M.Nihat MALKOÇ'un Denemeleri

Şiir, roman, öykü, deneme, eleştiri, inceleme.
Cevapla
mnihatmalkoc
New Friend
New Friend
Mesajlar: 5
Kayıt: 25-01-2008 18:29

M.Nihat MALKOÇ'un Denemeleri

Mesaj gönderen mnihatmalkoc »

FİLİSTİNLİ YASER’İN GÖZYAŞLARI

M.NİHAT MALKOÇ

Sabahın ayazında üşüyor ellerim, buz kesmiş yırtık ayakkabılarımın deliklerinden fırlayan parmaklarım… Güneş bulutların arasından kısık aydınlığını gösterse de değmiyor zamana yenilen ve zamanla ezilen bedenime sıcaklığı… Güneş aydınlatamıyor biriken karanlıklarımı. Ben gözlerimi dünyaya açalı beri gönül heybemde karanlıklar biriktiriyorum. Bu benim tercihim olmasa da hayattan payıma düşen karanlıklardan gayrisi değil.

Herkes anne ve babasının gölgesinde saadet şarkıları söylerken, sımsıcak yuvalarında özgürlüğün doyumsuz lezzetini tadarken ben bir yetim, bir öksüz ve bir zavallı olarak bu kara kışın ortasında kaderime ağlıyorum. Âhlarım göklere yükseliyor. Göklerden yere kurşun gibi dökülüyor karlar... O kurşunlar altında buz kesiyor soluklarım. Ben kurşundan, bombadan başka bir şey görmedim bu kutsal ve kanlı topraklarda. Bu yüzdendir ki teşbihlerim kurşunlara endeksli… Zira göğümüzde kurşunlardan başka ne gördük ki!...

Haysiyet çoktandır uğramıyor bizi bu hayata mahkûm edenlerin mahallesine. Onlarla aramızda birkaç yüz metre mesafe olsa da onlar baharı, bizler ağır kışı yaşıyoruz gönül coğrafyamızda. Nedense bize zulmedenlerin çocuklarının canı yanmıyor. Onlar bizim âhlarımızı, ağlamaklarımızı ninni sayıp mışıl mışıl uyuyorlar kuştüyü yataklarında. Çocukların milliyeti olmaz. Onlar bizim kardeşlerimiz. Fakat onların ruhlarını da taş kesmek için gece gündüz çalışıyorlar. Onlar da yarın karşımıza bombalarla çıkacaklar. Bizse onlara sadece sapanlarla ebabil kuşlarının ağızlarında taşıdığı pişmiş taşlardan atabileceğiz.

Gül bahçeleri yanıyor bu topraklarda… Sığınaklarda geçiyor zamanlarımız. Karanlığın insafına sığınıyoruz gün ışığında. Işığımızı çaldı zamanın efendileri… Ellerimize geçirdikleri kelepçeleri şimdi de ruhlarımıza geçirmek istiyorlar. Mum ışığıyla karanlık geceleri aydınlatmaya çalışsak da zalimlerin sert rüzgârları mumlarımıza yanma fırsatı tanımıyor. Mumun kısık alevi ısıtmıyor buz kesen bedenimizi. Uzaktan gelen ışığın huzmeleri yetişmiyor gözbebeklerimize. Çekilin bulutlar, çekilin ki güneş bize de gülümsesin. Dünyayı parselleyen zalimler şimdi de güneşi parsellemenin savaşını veriyorlar. Fakat ne eylerse eylesinler içimize doğan, ruhlardaki karanlıkları boğan iman güneşini söndürmeye güçleri yetmeyecek. Canımızı alsalar da imanımızı alamayacaklar. Zira zafere adanmışlar yürek kalelerini muhkem tutuyorlar. Başımızda boza pişirseler de bu kale hiçbir zaman düşmeyecek.

Şimdi mumlar pervanenin rüyasını görüyorlar. Gerçek özgürlük için sözde esareti seçenler büyüdükçe büyüyor yürek semalarında. Yoksa esaret bizim alnımıza yazılmış bir yafta mıydı? Hissiyatım alev ateş yanıyor. Belleğim fetret devrini yaşıyor besbelli… Uyku girmiyor kan çanağı gözlerimize. Derman inmiyor şarapnellerle parçalanan dizlerimize.

Birileri moda gereği yarı çıplak yaşarken bizler yoksulluğun pençesinde bu hâl üzere yaşama mecburiyetinde kalıyoruz. Yarı giyinikler, soyunukların âhını ve günahını taşıyor omuzlarında. On yıllardır sabır memesinin acı sütüyle besleniyoruz. O kara sütü ak kaşıkla içsek de içimizdeki karanlıklar dağılmıyor. Seherler tebessüm etmiyor sabahlarımıza.

Siyonizm’in gölgesinde bile olsa onurla yaşamak içindir bu ölümler… Daha doğrusu ölümler kutlu diriliş için atılan mukaddes adımlardır bizim için… Bizlere hayat hakkı tanımayanlar gül bahçelerimize zakkumlar diktiler. Mermilerin merhametine mahkûmuz şimdi… Barutlar tomurcuklara açma fırsatı tanımıyor. Her gün kırılıyor dallarımız… Feryadımızın kurşundan ağırlığını taşıyamıyor gökler… Zulmün saltanatı mazlumların bedenlerini çiğneyerek yükseliyor. Artık taşıyamıyor bu cılız ayaklar sırtımıza yüklenen kurşundan ağır acıları… Kalleşlik boy veriyor haram topraklarda. Ağlamaktan kan çanağına dönen yaşlı gözlerimizi silecek bir merhametli el bekliyoruz. Anneler evlatlarına, evlatlar annelerine doyamadan kara toprağa giriyor. Acılar filizleniyor toprağın kara bağrında. Âh annemin sureti düşüyor her gece rüyalarıma… Babamla el ele dolaşıyorlar cennetin doyumsuz bahçelerinde. Özlüyorum özgürlüğü, kendim olmayı, kendim kalmayı özlüyorum…
mnihatmalkoc
New Friend
New Friend
Mesajlar: 5
Kayıt: 25-01-2008 18:29

Mesaj gönderen mnihatmalkoc »

HABERİNİZ VAR MI? HİCRİ 1429’DAYIZ!...

M.NİHAT MALKOÇ

Zaman akıp gidiyor kendi mecrasında. Fakat bizler bu akışta pek çok şeyin farkına bile varamıyoruz. Çünkü ayrıntılara takılıp kaldığımız için gerçekleri göremiyoruz. Zaman, hicrete mahkûm hayatları menziline taşıyor. Her gün fark etmesek de gönül dünyamızda hicretler yaşıyoruz. Zira hicret sadece bir yerden bir yere maddeden göçmek değildir. Mana hicretleri de en az maddeden hicret etmek kadar tesirli ve mühimdir. Ancak bunun idrakinde olanlar, ruh dengeleri ve hassasiyetleri kaybolmayanlar bunun mana ve önemini kavrayabilir.

Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed(sav)’in Mekke’den Medine’ye yaptığı mukaddes yolculuk; geçmişi, bugünü ve geleceği kuşatan bir nur halesidir. Kıymet bilmezlerin ve altından anlamayan sözde sarrafların manevî hazineleri ellerinin tersiyle itmelerinin müşahhas hâlidir hicret… Bunun temelinde yatan sebepler dünyayı anlamlandırmadaki yanılgılardır.

Hayat durağan değildir. Bunun için dinamik olanlar burada tutunabilir, iz bırakabilir. Hicret Hakk’ın hatırı için, yine onun emriyle yapılmıştı. Mallar ve canlar mukaddes dava uğrunda hiçe sayılmıştı. Sahabeler hüzün çeşmelerinden doldurmuşlardı mübarek kaplarını. Bunların hepsi İslam’ın gönüllerde yeşermesi, serpilmesi, olgunlaşması içindi.

Hayat zaten göçlerden ibarettir. Ruhlar âleminde bekleyen can; bir nutfeden bedene bürünerek, evvela anne karnına, orada dokuz ay bekledikten sonra da dünya denen bu imtihan sahrasına düşer. Ruhun öz diyarından kalkıp bu gurbete katlanması hüzün yağmurlarının gözlerden boşalmasına zemin hazırlar. Bedene anlam kazandıran ve onun muhatap kabul edilmesini sağlayan ruhun gurbeti ölüm denen dünyevî sonla nihayetlenir. Bu, geride kalanları üzse de ruhun özgürlüğe kanatlanmasından, öz vatanına kavuşmasından başka bir şey değildir. Ömrün hazanı olan hicret, ateşe verilen gönül bahçelerimizin imarı ve ihyasıdır.

Göç hayatın özünde var olan mutlak hakikattir. Zaman, mekân, hissiyat, mevsimler de bir bir göçmüyor mu? Dünyanın dönüşü de göçtür. İlk insan ve ilk peygamberin Cennetten dünyaya gönderişi de bir hicret değil miydi? Demek ki göçün hüznünü ilk yaşayan fert ilk insan olan Âdem’dir. Onun göçü yasak bir meyveye vesile kılınmıştı. Resulullah’ınki ise daralan tebliğ sınırlarını açmak ve çerçeveyi genişletmek için olmazsa olmaz bir yolculuktu.

Hicret aslında yenilenmektir. Çevrenin, duyguların, umutların, özlemlerin yenilenmesi… Kuruyan göz pınarlarındaki yaşların tazelenmesi… Göçle birlikte zamanın ve mekânın boyutları genişler, başkalaşır, helezon biçimini alır. Hicret değişime zemin hazırlar. Sıkışan hayatlar onunla rahat nefes alır, açılıp serpilme imkânı bulur. Kabuğa mahkûm öz; açılma, kendini gösterme fırsatı bulur. Hicret bu kabuğu açan bir değişimin dönüm noktasıydı.

Göç maddî ve manevî paylaşımın doruk noktasıdır. Farklılıklarımızın çatışma unsuruna dönüşmeden hakikat paydasında birleşip gönül bahçelerimizi süslemesidir göçlerden arda kalan. Muhacirlerle Ensar’ın bir günde şekillenen o emsalsiz İslam kardeşliği hicretin sırlarının inkişafından başka nedir ki?... Öyle bir kardeşlik ki o güne kadar görülmüş değil. Güzellikleri, nimetleri paylaşmak; zorlukları, imkânsızlıkları sineye çekmek…

Mekke’den Medine’ye göç edenler, gittikleri yerlerde tebliğ vazifesini Mekke’ye nazaran çok daha rahat ve aleni bir şekilde icra edebildiler. Bu mukaddes gidiş, ağır bedeller ödemeyi beraberinde getirdiyse de manevî doyum o bedellerin kurşundan ağırlığını bedene yükletmedi. Ruhlar imanın nuruyla kuşlar gibi kanatlandı maveraya… Vakit huzura erdi.

Hicret, hasret mumunun fitilini ateşlemektir. Gel gör ki bu mumun ışığıdır zifiri karanlıklarda önümüzü aydınlatan. Onunla beraber İslam kıtalar dolaştı. Hicret ölümün kollarında doğan yetim ve öksüz bir bebekti. Aşkın narında yanmaktı, sarp kayalıklarda bir başına yetişen cılız dallara su olmaktı. Onları da yaşamın gayesinden ve sırrından haberdar etmekti. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeru “ dediği sırra ermekti hicret…

Bugün hicreti unuttuk… Sıkışıp kaldık ruhun daracık dehlizlerinde. Ne gitmek ne de kalmak mümkün… İnsanlık yeni hicretlere gebe mi ne!... Hicri 1429 seneniz mübarek olsun.
mnihatmalkoc
New Friend
New Friend
Mesajlar: 5
Kayıt: 25-01-2008 18:29

Mesaj gönderen mnihatmalkoc »

ÇIKIP GELSE RESULULLAH!...

M.NİHAT MALKOÇ

Çıkıp gelse Resulullah!...
Hangimiz sevinç çığlıkları atmayız? Kâinatın Efendisi tekrar dünyayı şereflendirdi deseler mutluluk gözyaşlarımız çağlayan olup akar. Şüphesiz ki O’nu hepimiz bağrımıza basarız. Mübarek elini öper öper, başımıza koyarız. O gül kokusu gitmesin diye günlerce elimize ve alnımıza su değdirmeyiz. O’nu gören gözlerimiz başka bir şeye bakmak istemez.

Çıkıp gelse Resulullah!...
Bugüne kadar yaptıklarımızı düşününce kızarır mı yüzümüz? Günah galerimiz önümüze serilse o mübarek aydınlık yüze bakmaya cesaret edebilir miyiz? Pişmanlıklarımız katmerleşip kararan ruhumuzu sıkmaz mı? Kendimizi zamanın kokuşmuşluğuna, sözde modern hayatın akışına kaptırdığımız için Resulullah’la aramızdaki muhabbet köprüsü yara almaz mı? Başka sığınacak yer olmadığı için utansak da, sıkılsak da o büyük insanın şefkat ve merhamet iklimine sığınırız. Tövbelerimiz umutsuzluk bulutlarını dağıtır. Arınmış ruhumuzla, ertelenen vuslatımız öne alınsa dünyanın en bahtiyar insanı sayarız kendimizi.

Çıkıp gelse Resulullah!...
O’nu evimize götürmeye cesaret edebilir miyiz? Ebu Eyyüb El-Ensari gibi hevesle evimize buyur edebilir miyiz İslâm güneşini? Yoksa tereddütlerimiz mi galebe çalar hissiyatımıza? Belli ki önce evimizin içler acısı manzarası geçer gözlerimizin önünden… Evvela evimizin başköşesinde duran içi renkli, ruhu kara televizyonu nereye saklayacağımızı geçiririz aklımızdan. Bununla beraber her gün aldığımız; boy boy resimler içeren, bir çuval dolusu yalan haberden ibaret kartel gazetelerini atacak çöp sepeti ararız. Fakat telaşımızdan elimizde kalır sözde renkli hayatlardan ve renkli fotoğraflardan ibaret gazeteler… Evin duvarlarının yaşadıklarımıza şahitlik yapacağını düşünüp kıpkırmızı kesiliriz orta yerde.

Çıkıp gelse Resulullah!...
Yıllar evvel duvara astığımız, boşlukta dövünüp de bir türlü açıp okuma fırsatı bulamadığımız Kur’an-ı Kerim’e baktıkça utancımız ve korkumuz birbirine karışır. O Kur’an ki Resulullah’ın bize bıraktığı en büyük rehber ve emanettir. Emanet böyle mi saklanır ha!…

Çıkıp gelse Resulullah!...
Çocuklarımızı O’nunla tanıştırmaya utanmayacak mıyız? O çocuklar ki çoğu Kur’an okumayı bilmez. Düzenli namaz kılma alışkanlıkları yoktur. Sabahın kerahet vakitlerini uykuda geçirirler. Her sabah güneş üzerlerine doğar. Hayatlarından bereket çekilmiştir. Erkek küpe takar, kız mini giyer. Örtünmeyi çağdışı ve lüzumsuz ayrıntı olarak görürler. Maneviyat göklerindeki yıldızları çoktan sönmüştür. İslam güneşini hayatlarından kapı dışarı etmişlerdir.

Çıkıp gelse Resulullah!...
Söyleyin, telaştan eliniz ayağınız birbirine dolanmaz mı? O mübarek insan seccade istese sizden, hanginiz hatırlar en son Kadir gecesinde kullanılan seccadenin yerini? Tespihler çoktan kaybolmuştur evin dağınıklığında. Duvarlarda boy boy asılan artist posterleri bu evde kimlerin örnek alındığını, hangi hayatların izinde gidildiğini göstermeye kâfidir herhalde...

Çıkıp gelse Resulullah!...
Kütüphanelerimizde yıllarca hiç açılmadan duran ve üstü bir parmak toz bağlamış tefsir, hadis, kelam, akait ve fıkıh kitaplarını ona nasıl gösteririz. Sünnet deyince kof zihninde bıçaktan başka bir şey canlanmayan, kurtuluşu ecnebi memleketlerde arayan çocuğumuzu onunla tanıştırmaya yüzümüz tutar mı? Allah sevgisinden ve günah korkusundan ağlayıp yaş dökmeyen gözlerimizi nasıl olur da onun mübarek gözlerine değdirebiliriz? Her geçen gün heva ve heveslerimiz yüzünden kararan kalbimize onun sevgisini sığdırabilir miyiz?

Çıkıp gelse Resulullah!...
Bir günlük hayatımızı gözlese, ümmetinin durumuna üzülmez mi? Onu üzen bizler nasıl olur da şefaatini talep edebiliriz? Söyleyin dostlar, O’nu misafir etmeye kaçımız hazırız?
mnihatmalkoc
New Friend
New Friend
Mesajlar: 5
Kayıt: 25-01-2008 18:29

Erdem Bayazıt’ın Vedaı

Mesaj gönderen mnihatmalkoc »

ERDEM BAYAZIT’IN VEDAI

M.NİHAT MALKOÇ

Ömrün hasat zamanı gelince Azrail geride kalanları hüzne boğarak vazifesini ifa ediyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran S. 185) hakikati muhakkak tecelli ediyor. Ölüm bir kere yaşanıyor ama tam yaşanıyor. Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed(sav) bile ölüm yolundan geçerek ölümsüzlük makamına kavuştu. Günümüz insanı ölümü soğuk ve sevimsiz buluyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölüm aslında Mevlana’nın nitelediği gibi bir şeb-i arus(düğün gecesi) tur. Ölümü itici bulanlar; onu zihinlerden silmek, hatırdan çıkarmak için bin bir türlü yola başvuruyorlar. Fakat bu boş gayretler ölüm gerçeğini örtbas etmiyor. Ölümü başımızdan savamıyoruz. “Şimdi yapacak çok işim var, biraz eğlen sonra gelirsin” diyemiyoruz. Her gün birileri hayattan kopuyor. Bunları görmemek neyi halleder ki!...

Ölümsüz bir hayata giden yol ölümden geçiyor. Ölümsüzlük varken kim tercih eder faniliği?... İşin gerçeği bu olsa da bizler peşin hazları tercih ediyoruz. Dostlarımız elimizden kayıyor da buna müdahil olamıyoruz. İşte o dostlardan birinin ölümüne daha şahit olduk. Uzun zamandan beri kanser tedavisi gören son dönem Türk şiirinin yaşayan en büyük simalarından biri olan Erdem Bayazıt’ı âlem-i hakikiye uğurladık. Onun ölümüyle şiirimiz çok büyük bir değerini kaybetti; biraz daha eksildi bence. Şair, yazar, düşünce adamı ve eski milletvekili Erdem Bayazıt son dönem Türk şiirine damgasını vurmuş ender şahsiyetlerdendi.

Sanat hayatının 50. yılında kendisi için görkemli vefa programları yapıyorlardı. Fakat bu mutluluğu çok sürmedi. Kanser hastalığının pençesine yakalandığını o zaman içerisinde öğrendi. Bundan sonra bir daha da düzelip kendine gelemedi. Kader onu en mutlu anında acı gerçeklerle tanıştırdı. Şöhretin ve vefanın hazzını doyasıya yaşayamadan amansız hastalıkla boğuştu. Hayatında hep zorluklara göğüs germişti ve başarmıştı. Ama bu sefer ilk kez yenildi.

Erdem Bayazıt, 1970’li yıllarda yazar Rasim Özdenören, merhum Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan gibi şair ve yazarlarla “Mavera” dergisini çıkarmıştı. Yine o yıllarda “Büyük Doğu”, “Diriliş'” ve “Edebiyat” gibi dergilerde yazılar kaleme almıştı. O her dönemde mazlum milletlerin sesi olmuştu. Modern Türk şiirine geleneksel açılımlar getirmişti. Şiirlerinde yerelle evrenseli birleştirme başarısını göstermişti. İnsanî değerleri anlatmıştı.

Şair, yazar ve eski milletvekili Erdem Beyazıt, Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tabutunu sağ yanından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sol yanından da Başbakan Recep Tayip Erdoğan omuzlamıştı. Bu hazin ve bir o kadar da mağrur görüntü beni çok duygulandırdı. Büyük şair Erdem Bayazıt şanına layık bir törenle, devletin zirvesinin de yer aldığı bir cenaze merasimiyle ebediyete uğurlandı. Bu büyük şeref her faniye nasip olur cinsten değil. O bunu hak etti; Hakk da ona nasip etti. Merhum Erdem Bayazıt’ın cenazesinde vefa en yüksek düzeyde hayatiyet buldu.

Merhum Erdem Bayazıt müteşair değil, hakiki şairdi. Son dönem Türk şiirine adını altın harflerle yazdırmıştı. Onun şiirlerinde iğreti ifadelere rastlayamazsınız. Azıcık da olsa mürekkep yalamış, aydın kişiler merhum Erdem Ağabey’i bilirler. Onun şiirlerinden en az biri pek çok kişinin hafızasında mevcuttur. Umutlarımız, özlemlerimiz, aşklarımız ve sancılarımız Bayazıt’ın mısralarında ebedileşmiştir. Duyup da ifade edemediklerimizi onun dizelerinde bulabiliyoruz. O yedi güzel adamdan(Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan) biriydi.

Erdem Bayazıt, inanmış bir adamdı. Onun içindir ki ölümü metanetle karşılıyordu. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. Çünkü ölüm dostların vuslatına vesileydi. O, ölümle, ruhun tenden ayrılışıyla ölümsüzlüğe kavuşulacağının idrakindeydi. Bu bakış açısını şiirlerine de yansıtmıştı. İyi ki yaşadı ve bizlere kıymetli şiirlerini miras bıraktı. Sözlerimi onun ölüme dair dizeleriyle sonlandırırken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir