Adı konmuş özel günleri önemsememek de çözüm değilmiş meğer. Sanki keçeleşiyor kalbim giderek. Doğum günleri, evlilik yıldönümleri, bayramlar, sevgililer, âşıklar, anneler, babalar günü...
Yalnızlığa ya da tembelliğe hatta kimsesizliğe bahane olan bir cümleye tutunuyor insan; "Ben önemsemem böyle şeyleri" diye... "Saçma" diye.
Ama aslında... Ya arayan olmazsa, ya arayacak kimsem yoksa, ya hediyeyi unuturlarsa, ya aldığım hediye beğenilmezse diye korkuyor için için...
Ve tüm bu kaygılan en başında ortadan kaldıracak bir cümle var işte nihayetinde: "Önemsiz böyle şeyler, kimin gerçekten umurunda ki?"
Geceleri derin bir karanlığa uyandığınızda birden keskin bir bıçak gibi dilinizi keser mi, aslında ne kadar savunmasız olduğunuzu anlamak?...
Yıktığınız ne varsa bir başınıza tamir etmek zorunda olduğunuzu fark etmek bir yandan da... Kimse yok şimdi bizim yerimize o işi yapacak, büyüdük çünkü. O kötü çocukların kafasını tek başımıza kırmak zorundayız. Karanlıktan korkmamak, hesabı tek başımıza ödemek zorundayız şimdi. Hem gereksiz bu özel günler, çocuksu bulanık duygusallıklar... Oysa...
Oysa kapının kilidini tamir eder gibi, tüp takar gibi, tıkanmış boruyu açar gibi, veli toplantısından döner gibi, bakkaldan ağır torbalan taşır gibi, misafirlikte uykuya daldığımızda, kucağında eve taşır gibi hallediverse yine her şeyi...
Ben buradayım oğlum, dese... Sen uyu kızım, ben hallederim dese...
Bu yazıyı uykusuz bir gecenin sabahında yazıyorum yine. Siz bu satırları okurken Babalar Günü çoktan başlamış olacak... Kiminizin hediyesi hazır, kiminizin hediye verecek babası ise çoktan gitmiş buralardan... Belki de bir çocuğunuz olsaydı...
Neyse... Böyle işte, buruk günler bunlar...
Bu uykusuz gecenin bir yerinde eski kitaplarımın, notlarımın, gazete kesiklerinin arasına daldım. Unutmuşum kimini, kimini görmemişim, görmek istememişim belki de...
Başarılar bu yana, başarısızlıklar öte yana... Biber gibi bazı yazılar... Kesip kesip "sonra okurum" dediğim, "şimdi halim yok dayanmaya" dediğim "köşe yazarı" kılıçları hepsi...
Sanki yeni taşınmışız bir sokağa. Sanki mahallenin toramanları gıcık olmuşlar sokağa yeni gelen çocuğa. Sapanla taş atmış kimi, kimi sakınmasız taşlamış camlarımızı. Kimiyse yakaladığı yerde saçımı çekmiş, çelme takmış, dizlerim kanasın istemiş...
Gazetelere bakıyorum; bu sokağın bütün çocukları kavgalı zaten birbiriyle...
O sokağın bir sakini olmuşum geçen zaman içinde. Kavgacı olmak gerektiğine ikna olmaktayım neredeyse... Keşke şimdi yanımda olsaydı babam. "Dövdüler beni" dediğimde sakin sesiyle ikna etseydi beni bir kez daha, asıl zaferin "iyi kalmak" olduğuna.
Babam bütün sorularımın yanıtlarıydı.
"Gökyüzü nerede biter?" diye sorduğumda "Bitmez!" diyen, "Ölenler nereye gider?" diye sorduğumdaysa "Bitmeyen o yere giderler" diye gülümseyen...
Şimdi 33 yaşındayım. Babama sorduğum soruların gittikçe güçleştiği ve babamın, bana yeni yanıtlar aradığı yaşındayım. Şimdi...
Kendime sorduğum sorular daha zor... Bunun yanıtı var mı bilmiyorum ama neden kötülük iyilikten daha baskın baba?
Neden genişledikçe inceliyor insan kalbi?
Neden karanlıktan korkar büyükler?
Neden endişelerin bir sonu yok?
Kuşlar nasıl değil de... Neden uçarlar baba?...
ICLAL AYDIN
seni seviyorum diyene sakın inanma beni en son bırakıp giden beni herseyden cok severdi boşver