Tüm insanlığa örnek model olarak gönderilen bir insanı, bir peygamberi anlatmak ve tarif etmek, en az O’nun risâletinin kuşatıcılığını kavrayabilmek kadar zordur. İnsanlık tarihinde O’nu müstesna bir yere oturtan “âlemlere rahmet” olarak gönderilme keyfiyeti, zihin dünyamızdaki sıradan biçimlendirme ve anlamlandırma çabalarını geçersiz kılmakta ve idrak örgümüzde yeni algı biçimleri oluşturmaktadır. Bu yüzden Hz. Muhammed aleyhisselam’ı anlatmanın zorluğu, İslam ilim geleneğinde “Şemail” ve “Hilye” adıyla yepyeni biçimlerin gelişmesine ve bu alanda zengin bir literatürün doğmasına vesile olmuştur. Hz. Muhammed (sav)’in fiziksel özelliklerinden, bütün vasıflarını şekillendiren ahlâkına kadar her alanda O’nu tanımlayan bu özel formlar nesilden nesile aktarılmıştır. Böylece farklı zaman ve mekânlarda yaşayan her mü’min, kendi duygu ve düşünce dünyasının zenginlikleriyle harmanladığı bir Peygamber algısına sahip olmuştur. Hz. Peygamber’in fiziksel özelliklerinin şekilci bir anlayışla tekdüze bir forma sokulmaması, O’nun çağlarüstü örnekliğini tüm zaman ve mekânlarda hep taze tutmuştur. Kimdir sorusu, O’nun temiz nesebinden, isim ve sıfatlarına; vahyin inşa ettiği kişiliğinden giyim-kuşam ve yeme – içme tarzına kadar maddî ve manevî yaşamının her yönünü ortaya çıkaracak ve insanlığın hayatına yön verecek güçlü bir cevap içermektedir.
Son Peygamber HZ. Muhammad (SAV) in Hayatı
Dünyada hiç kimsenin hayatı Hz. Muhammed (sav)’in hayatı kadar detaylı bir şekilde kayda geçirilmemiştir. İslam kültüründe “siyer” geleneği olarak klasikleşen Hz. Muhammed (sav) biyografisi, doğumundan vefatına dek İslam Tarihi’nin olduğu kadar dünya tarihinin de dönüm noktalarını belirleyen müstesna bir yaşam ihtiva etmektedir. Asırlardır farklı kültürel formlarla biçimlenen İslam toplumunun varlığını doğrudan etkileyen bu sürecin net olarak anlaşılması, O’nun evrensel mesajının öz haliyle bugüne aktarılmasında temel noktalardan birisidir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)’in beşerî ve nebevî hususiyetleri, bir yandan yaşadığı çağın şartları dikkate alınarak değerlendirilmeli, diğer yandan da bu tarihselliği aşan mesajı en doğru şekliyle anlaşılmaya çalışılmalıdır. O’nun yaşamında bütün hayat şart ve şekillerine göre İslam çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli bir çeşitlilik, zenginlik, seyyaliyet ve pratiklik bulunmaktadır. Onun hayatı, örnek ahlâkın, güzel âdetlerin, asil ve mutedil duyguların ve üstün meziyetlerin hâkim olduğu bir hayattır.
Son Peygamber HZ. Muhammad (SAV) in Peygamberliği
İlk insan olan Hz. Adem’le yaşıt bir kavram olan peygamberlik kavramı, makro âlemin çekirdeği olan insanın kainattaki hayat rehberliğini ifade eden çok önemli bir olgudur. İnsanlığın yol gösterici olarak Peygamberlere muhtaç olduğu ve Hz. Adem’den bugüne çok sayıda peygamber gönderildiği tarihen sabittir. Kendi ifadesiyle insanlık tarihi boyunca yapımı devam eden “binayı tamamlayan son tuğla” olarak dinin kendisiyle tamamlandığı Son Peygamber, Seçilmiş Nebi Hz. Muhammed Mustafa da insanı kainatta yalnız ve başıboş bırakmayan Allah’ın en büyük rahmet vesilesi olmuştur. Taşıdığı mükemmel insanî vasıflar yanında tüm insanlık için üstlendiği sorumluluk Hz. Peygamber’e saygı göstermeyi bütün insanlığın üzerine vazife kılmaktadır. Ancak kendisinin münâsebet kurabildiği yüce âlemden ilâhî mesajı alıp insanlara tebliğ etmek kadar bu mesajı muhatap olduğu kişilerin fikir ve duygu âlemlerine de sunarken hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Bu hususiyet Allah Rasulü’nü tüm zamanlarda saygının ve sevginin merkezine taşımıştır.
Farklı toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve insanlık düzeyinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek ve örneklendirmek üzere gönderilmiş bulunan Hz. Peygamber’in davranışları ve hayatı, “üsve-i hasene” yani evrensel yegâne hayat modeli olarak Allah tarafından takdim edilmiştir. Zengin ve varlıklı, fakir ve yoksul, yöneten ve yönetilen, zayıf ve kimsesiz, fatih ve muzaffer, öğretmen ve öğrenci, tüccar ve esnaf, işveren ve işçi, hulasa her çeşit insan onun hayatında örnek alacağı birşeyler bulabilmiştir. Hz. Peygamber’in sosyal ilişkilerinde farklı inanç gruplarıyla bir arada, onların temel hak ve hukuklarını gözeterek yaşadığı görülmektedir. Özenle ayarlanmış bu hassas dengeyi korumak O’nun idarecilik dehasını, mağdur ve mazlumun yanında olmak O’nun merhamet ve şefkatle örülmüş seçkin şahsiyetini, toplumun her renk ve unsurunu kendi değerleriyle yaşayarak hoşnut etmek ise, O’nun şahsiyetinin kuşatıcılığını göstermektedir.
Son Peygamber HZ. Muhammed (SAV) in --- Sünnet-Hadis'i
Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce Veda Hutbesi’nde mü’minlere bir emanet bıraktığını açıklamıştır; “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerim ve Peygamber’in sünnetidir”. Bu sözlere bizzat şahit olan sahabe kendi devrinde bu emanete sahip çıkmış ve aynı titizlikle onu sonraki nesillere devretmiştir. Temelinde Hz. Peygamber’in hayat anlayışı olan sünnet ve hadis böylece asırlardan beri Müslümanlar için önemli bir kültür birliği unsuru olmuştur. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’da Yüce Allah, Hz. Peygamber’i ve onun sünnetini çok müstesna bir yere oturtmakta, O’na itaati kendisine itaatle bir tutmaktadır.
Müslüman toplumlarda zaman zaman sünnetin dindeki yeri, kaynağı ve değeri konusu çeşitli açılardan ele alınmış, farklı görüşler ortaya atılmış olsa bile, dinin anlaşılmasında Hz. Peygamber’in pratik yaşamının doğru kaynak ve metodolojilerle iyice tetkik edilmesi gereği hiçbir zaman inkâr edilmemiştir. Objektif, hakkaniyetten yana ve mutedil sünnet yorumu ise her zaman yaygınlık kazanmıştır.
Sahabe, O’na olan yakınlığın yeryüzünün bütün nimetlerinden daha hayırlı olduğunun bilincinde olan ve Hz. Peygamber’i görmüş, O’na inanmış ve Müslüman olarak vefat etmiş şanslı kişilerdir. Peygamber’den gördükleri fiilleri, işittikleri sözleri tüm zamanlara taşımakta etkin rol oynamışlardır. Onbeş asırdan beri peygamber’in bir söz veya fiilini aktaran herkes Peygamber’le birlikte onların da adını anmış ve milyonlarca insan dualarında onlara da yer vermiştir. Sahabe Hz. Peygamber’in yörüngesinde onun merhamet ve sevgi ile kuşatılmış çekim alanında hafızalarıyla sırladıkları aynalarla O’nun nurunu yansıtmaya çalışmışlardır. İslâm’ı din olarak seçtikleri ilk andan itibaren Hz. Peygamber’e sonsuz bir inançla bağlanmışlar, kabul ettikleri yeni dinin gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getirmişlerdir. İslâm’ın yücelmesi ve bütün insanlara ulaşması uğruna büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Bu fedakârlıkları ve örnek davranışları sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm onlardan övgü ile bahsetmektedir.
MÂİDE SÛRESİ’NDEN BİR ÖRNEK:
HZ. PEYGAMBER’İN GÖREVİ
67. Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Bu âyetin iniş sebebi olarak pek çok olay gösterilmektedir. Râzî bu rivayetleri sıralamaktadır, fakat bunların pek çoğuna güvenmek güçtür. Ancak Mâide sûresinin bundan önceki âyetlerini dikkate alırsak, iniş sebebini daha isabetli olarak tesbit edebiliriz. Kitap ehli, müslümanların dinini alay ve oyun konusu ediniyorlardı. Bu onların azgınlığını ve küfrünü artırıyordu (Mâide 5/57, 64). Bunun anlamı, Hz. Peygamber’in getirdiği mesaja ağır bir tepki gösteriyorlardı demektir. Bu tepki karşısında Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde (I, 309) belirtildiği gibi, Hz. Peygamber, insanların onu yalanlaması, yahudi, hıristiyan ve müşriklerin onu korkutması sebebiyle peygamberlik görevini yürütemeyeceğinden endişeye kapıldı. Âyet bunun üzerine inmiştir. Zaten âyetin devamındaki “Allah seni insanlardan koruyacaktır” ifadesi, âyetin iniş sebebinin, toplumun tehlike arzedecek kadar ağır tepkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki yaşadıkları toplumda her peygambere tepki gösterildiği gibi, Hz. Peygamber’e de tepki gösterilmiştir. Bu tepki öyle tehlikeli bir noktaya ulaştı ki, ilâhî koruma devreye girmiştir.
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et!” Âyetin bu kısmından çıkarılacak sonuçlar şunlardır: Yüce Allah, Hz. Peygamber’e, kendisinin indirdiğini tebliğ etmesi, şahsî fikrini ona katmaması konusunda uyarıda bulunmaktadır. Diğer taraftan Kur’ân’a ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e gösterilen tepkilere karşı, “Sen tebliğ görevini yerine getir, onların tepkilerine aldırış etme!” anlamına da gelebilir. Çünkü En‘âm sûresinin 33. âyetinde yahudi, hıristiyan ve müşriklerin asıl tepkilerinin Allah’ın âyetlerine olduğu uyarısında bulunulmuş, 35. âyette Hz. Peygamber’e gösterilen bu tepkinin benzerleri, geçmiş peygamberlere de gösterildiği tesellîsine dikkat çekilmiştir.
Hangi şartlar altında olursa olsun peygamber ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla sorumludur. Ama bunu yaparken mesaja herhangi bir ilâve yapmamalıdır. Ne indirildiyse, onu aynen insanlara ulaştırmalıdır. Onların inandırıcılığı, Allah’ın mesajını tebliğ etmekle gerçekleşecektir. Bütün peygamberler kendi fikirlerini değil, ilâhî mesajı ulaştırdıklarını söylemektedirler (bak. A‘râf 7/62, 79, 93, 68; Hûd 11/57; Ahkâf 46/23 ve Cin 72/28 ) .
Buradan şu eğitim ilkesini çıkarabiliriz: Peygamberler sadece ve sadece Allah’ın indirdiğini tebliğ edeceklerine göre, eğitimciler de din adına sadece Allah’ın indirdiği mesajı tebliğ edip öğretmelidirler. Din adına insanlara birilerinin görüşü, ictihadı, felsefesi öğretilemez ve öğretilmemelidir. İnsan düşüncesinin dine karıştırılmaması konusunda Allah ne kadar titiz davrandığını şu âyetleriyle ortaya koymaktadır: “Kur’ân, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık” (Hâkka 69/43-46). Kur’ân’ın, Hz. Peygamber tarafından yazılmadığının delili olan bu âyetler, Kur’ân’a Hz. Peygamber’in bir ilâve yapamayacağı uyarısında da bulunmaktadır. Hz. Peygamber’e olan bu uyarı, din âlimlerinin önde gelen metotlarından biri olmalıdır.
“Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” “Allah’ın indirdiğini insanlara ulaştırmazsan, peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun” ifadesinden anlaşılıyor ki, insanlardan korkarak vahyi tebliğ etmeme ihtimali de vardı. Söz konusu ihtimali âyetin bu kısmı ortadan kaldırmaktadır. Demek ki Hz. Peygamber öncelik bakımından, Allah’a karşı olan görevini yerine getirecektir. Madem ki bu görev, ilâhî mesajı insanlara ulaştırmakla tamamlanıyor, o zaman bu elçilik görevi yerine getirilmelidir. Vahyin amacı, bunalıma giren insan ilişkilerini bunalımdan çıkartmak, onların sosyal ve mânevî problemlerini çözmek olduğuna göre, elçi vasıtasıyla bu çözüm yolları insanlara öğretilmeli ve ulaştırılmalıdır. Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadîse göre Hz. Peygamber, ilâhî mesajı bütünüyle tebliğ etmiştir (Buhârî, “Temenni”, 4; “Cihâd”, 70).
Vedâ haccında Hz. Peygamber, “Ey insanlar! Size benim hakkımda sorulduğu zaman ne diyeceksiniz?” sorusunu yöneltince onlar “Tebliğ ettiğine tanıklık ederiz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Allahım! Tebliğ ettim mi?” dedi (Buhârî, “İlim”, 30, 37; “Zekât”, 31; “Hac”, 132; Müslim, “İman”, 278). Vedâ haccında kırk binin üstünde bir insan kitlesi bu hâdiseye şâhit olmuştur. Demek ki Hz. Peygamber’in son endişesi, ilâhî mesajı tebliğ edip etmediği olmuştur. Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın mesajını teblîğ edip etmeme konusunda bu kadar titiz davrandığına göre, din âlimlerinin bu titizliğe çok daha fazla dikkat etmeleri gerekmektedir.
Âyetin bu kısmında yer alan risâlet kelimesi, “peygamberlik, elçilik” anlamına gelmektedir. “Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir” (En‘âm 6/124). Risâlet kelimesi risâlât şeklinde Kur’ân’da çoğul olarak geçmektedir. Meselâ A‘râf sûresinin 144. âyeti şöyledir: “Ey Mûsâ! Ben risâletlerim ve sözlerimle seni insanların başına seçtim.” Buradaki risâletler kelimesi “görevler” anlamına gelmektedir. Elçinin birden fazla görevi olacağından, görevler denilmektedir. Tekil olarak kullanılınca, genel anlamda elçilik, ama çoğul olarak kullanılınca, elçiliğin çeşitli görevleri kastedilmektedir.
“Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” Âyetin bu bölümünden anlıyoruz ki, insanların Hz. Peygamber’e ağır tepkileri, görevini engelleme durumuna kadar ulaşmıştı. Yüce Allah koruma görevini üzerine alarak tebliğ vazifesini sürdürmesini Hz. Peygamber’den istemiştir.
Yüce Allah, âyetin sonunda tepki gösteren kâfirlere karşı nasıl bir tavır takındığına işaret etmektedir. Bu insanlar, Allah’ın rehberliğinden kendilerini mahrum bırakmaktadırlar. İlâhî rehberliğin olmadığı yerde köklü değişimin olması imkânsızdır. (Tefsîr VI, 92-95).
İSRÂ SÛRESİ’NDEN BİR ÖRNEK:
PEYGAMBER BİLE DİNE KENDİNDEN BİR ŞEY KATAMAZ
73. Bize karşı başka bir şey uydurman için, az kalsın sana vahy ettiğimiz şeyden, seni saptıracaklardı. O zaman seni dost edineceklerdi.
74. Eğer Biz seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
75. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.
İsrâ 73. âyet için bazı nüzûl sebepleri anlatılmaktadır. Bu nüzûl sebepleri hakikate uygun düşmediği için burada yazmayı uygun bulmuyoruz. Ancak bu âyetin kendi içeriğinden anlaşılıyor ki, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’e gelip ilâhî vahyin dışında onu değiştirecek nitelikte din adına görüş beyan edip insanlara söylemesini, o takdirde kendisini dost edineceklerini söylemişlerdi. Bunu nasıl yaptıklarını ve nasıl ifade ettiklerini Yûnus 15’te görmüştük:
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir! dediler.” İşte onların Hz. Peygamber’e karşı çıkardıkları fitnenin ifadesi böyle olmuştur.
Değiştirilmesi gerekli olan neydi? Müşrikleri Kur’ân’ın en çok rahatsız eden ilkesi, onların putlarını bir kenara atıp tevhid inancını getirmiş olmasıdır. Hz. Peygamber’den, Lât, Menât ve ‘Uzzâ gibi tanrılarına tapınmaları için müsaade etmesini ve bu doğrultuda görüş beyan edip halka ilan etmesini istiyorlardı. İbn Abbâs’ın naklettiği bu haber Yûnus 15’e uygun düştüğü için bunu kabul edilir buluyoruz. Bu açıklamadan sonra âyetlerin analizine dönebiliriz:
“Az kalsın sana vahy ettiğimizden, seni saptıracaklardı.”
Aslında mana “Az kalsın seni fitneye düşüreceklerdi” şeklinde olmalıdır. Fitne kelimesinin geniş açıklaması Bakara 191’de yapılmıştır.
“Dönmek, sapmak, günaha maruz kalmak, büyülenmek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, işkence etmek, hakikati tahrif etmek, elem vermek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yakmak, birini görüşünden vazgeçirmek, şaşırtmak, gümüş veya altını eritmek” manalarına gelen bu kelime, Kur’ân’da ihtilaf
(Zâriyât 51/13-14); günaha sürüklemek (Hadîd 57/14); rüsvaylık (Mümtehine 60/5); delilik (Kalem 68/6); işkence etmek (Burûc 85/10) manalarına gelmektedir.
Bu manalardan tefsirini yaptığımız âyete uygun düşen, “aldatmak, uzaklaştırmak”tır ve “bir şeyi çığırından ve istikametinden kaydıran, çıkaran herkes” hakkında kullanılmaktadır. Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, “neredeyse onlar, sana vahy ettiğimiz şeyden, yani Kur’ân’dan seni saptırıp döndüreceklerdi” manasını vermemiz mümkündür.
“Bize karşı başka bir şey uydurman için”
Bunun anlamı “başkasını uydurup bize iftira edesin diye” dir. İşte âyetin bu iki bölümünün ifade ettiği şey o zaman Peygamberimiz için ne kadar önemli idiyse, günümüzde de din âlimi ve görevlileri için o kadar önem taşımaktadır.
Kur’ân’da olmayanı, Allah’ın vahyinin dışında bir fetvayı verip Allah vermiş gibi söylemek Allah’a iftiradır. İşte Yüce Allah konunun önemini Hz. Peygamber’i örnek vererek anlatmakta ve ne kadar kötü bir şey olduğuna dikkat çekmektedir.
“Kitap ehlinden bir grup okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Oysa okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar” (Âl-i İmrân 3/78 ) .
“O zaman seni dost edineceklerdi.”
Müşrikler, Kur’ân’dan olmayanı söyletip Allah’a iftira ettirince, Hz. Peygamber’i dost edineceklerini söylüyorlardı. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Bir grubun dostluğunu kazanmak için dinde sahte fetva verenler, bazı grupların baskısına dayanamayıp dini tahrif edercesine din adına görüş beyan edenler, din alanını bir kazanç alanı haline getirip sömürmek için dinde olmayanı dindenmiş gibi gösterenler kol gezmektedir.
Başkalarının dostluğunu kazanmak, başkalarının rızasını elde etmek (Tahrîm 66/1) için haramı helâl, helâli haram yaparak fetva vermek Allah’a iftira olacağından zulümdür.
“Eğer biz seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, neredeyse, onlara birazcık meyledecektin.”
Demek ki sosyal baskılar, dostluk edinmek, insanların gözünde statü kazanmak öylesine dayanılmaz bir noktaya ulaşır ki, kişi peygamber bile olsa, isteklere temayül edebilir.
Çünkü insan irâdesi buna dayanamaz bir duruma gelebilir. Bu durum peygamber için söz konusu ise, devreye Yüce Allah girip onu engellemektedir.
Onun için “Biz seni sağlam tutmasaydık” buyurarak Yüce Allah, Kendi müdahalesine dikkat çekmektedir.
Demek ki Yüce Allah, Hz. Peygamber’i bu meylini yerine getirmekten korumuştur; ama din âlimi ve görevlilerini kim koruyacaktır? Onun için Kur’ân’ı bilmeyenler asla dinde fetva vermemeli, görüş beyan etmemelidirler. Biz dine saygı gösterir, ilâhî vahyin tersine fetva vermemek için hassasiyet gösterirsek, elbette Allah bizi bu büyük günahtan koruyacaktır.
Önemli olan bizim temiz niyetimizle duyacağımız saygıdır.
Yüce Allah’ın koruması, Hz. Peygamber’in hangi sözleriyle belli oldu veya Yüce Allah ondan ne demesini istedi? Sorunun cevabını verebilmek için yine Yûnus 15’e gitmemiz gerekiyor:
“De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam.
Çünkü Rabb’ime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım.”
Yüce Allah, Hz. Peygamber’e bunu söyleterek, onu sağlam tutmuş, onu korumuştur.
Yûnus 15’teki bu ifade bütün din âlimi ve görevlilerinin ana davranış biçimi olmalı, Allah’ın vahyine uymak zorunda olduklarını, aksi takdirde Allah’a isyan etmiş olacaklarını bilmelidirler.
Demek ki, dinde olmayanı dindenmiş gibi göstermek hem Allah’a iftira hem de O’na isyandır.
5. Peki bu şekilde dinin hükümlerine, ilâhî vahye saygı duymadan gelişigüzel fetva vermenin karşılığı nedir? Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 75. âyet sorumuzu cevaplandırmaktadır:
“O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırdık, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.”
Bunun anlamı dünya ve âhirette azaba uğramaktır; sıkıntı içinde olmaktır. Allah’a karşı bir yardımcı bulunamayacağına göre, böyle bir ihtiyacı duyup da elde edememenin ızdırabı, sıkıntısı da buna ilave olmaktadır.
Bu âyetin mesajı aralığından İslam alemine bakarsak, neden sıkıntı içinde olduğumuzu anlamamak, durumun analizini yapamamak mümkün değildir. (Tefsîr XI, 354-358).
( BAYRAKTAR BAYRAKLI )
Lokman
21. Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman : "Hayır biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa onun ardınca gideriz." diyorlar. Ya şeytan onları kızgın alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse de mi?