylediği veya tebliğ ettiği) kendisine vahy edilen Allah sözüdür” mealindeki âyeti (Necm: 53/4 ) genel mânada değil, özelleştirerek almak ve şöyle yorumlamak gerekmiştir: Onun tebliğ ettiği vahiydir veya din olarak söyleyip yaptıkları vahiydir, beşer olarak, dinle alakası olmayan (mübah alanda) söyleyip yaptıkları kendine aittir; beşeri bilgi ve tecrübesine dayanır. Ancak O, hiçbir zaman Allah rızasına aykırı bir şey söylemez ve bir davranışta bulunmaz, yanılarak bulunması halinde ise derhal vahiy yoluyla düzeltilir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.) hem kendisi hastalandıkça hem de çevresindekilerin sağlıkları bozulunca çeşitli tedavi yolları ve ilaç olarak kullanılan nesnelerden bahsetmiş, bunları tavsiye etmiştir. Bazı araştırmacılar bunların tamamının veya çoğunun vahiyle bildirildiğini, isabetli olduğunu, yanlış veya yetersiz olma ihtimalinin bulunmadığını, bu mânada bir “Peygamber tıbbı: Tıbb-ı Nebevî” bulunduğunu savunmuşlardır. Ancak tavsiye edilen şeyler teker teker ele alındığında böyle bir anlayışın doğru olmadığı ortaya çıkar. Peygamberimizin (s.a.) tavsiye ettiği tedavi şekillerinin ve ilaçların (ilaç yerine kullanılan nesnelerin) hemen tamamı, hem içinde yaşadığı toplum tarafından hem de daha eski topluluklarca bilinmekte ve kullanılmaktadır. Buhârî’nin rivayet ettiği şu hadis de bizim anlayışımızı desteklemektedir: “Sizin ilaçlarınızda eğer bir fayda varsa ancak kan alanın aletinde, bal şerbetinde ve derde uygun olarak yapılacak ateşle dağlamada vardır; ben dağlanmayı sevmiyorum.” Hadiste “...sizin ilaçlarınızda” buyruluyor; bu ifade, “Öteden beri kullanmakta olduğunuz ilaçlar ve tedavi araçlarınızda” demektir. Yasaklamamakla beraber yine öteden beri kullanılan “yarayı ateşle dağlama” tedavisinden de hoşlanmadığını söylüyorlar.

Genel olarak O’nun, tıpla ilgili tavsiyelerinden şu sonuçları çıkarmak mümkündür:

a)Bir hadiste de geçtigi üzere “Allah yarattığı her derdin devasını da yaratmıştır, insanlar onu bulup hastaları tedavi etmeye çalışmalıdırlar.

b) İlaç ve tedavi şekilleri ile araçları dünya işidir ve beşeri bilgi alanına girer. Beşeri bilgi de zamana, mekana, şartlara bağlı olarak değişir ve gelişir. Peygamberimizin tavsiye ettiği tedavi araçlarının çoğu beşeri bilgi ve tecrübeyle elde edilmiştir. Onları aşmak ve daha iyileriyle değiştirmek dine de, sünnete de aykırı değildir.

c)Peygamberimizin tavsiye ettiği, yaşadığı zamanın şartları içinde iyi ve geçerli olan tedavi araçları, uygun kullanıldığında insanlara hiçbir zaman -faydasından daha fazla- zarar vermez; zarar verecek olsaydı Allah, Peygamberini uyarır, insanlara zarar verecek bir tavsiyede bulunmasını engellerdi

Peygamber’in tıpla ilgili tavsiyelerinin din ve vahiy ile ilişkisi konusunda, büyük âlim ve Buhârî şârihi İbn Hacer’in şu sözleri dikkat çekicidir: “Tıp (tedavî) ikiye ayrılır: Kalbin tıbbı, bedenin tıbbı. Kalbin (insanı insan yapan manevî varlık/yapının, bir mânada ruhun) tedavisi ancak Resûlün (s.a.) Rabbinden getirdiği (vahiy, din) ile olur. Bedenin tedavisine gelince bu konuda Hz. Peygamberden nakledilenler (O’nun söyledikleri) de vardır, başkalarının söyledikleri de vardır ve bunların çoğu tecrübeye dayanır. (Fethu’l-Bârî, Tıp bölümünün girişi).

Hayreddin Karaman
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

RESULULLAH HAKKINDA BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ

*** Hz. Enes bin Malik’in; “Resulullah söven, lanet eden, kötü söz söyleyen biri değildi. Birimize kızdığında “Alnın topraklansın” derdi” dediğini…

*** Enes bin Malik’in annesi Ümm-ü Süleym bir çocuk doğurunca, Resul-i Ekrem’in(SAV) çocuğu istettiğini. Enes’in kollarında gelen çocuğu kucağına alarak Acve (İyi cins Medine hurması) hurmasını ağzında ezerek yumuşatıp bebeğin ağzına koyduğunu. Çocuğun onu yavaş yavaş emmesi üzerine, gülümseyerek “Medinelidir, hurmayı sever” diyerek latife yaptığını ve dua ederek annesine gönderdiğini…

*** Hz. Ebu Zer(RA)’in; “Resulullah vefat edene kadar bizi o kadar güzel eğitmişti ki, gökte kanat çırpan bir kuşun hareketleri bile bize bir bilgiyi hatırlatırdı” dediğini…

***Uhud savaşında Efendimizin(ASM) bindiği atın isminin Sekb (akan su) olduğunu…

*** Uhud harbinde Hz. Talha’nın(RA) Habibullah’ı(SAV) korumaya çalışırken bir ara kan kaybından dolayı bayıldığını…

*** Hz. Peygamber’in(ASM) Uhud’da yaraları ve yorgunluğu sebebiyle, tepeyi tırmanamayınca, ağır yaralarına rağmen Hz. Talha’nın Efendimizi(SAV) sırtına alarak gerekli yüksekliğe çıkardığını…

*** Server-i Ekrem(ASM) ve ashabı Uhud harbi sonrası çekildikleri tepede öğle namazını yorgunluk ve bitkinlikten ancak oturarak kıldıklarını ve sonra bir gözcü dikerek derin ve sakin bir uykuya daldıklarını…


KAYNAK
1- Muhtasar Hayat-üs Sahabe- M. Yusuf Kandehlevi- Ravza Yayınları- İst–2000
2- Hz. Muhammed’in Hayatı- Martin Lings- İnsan Yayınları- İst–2003
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Şakaları


Yaşlı Kadınlar Cennete Girmeyecek


Hz. Hasan rivayet ediyor:
Bir Gün Resûlallâha yalı bir kadı geldi ve:

"Ya resulallah, beni cennete koyması için Allah'a dua et" dedi. Peygamberimiz de :

"Ey falanın annesi, yaşlı kadınlar Cennete girmeyecek" buyurunca kadın ağlayarak oradan ayrıldı. Resulullah (a.s.m.) sözündeki inceliği şu açıklamasıyla daha da anlaşılır yaptılar:

"Ona haber verin, yaşlı kadınlar böyle yaşlı olarak Cennete girmeyecek, genç olarak otuz üç yaşında girecekler"



Enes bin Mâlik anlatıyor:

Bir gün bir adam gelip Resulullah'tan devesine bindirmesini istedi.

Resulullah ise:

"Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim."deyince,

Adam şaşkınlıkla, "Ya resulullah ben devenin yavrusuna nasıl bineyim?" dedi.

Peygamberimiz de:

Bütün develeri dişi deve doğurmamış mıdır? diye karşılık verdi.





[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Peygamberimizin hayvanlara ilgisi ve şefkati


Hz. Peygamber'in evindeki hayvanlardan biri de "evin bir öğesi", hattâ ailenin bir ferdi olarak nitelediği kedidir (İ. Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 546; VI, 310).

Hz. Âişe'ye hayvana şefkat ve merhametle davranmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Birr 79).

Hz. Peygamber, bir defa Medineli müslümanlardan birinin bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve, Resûlullah'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. O da deveye yanaşıp gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti. "Bu devenin sahibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi. Medineli bir genç, "O bana aittir, ey Allah'ın Elçisi!" deyince, Hz. Peygamber, "Allah'ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bak! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve çalıştırarak da yoruyormuşsun" diye çıkıştı (Ebû Dâvud, Cihâd 44, 47).

Bir defasında da açlıktan karnı sırtına yapışmış bir deve görünce, "Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah'tan korkun" (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 44) buyurmuş. Sağım sırasında koyunların memelerinin incinmemesi ve çizilmemesi için sağıcıların tırnaklarını kesmelerini istemiştir (Abdülhay el-Kettânî, II, 369). Yavruları alındığı için ıstırap içinde kanat çırpan bir kuşu görünce bunu yapanları uyarmış ve yavrularının geri verilmesini emretmiştir: Âmir der ki: Resûlullah'ın yanında otururken üstünde geniş bir elbise bulunan bir adam geldi ve:

"Ey Allah'ın Resulü! dedi, sizi görünce buraya yöneldim. Gelirken bir çalılığın yanından geçiyordum ki, kulağıma kuş yavrularının sesleri geldi. Hemen onları alıp elbisemin arasına koydum. Derken anneleri gelip başımın üstünde dönmeye başladı. Ben de yavrularının üzerini açtım, kuş gelip üzerlerine konmaz mı! Ben de elbisemi tekrar üstlerine kapayıverdim. Şimdi onlar işte burada, yanımdalar" dedi. Resûlullah:

"Onları hemen bırak!" diye emretti. O da bıraktı. Ama anneleri yavrularını terk etmedi. Bunun üzerine, "Onları götür aldığın yere koy, anneleri de beraber olsun!" dedi (Ebû Dâvud, Cenâiz l).

Abdullah oğlu Abdurrahman, babasından rivayetle şöyle der: "Biz bir seferde Resûlullah ile beraberdik. Bir ara bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada "humara" denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. Yavrularını aldık. Kuşcağız yaklaşarak etrafımıza kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Resûlullah gelince:

"Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu ıstıraba düşürdü? Yavrusunu geri verin!" diye emretti.

Peygamberimiz, karınca yuvasını ateşe vermeyi de şiddetle yasaklamıştır (Ebû Dâvud, Cihâd 122). Hz. Peygamber canlı hayvanın bağlanıp hedef haline getirilmesini ve ona atış yapılmasını yasakladığı, hatta bazı rivayetlere göre böyle yapanları lanetlediği nakledilir (Buhârî, Zebâih, 25; Müslim, Şayd, 58-60). Peygamberimiz, hayvanların dövülmesini, başkaları arasında kaybolmaması için çeşitli yerlerinde ve suratlarında ateşle dağlanmasını da yasaklamıştır (Müslim, Libâs 106-112). Hayvanlar arasında güreş ve dövüş tertiplenmesini (Ebû Dâvûd, Cihâd 51), etlerini yeme niyeti olmaksızın sırf zevk için avlanmalarını da yasaklamıştır: "Birinin, sırf eğlenmek için öldürdüğü kuş, kıyamet günü Allah'a yalvararak şöyle şikayet eder: 'Ey Allah'ım! Falan kişi eğlenmek için beni öldürdü. Benden yararlanmak için değil'"

(Nesâî, Edâhî 42). "Haksız yere bir serçe veya daha küçük bir hayvan öldüren insana Allah mutlaka onun hesabını soracaktır" (Nesaî, Sayd 34).

Peygamberimiz, hayvanı keserken bile güzel davranılmasını, hayvana fazla acı çektirilmemesini istemiştir: "Allah her şeyde güzel davranmayı emreder. Kestiğiniz zaman güzel kesin. Biriniz boğazlayacağı hayvanı dinlendirsin, kesmeden önce bıçağını bilesin" (Müslim, Sayd 57).
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

AKABE BEY'ATLARI



Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'den gelip ilk müslüman olanlarla 621-622 yıllarında Mekke'nin Akabe adı verilen mevkîinde yaptığı iki anlaşma ve ahidleşme.

Mekke'ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen Akabe adına bölgenin başka yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan birçok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldığı mevkî hatıra gelmektedir.

İslâm'ı çeşitli kabile ve gruplara anlatmağa çalışan Resulullah (s.a.s.) özellikle Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasında dolaşıyor ve onlara bu yeni mesajı iletmeye uğraşıyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu şehirde yaşayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazı kimselerle karşılaşan Hz. Peygamber, onları İslâm'a davet etti. Peygamberliğinin onbirinci yılında onun bu çağrısına adı geçen kabileden altı kişi icabet edip, büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarıldılar. Zira yıllardır Yesrib'teki diğer Arap kabilesiyle aralarında sürüp gitmekte olan Buas savaşlarından bezmiş olduklarından bu yeni dinin aralarında bir barış ortamı oluşturacağını ümit ediyorlardı. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardeş kabîle Evs'e bahsedip onları da İslâm'a davet edeceklerine ve gelecek yıl yine Hacc mevsiminde aynı yerde Resulullah'la buluşacaklarına dair söz verip ayrıldılar

Medine'de yaşayan bu iki kabîlenin dışında ayrıca üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müşrik Arapları dinlerinden ve putperestlik anlayışlarından dolayı hep hor görüyorlardı. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrıca âlimlerinden ve atalarından işitip durduklarına göre yakında bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin desteğiyle putperestliğe son vererek Arapları ortadan kaldıracaklarını söyleyip duruyorlardı. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüşünce, yahûdilerden önce davranıp bu peygamberin yanında yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman Yesribliler Resulullah'a iman ederek şöyle dediler: "Kavmimiz çok zor günler yaşıyor, hiç iyi bir durumda değiliz. Yıllardır süren çatışmalar aramızda sonu gelmez bir anlaşmazlığa sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri biraraya getireceğine ve bizleri barıştırıp kaynaştıracağına inanıyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaşlarının artık son bulmasını istiyorlardı. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler şu kişilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi. (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.). İslâm'a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanıtmaya ve akrabalarının da iman etmelerini temine çalıştılar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunların aracılığıyla İslâm'a girdi. Özellikle Resulullah'ın dayılarından olan Neccaroğullarına mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanlıklarını asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanları İslâm'a davet ettiler. Gerçekten İslâm akîdesi Yesrib de yıllardır süren savaşların sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düşmanlıklar sona erdi ve insanlar Allah'ın rahmeti sâyesinde kısa zamanda kardeşler oluverdiler. Ertesi yıl yani peygamberliğin onikinci yılında yine Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li oniki kişi Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice buluştular. Bunlardan altısı bir önceki yıl müslüman olan kişilerdi. Birinci Akabe Bey'atı adı verilen bu bey'atta bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatır:

"Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte olduğu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edeceğimize, Resulullah'ı kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyeceğimize, Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza, Allah'a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza, hiç bir hayırlı işte Resulullah'a muhalefet etmeyeceğimize dair bey'at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının Allah'a ait olduğuna ve ona Cennet nimetinin verileceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin Allah'a kalacağına; Allah'ın dilerse onu bağışlayıp dilerse azaba uğratacağına dair Resulullah'ın bize bildirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik."
Bu birinci Akabe Bey'atına katılan oniki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazı kaynaklarda bir önceki yıl Resulullah ile tanışan altı kişiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atında bulunduğu ifade edilir.

Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarında, İslâm'ı öğretmek üzere Resulullah tarafından tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kısa surede Medine-i Münevvere'de İslâmiyet hızla yayıldı. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'ı Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kısa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri İslâm'ın nuruyla aydınlanmaya başladı. Artık Medine, bir İslâm devletinin doğuşuna hazır hâle gelmişti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm'a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi şehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.

Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş müslüman vardı. Allah Resûlünün bu defa onlarla ilgi kurması İslâm'ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar.

Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamış, yahut müslümanlığını gizliyor, ancak yeğenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantıda bulunmayı bir aile borcu kabul etmişti. Toplantıda ilk sözü Hz. Abbâs aldı:

- Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir andlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.
Medineli Müslümanların cevabı şöyle oldu:

-Dediklerinizi dinledik. Ey Allah'ın resulü, siz söyleyin! Kendiniz adına, Allah adına istediğiniz andı bizden alınız. Biz hazırız.

Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler okuduktan sonra şöyle buyurdular:

"Kadınlarınızı ve çocuklarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum"

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, şöyle dedi:

-Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanımlarımızı koruduğumuz gibi seni de koruyacak ve savunacağız. Biz, zaten harp içinde yoğrulmuş kimseleriz. Zırha alışkınız. Bu, bize atalar mirasıdır.

Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:

- Ya Resulallah, dedi. Bizim yahudilerle bir takım bağlantılarımız vardır. Bu bağlantıları keseceğiz. Biz bunu yaptıktan sonra siz de Allah'ın inâyetiyle muvaffak olunca bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?

Resulullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki:

"Kanım sizin kanınızdır. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüşürseniz" ben sizin yanınızdayım. Kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım. "

Resulullah (s.a.s.)'in bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatıyordu. Bu sırada Abbâs b. Ubâde ortaya atılarak şunu söyledi:

-Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey'atla insanların kırmızısına ve siyahına, yani Arap ve Arap olmayana karşı savaşa hazır olmayı kabul etmiş oluyorsunuz. Bir felâkete uğradığınız ve ulularınızın maktul düştüğünü gördüğünüz zaman onu yalnız başına bırakacaksanız şimdiden bırakınız. Bu, daha doğru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, malca felâkete uğramayı, büyüklerinizin ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız, bunu yapınız. Çünkü dünya ve ahiret hayrı bundadır.

Hepsi kabul ettiler ve sordular:

- Ey Allah'ın Resulü, buna karşılık bize ne va'd ediyorsunuz?

Resulullah:

"Cennet" dedi.

Bey'at kısa zamanda tamamlandı. Hepsi de darlıkta ve genişlikte her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kınayıcının kınamasından korkmamaya söz verdiler.

Bey'attan sonra Resulullah (s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kişi olmak üzere on iki nakip seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin başı ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlamı, oniki kabilenin İslâmiyeti kabul etmesiydi.

Bey'at gece karanlığında tenhada ve gizlilik içinde yapılmıştı. Fakat bey'atın bitiminde bir çığlık karanlığın perdesini yırttı:

- Ey Kureyş, Muhammed ile atalarının dininden çıkanlar, sizinle döğüşmek için andlaşma yaptılar!..

Fakat müslümanların artık kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde şöyle dedi:

- Ya Resulallah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır üzerlerine saldırırız. Resulullah (s.a.s.) ise şöyle buyurdular:

"Hayır... Bize savaş izni daha verilmiş değildir. Şimdilik hepiniz yerlerinize dönünüz."

İslâm'a teslim olup Resulullah'a tam anlamıyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplantı dağıldı ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureyşli müşrikler bu bey'attan haberdar olmuşlardı. Müşrikler bu anlaşmanın mahiyetini araştırmağa başladılar. Fakat henüz müslüman olmamış olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlaşmalarına bir türlü anlam veremiyorlardı. Mekkeli müşrikler bu gizli anlaşma hakkında bir bilgi alamadan Yesrib'li müslümanlar şehri terk etmişlerdi .

İslâm Devleti'nin kurulmasında önemli bir dönüm noktası olan ikinci Akabe bey'atına, Resulullah'ın savaş ve barışta korunacağına dair prensiplerin tesbit edildiği ve kararların alındığı bir bey'at olmasından dolayı, "Bey'atü'l-Harb" adı verilir. İkinci Akabe bey'at'ının gerçekleşmesiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlıyor ve o gün İslâm Devleti'nin temeli atılmış oluyordu.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

PEYGAMBERLİĞİN İLÂNI VE DÂVETİN BİRİNCİ SAFHASI

Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, elbette gizli kalamazdı. Madem, insanlığı maddî manevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu. Öyle ise açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve tebliğ edilmesi zaruri idi.
Cenâb-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamıştır. Bu kanuna riâyet ve itâat etmeyenlerin zamandan alacakları cevap hiç şüphesiz muvaffakiyetsizlik olacaktır.
Resûlullah Efendimiz de, Allah'tan aldığı talimât üzere bu kanuna riâyet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslâmiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arzediyordu.
Bu hareketiyle onun İslâma muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslâm safında yer almış ve davasına güç vermişti.
Üç senelik devreden sonra davetin daha fazla gizli olarak devamında bir maslahat kalmamıştı. Zira, Kureyşli müşrikler tarafından her şey az çok duyulmuştu ve üstelik İslâm davası bir çok kimseyle bir derece güç kazanmıştı. Buna binâen mukaddes İslâm davasını açıklamanın ve tevhid hakikatlarını bütün âleme duyurmanın zamanı artık gelmişti.

Yakın Akrabaları Dâvet
Halkı, İslâma açıktan davete, nereden başlayacağı Resûl-i Ekreme bizzat Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ile bildirildi:
"Önce en yakın akrabâlarını azaptan sakındır." 207
Resûl-i Ekrem, bu işe girişmenin kolay olmayacağını biliyordu. Bu sebeple bir müddet evinden çıkmadı. Bu esnada birgün Hz. Ali'yi yanına çağırarak şöyle dedi:
"Yâ Ali, Cenâb-ı Hakkın, yakın akrabamı azabla korkutmamı emir buyurması, bana çok güçlük verdi.
Ben iyi biliyorum ki, ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam; onların beni, hoşlanmadığım birşeyle ithama kalkışacaklarını göreceğim."
Görülüyor ki, Resûlullah Efendimiz, dâvâsını açıktan açığa akrabalarına anlatmaya kalkıştığı takdirde onların ithâmlarına maruz kalacağı edişesini taşıyordu. Bunun için de bir müddet evine kapanıp, düşünmeyi uygun görüyordu. Hatta onun uzun müddet evinden çıkmadığını gören, başta Hz. Safiyye ile diğer halaları, durumunu öğrenmek için ziyâretine geldiler. Efendimiz onlara,
"Benim hiçbir şeyden şikâyetim yok. Rahatsız falan değilim. Fakat Allah, bana yakın akrabamı, azabla korkutmamı emretti. Abdülmuttaliboğullarını toplayıp, onları Allah'a îmâna davet etmek istiyorum" dedi.
Halaları,
"Dâvet et, ama sakın, onlardan Ebû Leheb'i dâvet edeyim deme. Çünkü o, senin dâvetine asla icabet etmez" diye konuştular. Sonra da,
"Biz nihâyet kadınız" diyerek Resûlullahın yanından ayrıldılar.
Dâvâsını açıklama emrini alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali'ye şu emri verdi:
"Bize sadece bir kişilik et yemeği yap ve bir kap da süt doldur. Sonra da Abdülmuttaliboğullarını topla, onlarla konuşacağım. Emrolunduğum şeyi onlara bildireceğim."
Hazret-i Ali, emri derhal yerine getirdi.
Sabah olunca, Ebû Talib'in evinde, dâvet edilmeyen Ebû Leheb de dahil, bütün amcaları ile birlikte ikisi kadın kırk beş kişi toplandı.

Bir Mûcize
Kapta bulunan et bir kişilikti. Sadece bir insanı doyuracak kadardı. Kaptaki süt de o kadardı.
Resûl-i Ekrem, eti parçaladı ve ziyâfette bulunanlara,
"Bismillah, buyurun" dedi.
İstisnasız davette bulunanların hepsi o bir parça etten doyasıya yediler. Bir de ne görsünler, çok az eksilmiş haliyle et yine yerinde duruyor. Hayrette kaldılar.
Kaptaki sütü içmeye başladılar. Kanasıya içtiler ve sütün eksilmediğini gördüler. Şaşırdılar!
Yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz, söze başlamak üzere iken, Ebû Leheb müdâhale etti ve topluluğa hitaben şöyle dedi:
"Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Arkadaşınız sizi büyük bir büyü ile büyüledi." Sonra da Kâinatın Efendisine hakarette bulunacak kadar ileri gitti ve topluluğu dağıtmak için ileri geri konuştu.
Peygamber Efendimiz, konuşmaya fırsat bulamadan davettekiler dağıldılar.
Resûl-i Ekrem, neticesiz kalan bu ziyafetten sonra, ikinci bir ziyafet daha tertipleyerek yine Hazret-i Ali vasıtasıyla yakın akrabalarını bir araya topladı. Yemek yendikten sonra, ayağa kalktı ve şöyle bir giriş yaptı:
"Hamd yalnız Allah'a mahsustur. Ben de Ona hamdederim. Yardımı ancak Ondan isterim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şeksiz şüphesiz bilmekle beraber size de bildiririm ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur."
Sonra da maksadını şöyle açıkladı:
"Herhalde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip âilesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam(!) yine size karşı yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, yine sizi aldatmam.
Sizi Ondan başka ilâh olmayan Allah'a îmâna dâvet ediyorum. Ben de Onun, hususan size ve umumî olarak da bütün insanlığa, gönderdiği Peygamberiyim."
Maksadını böylece hülâsa eden Resûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine şöyle devam etti:
"Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu da, ya devamlı Cennette veya temelli Cehennemde kalmaktır. İnsanlardan âhiret azabıyla korkuttuğum ilk kimseler sizlersiniz."208
Peygamber Efendimiz konuşmasını bitirince, Ebû Talib ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Sana, severek ve candan yardım edeceğiz. Öğütlerini benimsedik ve kabullendik. Sözlerini de tasdik ettik. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de haliyle onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, onlardan koşacak olanların and olsun ki en çabuğu da benden başkası değildir.
Sen, emrolunduğun şeye devam et. Vallahi, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an dahi geri durmayacağım. Nefsimi Abdülmuttalib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmadım. Artık, ben onun öldüğü dinde öleceğim."
Diğer amcaları da bu sözleri tasdik ettiler ve Efendimizin hoşlanmayacağı hiçbir şey söylemediler. Sadece biri müstesna: İslâm dâvâsının başından beri muhalifi bulunan Ebû Leheb. Ortaya atıldı ve şöyle dedi:
"Ey Abdülmüttaliboğulları, bu vallahi bir kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, siz onun ellerini tutup bundan vazgeçirin. Eğer, siz bugün ona itâat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız ve onu muhafaza etmeye kalkışırsanız, öldürülürsünüz."
İslâmın bu azılı düşmanına cevap, Peygamber Efendimizin kahraman halası Hz. Safiyye'den geldi:
"Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yaraşır mı? Vallahi, bugün yaşayan âlimler, Abdülmüttalib'in neslinden bir peygamberin çıkacağını haber veriyorlar. İşte o peygamber budur" dedi.
Ebû Leheb, kız kardeşinin bu ulvî konuşmasına küstahça şu karşılığı verdi:
"And olsun ki, bu boşuna bir umuttur. Zaten, kadınların sözleri, erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş âileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne kuvvetimiz var? Vallahi, biz onların yanında yutulacak bir lokma gibiyiz."
Ebû Leheb'in bu konuşmasından Ebû Talib fazlasıyla rahatsız oldu:
"Ey korkak," dedi, "vallahi biz sağ oldukça, ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız."
Sonra da Resûl-i Ekrem Efendimize dönerek,
"Ey kardeşim oğlu! Dâvet etmek istediğin zaman bilelim; silahlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız."209
O âna kadar sadece konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz, ayağa kalkarak şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilemiyorum. "Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki; o da: "Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammede'n-Resûlullah [Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, Onun resûlü olduğuna şehadet ederim] demenizdir."
Sonra da,
"O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek, vezirim ve yardımcım olur?"210 diye sordu.
Kimseden ses çıkmadı. Bütün başlar öne eğildi. Gözler, Peygamberimize bakacak takatı kendilerinde bulamıyorlardı. Sadece biri vardı, Resûlullahın mübârek gözlerine dikkatle bakan. Bu, henüz 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali idi. Ayağa kalktı. Fakat, Peygamberimiz ona,
"Sen otur" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı. Üç seferinde de cevap sadece Hz. Ali'den geldi:
"Yâ Resûlallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de." 211
Bu söze kimisi dudak büktü, kimisi hayret etti, kimisi de alaylı alaylı gülümsedi: Sonra da hâdiseyi ciddiye almadan toplantıyı terk ettiler.
Hz. Ali'nin küçük yaşındaki bu kahramanlık ve cesareti Nebiyy-i Muhterem Efendimizi fazlasıyla sevindirdi. Toplantıdan istediği neticeyi alamamaktan dolayı ise ne üzüldü ve ne de ye'se kapıldı. Zira, vazifesinin sadece hak ve hakikatı tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Hidâyeti ise ancak Cenâb-ı Hak verebilirdi.

207. Şuâra Sûresi, 214
208. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/457-459
209. Halebî, İnsanü'l-Uyûn: 1/285
210. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/459
211. Taberî, Tarih: 2/217; İbni Kesîr, Sîre: 1/459
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Bir Sahabinin Cennette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Görememekten Korkması


Sevgisinde gerçekten samimi olan birisini daha görüyoruz. Bu kişi kendisinin ve sevgili Rasûl-i Ekrem'in -Rabbimin salât ve selâmları üzerine olsun- ölümünü hatırlıyor, kendisi de cennete girecek olsa dahi, Allah Rasûlünün diğer peygamberlerle birlikte olacağından mertebesinin yüksekliği dolayısıyla onun güzel yüzünü cennette görememekten korkuyor.

İmam Taberânî bu sevenin kıssasını Ebu Bekir es-Sıddîk'in kızı Âişe-i Sıddika Radıyallahu anhumâ'dan şu sözleriyle rivayet etmektedir.

Bir adam Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e gelip:

“Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Şüphesiz ki sen benim için kendi öz canımdan da sevgilisin. Şüphesiz ki sen benim için çocuklarımdan daha sevgilisin. Ben evde bulunurken seni hatırlıyorum, gelip seni görmeden edemiyorum. Benim de öleceğimi, senin de öleceğini hatırlayınca biliyorum ki sen cennete gireceğin vakit, diğer peygamberlerle birlikte yükseklerdesin. Ben ise cennete girecek olsam dahi, seni görmeyeceğimden korkuyorum.”

Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ona cevap vermedi. Nihayet Cebrail Aleyhisselam: "Kim Allah'a ve Rasûle itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddiklar, şehidler ve salihlerle birliktedirler..." (en-Nisa, 4/69) âyetini indirdi."[1]



5. Rabia Radıyallahu Anh'ın Cennette Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem İle Arkadaş Olmayı İstemesi


Sevgili Nebimize samimi bir şekilde sevgi besleyen birisi Ondan birşeyler isteme fırsatını yakaladı. Bu kişi Eslemli Rabia b. Kâ’b Radıyallahu anh'dı. İsteği neydi? İmam Muslim bize onun kıssasını kendisinden şu sözleriyle anlatmaktadır: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte gece kalırdım. Ona abdest suyunu getirir, ihtiyaçlarını karşılardım. Bir gün bana: "İste" dedi. Ben ona cennette sana arkadaş olmayı istiyorum, dedim. Peygamber "yahut başka bir şey iste" dediyse de ben: İstediğim budur dedim. Şöyle buyurdu: "O halde çokça secde etmekle, bana yardımcı ol" diye buyurdu.[2]

İşte samimi olarak seven bir kimse! Bir şeyler istemek fırsatını yakaladı mı, birinci defasında da, ikincisinde de onunla arkadaşlıktan başka bir şeyi seçmemekte tereddüt göstermez. Hatta onun yerine başka bir şey istemek hatırına bile gelmez.



6. Ensarın Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Mekke fethinde kazanılan ganşmete Tercih Etmeleri


Böyle bir tercihte bulunmakta Eslemli Rabia b. Ka’b Radıyallahu anh yalnız başına değildi. Aksine Muhammed Mustafa'yı gerçek anlamıyla sevenlerin hepsi böyleydi. Huneyn gazvesinde ensar Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in birlikteliği ile koyun ve deve sürüleri arasında seçim yapmakta serbest bırakıldılar. Onlar insanların dünya metâını alarak dönmelerine, kendileri de yüce Peygamber ile birlikte evlerine gitmeye razı oldular. Sünnet ve sîret kitapları bu olayı bize tafsilâtlı bir şekilde anlatmaktadır.

İmam Buhârî, Abdullah b. Zeyd b. Âsım Radıyallahu anh'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah Rasûlüne (Allah'ın salât ve selâmı ona) Huneyn günü ganimet ihsan edince ganimeti, insanlar arasında kalpleri İslâma ısındırılacaklara paylaştırdı, ensara bir şey vermedi. İnsanlara isabet eden kendilerine düşmediğinden ötürü sanki içten içe rahatsız oldular. Bu sebeple Peygamber onlara hitapta bulunarak şöyle buyurdu:

"Ey ensar topluluğu! Ben sizleri sapık buldum da Allah benimle size hidayet vermedi mi? Sizler darmadağınık iken Allah benimle kalplerinizi birbirinize kaynaştırmadı mı? Sizler fakir ve yoksulken Allah benimle sizi zengin etmedi mi?"

Peygamber her ne dediyse onlar da: Allah ve Rasûlünün üzerimizdeki minneti çok daha fazladır[3] dediler. Bu sefer (Peygamber) şöyle buyurdu:

"İsteseydiniz sen bize şöyle şöyle geldin... diyebilirdiniz"[4]

Peki insanlar koyunları ve develeri[5] alıp giderken sizler Rasûlullah ile birlikte evlerinize geri dönmeye razı olmaz mısınız?

Eğer hicret olmasaydı ben ensardan bir kişi olurdum ve eğer insanlar bir vadiden yahut bir yoldan gidecek olurlarsa, elbette ki ben de ensarın gittiği vadiden ve yoldan giderim. Ensar iç elbisedir, sair insanlar ise dış elbisedir.[6] Sizler benden sonra bencilliklerle karşılaşacaksınız.[7] Havz’ın etrafında benimle karşılaşıncaya kadar sabrediniz."[8]

Ebu Saîd Radıyallahu anh'ın hadisinde şu fazlalık vardır: "Allah'ım ensara, ensarın oğullarına, ensarın oğullarının oğullarına rahmet buyur."

Ebu Said dedi ki: Sakalları ıslanıncaya kadar hepsi ağladı ve: Kısmet ve nasip olarak Rasûlullah’ın birlikteliğine razıyız, dediler.[9]

İmam İbnu'l-Kayyim diyor ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem onlara yaptığı uygulamada farkına varamadıkları hikmeti onlara açıklayınca, itaatla boyun eğerek sözlerinden geri döndüler ve en büyük ganimetin onların paylarına düşen Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte geri dönmek olduğunu anladılar. Böylelikle koyun, deve, kadın ve çocuk esirler almamak karşılığında elde ettikleri pek büyük mükâfat ve hayattayken de, ölümünden sonra da Rasûl-i Ekrem'in komşuluğuna nail olarak teselli buldular."[10]


[1] Mecmâu'z-Zevâid, VII, 7. Hadis hakkında Hafız Heysemî şunları söylemektedir: "Taberânî, el-Mu’cemu's-Sağîr ile el-Mu’cemu'l-Evsat'ta rivayet etmiş olup ravileri Abdullah b. İmran el-Âbidî dışında Sahih'in ravileridirler. O da sika birisidir."

Hadisi aynı şekilde İbn Merdûye, Ebu Nuaym, el-Hilye'de ve Dıya el-Makdisî, Sıfatu'l-Cenne'de rivayet etmişlerdir. el-Makdısî: "Senedinde bir beis görmüyorum" demiştir. (Bk. Zâdu'l-Mesir, II, 126'daki dipnot)

[2] Muslim, Hadis no: 489, I, 353

[3] Ebu Said Radıyallahu anh'ın rivayetinde: Ey Allah'ın Rasûlü sana ne şekilde cevap verelim!? Gerçek şu ki lütuf ve minnet Allah'ın ve Rasûlünündür, dediler. (Fethu'l-Bârî, VIII, 50)

[4] İmam Ahmed'in zikrettiği Enes Radıyallahu anh'ın rivayetinde şöyle denilmektedir: "Bize korkulu geldin. Biz sana güvenlik sağladık. Kovulmuş geldin, seni barındırdık. Yardımsız geldin, biz sana yardımcı olduk demeyecek misiniz?”

Onlar: "Hayır, asıl Allah'ın lütuf ve minneti bizedir, dediler." (a.g.e., VIII, 51)

[5] Zühri'nin rivayetinde: "İnsanların malları alıp gitmeleri..." şeklindedir. (Aynı yer)

[6] İç elbiseden kasıt, doğrudan tenin üzerine giyilen elbisedir. Dış elbiseden kasıt ise onun üstündeki elbisedir. Bu tabir, onların Peygamberimize aşırı derecede yakınlığını anlatmak üzere yapılmış bir benzetmedir. Aynı şekilde onların özel sırlarını verdiği özel adamları olduğunu ve onların diğerlerine göre ona daha yakın olduklarını da anlatmaktadır. (a.g.e., VIII, 52)

[7] Tabir, ortak olan bir şeyin diğer ortaklar dışarda tutularak tek bir kişiye münhasır kalınması anlamındadır. (A.g.e., VIII, 52)

[8] Buhârî, Hadis no: 4330, VIII, 47

[9] Fethu'l-Bârî, VIII, 52

[10] Fethu'l-Bârî, VIII, 49
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir