Pakistan ın Kurucusu Muhammed İkbal

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Pakistan ın Kurucusu Muhammed İkbal

Mesaj gönderen commando »

Muhammed IKBAL (1873-1938)



Resim 1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur. Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu. Geçimini ise çalisarak elde ederdi. Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi. Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi. Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi.

Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi. Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi. Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi. Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi.

Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi. Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu.

1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu.

Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti. 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi.

Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.

Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi.

Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi.

Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur. Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum. Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu.

Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti. Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti.

Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti. Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir.” seklinde idi.

Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti.

Resim 1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti. Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir. Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur. Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:

“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak

Müminin alametlerindendir‚


Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu.

Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti.

Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti. Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir.

Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti. Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti.

Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi. O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi. Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çikmaktadir.

IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI
Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir. Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:

1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi. Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi. Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir. Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir. O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir.
Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek . tek hükümet Islâmdir. Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi.

Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu. Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu. Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:

Hak olan ezan devamli aralarinda olan

Islâm ümmeti ebedi kalacaktir.

La ilahe illallah‘in askindan kalbler

tutusmaktadir.”


Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü. 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:

Göz yasiyla degil kan akitarak agla.

Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir.


diyerek aglamistir. 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti.

Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:

Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir.

Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir.


Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi. Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir. · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi.

Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti. O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu. Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi. Bu medeniyet islah etme ve merhamet

etme özelligine sahip degildi. Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi.

Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler. Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi. Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu. Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:

“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum."
2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir. Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir. Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu. Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi.




Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi. Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir. Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:

“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama. Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah‘a güven ve çalis. Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü. O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti.”

Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez. Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir.

Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder. Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir. Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi. Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti.

3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi. O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu. Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu.

Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir. Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir siirinde söyle diyor:

“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur.

Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur.”

I
ste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir. Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir. Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir. Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir.

Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir.

O bu çalismalari esnasinda hiç bir zaman herhangi bir irki taassuba düsmemistir. Müslümanlar için muayyen bir topragin olmayacagini esasta Islâmin tatbik edildigi yerin müslümanin vatani olduguna inanarak söyle derdi:

“Irkçılık taassubu İslâm ümmeti arasindaki irtibati ve Islâmi iliskileri kesmistir.”

Iste Hindistan‘da yasayan müslümanlar için müstakil bir Islâmi devletin olmasini, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanlari bagrina basmasi gerektigini söyleyerek, Pakistan‘in kurulusuna temel hazirlayanlardan birisi olmustu. Ikbal‘in çalismalarinin neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yil sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulmasi olmustur. Çünkü bu devletin kurulmasiyla birlikte Hindistan‘da bir taraftan hindularin zulmü altinda ezilen, diger taraftan Ingilizlerin sömürgesi altinda olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavusmuslardi.

Pakistan Islâmin hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmustu. Elbette orada müslümanlarin sözü geçmeli ve huzur bulmaliydilar. Gerçi Pakistan kurulusundan simdiye kadar bir çok olumlu asamalar geçirmistir ama henüz arzu edilen seviyeye ulasmamistir.

Pakistan‘in kurulusu hakkinda bir arastirmacinin dedigi gibi, kisa sürede devlet olan ve islah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan‘in Islâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz.

Allah rahmet etsin.


Fethi Yeken
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

AMİN...
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

İkbal’in, O’na (s.a.v.) Sunduğu “Çanakkale Kanı”

Şair Nedvi Ebul Hasan anlatıyor:

Lahor’da bir meydanda ciddi bir toplantı olmuştu; sayılamayacak kadar kalabalık vardı, heyecan son haddine gelmişti. Trablusgarp işgal edilmişti ve arkasından Çanakkale’ye geçilecekti. Lahor halkı, sırtlarındaki elbiselerine kadar, evlerindeki bakıra kadar çıkarıp verdiler. “Osmanlı’nın, Mehmetçiğin imdadına” diyorlardı, vagonlara yükleyip gönderiyorlardı. Konuşma kürsüsü hazırlanmıştı. Nazarlar bir tarafa teveccüh etti, belli ki büyük bir âlim şair geliyordu. O gelen insanda, bütün bir milletin ıstırabını çekmenin havası saklıydı, iki büklümdü. Konuşma kürsüsüne çıktı. Çok belagatlı ve tatlı konuştu, insanları coşturmuştu. Müslümanlara yardım etmenin faziletini anlatıyordu:

“Bu zaman hengamesi bana ağır geldi; pılımı pırtımı toplayarak bu dünyadan göçtüm. Hayatımı, akşam ve seher sınırlarında geçirdim. Ama dünyanın eski düzenini öğrenemedim. Melekler beni, Hz. Peygamber’in huzuruna götürdüler; rahmet ayetinin sahibinin önüne çıkardılar. Hz. Peygamber buyurdu: Ey Hicaz bahçesinin bülbülü! Senin her goncan, senin terennümünün ateşiyle ısındı; senin gönlün aşk şarabıyla coşkundur. Senin coşkunluğun, Allah’a secde ve niyazda bulunmaktır. Senin, dünyanın alçaklığından göklere doğru uçtuğun zaman melekler sana yüksekliğin sırrını öğrettiler; cihan bahçesinden çıkıp bana bir koku gibi yaklaştın. Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin! ” dedi. Dedim: “Ya Muhammed (s.a.v.) ! Dünyada yok rahatlık, bütün özlemlerimden ümidi kestim. Varlık aleminde binlerce gül, lale var; ama ne renk ne koku; hepsi vefasızdır. Yalnız bir şey getirdim kutlanmış tekbirle bir şişe kan ki, eşi yoktur cennette bile! Bu senin ümmetinin namusu, vicdanıdır. Bu, Trablusgarp ve Çanakkale şehidi, Mehmetçiğin kanıdır! ..”
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
rüya
Best of TurkiyeForum
Best of TurkiyeForum
Mesajlar: 2885
Kayıt: 10-07-2006 20:03

Mesaj gönderen rüya »

ikiside güzel kardeş çok iyi iş çıkartmışsın inşallah tüm arkadaşlar girer ve okur sonrada bir pay çıkarır kendine
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

M.İkbal'de yeniden yapılanma:


Eğer biri, Müslümanlığın tarihsel süreç içinde bozulan şeklini yeniden inşa eder, ruhunu tek vücut haline döndürerek yeniden birleştirir ve 20. yüzyılda İsrafil’in, surunu ölü bir topluma üflemesi ve onun hareketini, gücünü, ruhunu diriltmesi gibi, İslâm’ın mevcut, doğudan uzak esaslarını bir kalıba koyarsa, Muhammed İkbâl gibi örnek şahsiyetler yeniden doğabilir ve yetişebilir. Muhammed İkbâl; Gazalî, Muhyiddin İbn Arabî ve Mevlânâ gibi sadece tasavvufla ve metafizik ile ilgilenen bir mutasavvıf değildir. Mutasavvıflar, ferdi tekâmülün, ruhun temizlenmesinin ve benliğin ruhânî aydınlığı üzerinde durdular. Sadece az sayıda insanı kendileri gibi yetiştirdiler; ancak Moğol saldırısına, sonraki despotça düzenin oluşumuna ve insanlara yapılan baskının farkında olmayacak kadar dünyaya yabancı kaldılar.

İkbâl, İslâm tarihinde, kılıcın, gücün, savaşın, mücadelenin, güç gösterisinin ve düşmanları mağlup etmenin, insanların zihinlerinde ve sosyal ilişkilerindeki reform ve inkılâba tesir etmek için kâfi olduğunu düşünen Ebû Müslim, Hasan Sabbah ve Selâhaddin Eyyubî gibi bir şahsiyet de değildi.

İkbâl, Hintli Seyyid Ahmet Han gibi, İslâm toplumunun, hangi durumda olursa olsun (İngiliz valilerinin tahakkümü altında dâhi olsa) , modern ilmî tefsirlerle, İslâmî içtihatlarla, Kur’an ayetlerinin 20. yüzyılın fennî ve mantıkî yorumlarıyla ve derin malûmatlı felsefî ve ilmî araştırmalarla yeniden canlanacağını düşünen âlimlere de benzemiyordu.

İkbâl, ilmin, insanlığın kurtuluşu, gelişmesi ve ıstıraplarının dinmesi için kâfi olduğunu düşünen birtakım batılı düşünürlerden de değildi. Ekonomik ihtiyaçlarla insanî ihtiyaçları aynı kefeye koyan filozoflardan da değildi. Hintli ve Budist düşünürler, zihin huzurunu ve ruhî kurtuluşu, tenasüh (hicret) olarak; ya da Nirvana’ya ulaşmayı, insanlık görevinin tamamlanışı olarak görürlerdi. İkbâl, -bir tane de olsa- aç insanın, köleliğin, mahrumiyetin ve rezaletin olduğu bir toplumda, bütün bunlara rağmen refaha ve ahlâkî şuura erişmiş, saf, yüksek ruhlar ile disiplinli ve eğitimli insanlar hayal eden bu hemşehrileri gibi de değildi.

İkbâl; “Hayatın en güzel hallerini, fecirle tan yerinin ağarması arasındaki özlemlerde ve tefekkürde buldum” derdi. İkbâl, materyalizmden sıyrılmış, lekesiz ruhu ile büyük bir mutasavvıftı. Aynı zamanda O, çağımızın ilmine, teknolojik ilerlemelerine ve insanlığın gelişimine önem ve değer verirdi. Sufizm, Hristiyanlık, Lao Tzu ve Buda inançlarıyla canlanan duyguları; ilme, mantığa ve bilimsel gelişmelere verdiği değeri azaltmadı. İkbâl, Francis Bacon ya da Claude Bernard gibi fenomenlerin ve maddî tezahürlerin arasındaki ilişkinin keşfi ve maddî hayat için, doğal güçlerin istihdamı ile sınırlı, sadece olaylara dayanan “kuru” bir ilmin savunucusu değildi. Aynı zamanda bazılarının yaptığı gibi, felsefeyi, ilmi, dini, mantığı ve vahyi mânâsız bir şekilde birleştirmezdi. Mantığı ve ilmi, günümüzde anlaşıldığı gibi, aşkın, duygunun ve ilhamın insan ruhundaki tekâmülü olarak sayar; fakat onların gayelerini kabul etmezdi.

İkbâl’in insanlığa verdiği en büyük öğüt şudur: “İsa gibi bir kalbiniz, Sokrat gibi fikirleriniz ve Sezar gibi kuvvetiniz olsun; fakat bunların hepsi tek kişide, ruhun tek bir hedefe vâsıl olması temeli üzerine olsun.” Bu, İkbâl gibi olmak demektir: Kendi döneminde siyasal şuurun doruğuna erişmiş, insanların, 20.yüzyıl bağımsızlık sembolü olarak gördüğü, liberal ve milliyetçi bir lider olmak. İkbâl, felsefî düşünce alanında, bugün, batıda Bergson ile veya İslâm tarihinde Gazalî ile aynı mertebede olduğu düşünülen çağdaş bir düşünür ve filozoftur. Aynı zamanda, yaşadığı ve Müslümanların kurtuluşu, bilinçlenmesi ve özgürlüğü için cihad ettiği İslâm toplumunun ve insanlığın durumunu düşünen, bizlerin, İslâm toplumunun ıslahatçısı olarak itibar ettiğimiz biridir. Onun gayretleri, sadece sathî ve fennî ya da Sartre’in deyimiyle “sahte solcuların entelektüel delilleri” gibi değil, sorumluluklarının bilincinde olan fertlerin gayretleri gibidir. İkbâl, çabalar ve mücadele eder. Mevlânâ’nın hayranlarındandır. Manevî yükselişlerinde, onunla birlikte yolculuk eder ve âşıkın alevleriyle, ıstırabıyla ve manevî endişeleriyle yanardı. Bu büyük adam, tek taraflı ya da tek boyutlu bir Müslüman değildi; parçalara ayrılmadı. Tam mânâsıyla bir Müslüman’dı. Mevlânâ’yı sevdiği halde, onun etkisinde kalmadı. Avrupa’ya, oradaki felsefe okullarını tanımak için gitti ve onları kendi çağdaşlarına tanıttı. Herkes İkbâli bir 20. yüzyıl filozofu olarak kabul eder; fakat O, batılı düşünceye teslim olmaz; aksine, batıyı fetheder. İkbâl, 20. yüzyılda ve batı medeniyetinde münekkit bir zihin ve seçme gücüyle yaşadı. Mevlânâ’nın, İslâmî ruhun hakikî boyutlarıyla ters düşmeyen ve onları tekzip etmeyen sâdık bir müridiydi.

Tasavvuf der ki; “Yokluğumuzda kaderimizin önceden tayin edilmesi seni memnun etmiyorsa, şikâyet etme,” ya da “Eğer dünya seninle mutâbık değilse (sana uygun gelmiyorsa) , sen dünya ile mutâbık ol.” Fakat mutasavvıf İkbâl der ki; “Eğer dünya seninle mutâbık değilse, ona başkaldır! ” Burada dünya, “kader” ve “insanoğlunun hayatı” anlamına geliyor. İnsan bir dalgadır, durgun bir sahil değil. Erkeğin ya da dişinin varlığı ve oluşu harekettedir, harekette olmalıdır. İkbâl’in tasavvufu, Hint mistisizmi ya da dinî taassup gibi değil, Kur’an mistisizmi gibidir. İnsanın dünyayı değiştirmesi gerektiğine inanır. İslâm, insanı önemsemeyen kadercilik yerine, insanın önemli bir rol üstlendiği bir anlayışı getirmiştir. Bu, İslâm’ın dünya görüşü, hayat felsefesi ve ahlâkıyla yarattığı ilerleyen ve müspet esas kaidesi gibi, en büyük inkılâptır.

Hümanistlerin ve liberal entelektüellerin İslâm’a karşı yaptıkları en büyük tenkit, dinin mutlak doğru veya ilâhî emir olarak telakki edilmesi, bundan dolayı insanların tam bir teslimiyetle inanması ve bunun sonucunda da Müslümanların, Allah ile olan ilişkilerinde serbestçe hareket etmelerinin mantıken kısıtlanmasıdır. Eğer bu, doğru olsaydı, İslâm adına bir utanç kaynağı olacaktı. Kölelik olacaktı; gücün, özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı. Bu, statükoya ve “ne olacaksa olsun”a bırakmak, dünya hayatında insana empoze edilen akıbeti kabul etmek ve hayatın faydasızlığı ile boşluğunu kabul etmek olacaktı.

Geçmişte ve günümüzde olayların gerçekleştiği ve gelecekte de vuku bulmaya kaderin emriyle devam edeceği gibi herhangi bir tenkit ve itiraz çabaları da, “bizim için önceden ne takdir edildiyse” inanışı gibidir. Bu sûretle, insanoğlunun değişmek ve statükoyu düzeltmek adına yaptığı girişimler imkânsız, mantıksız ve ihtiyatsız olur. Fakat İslâm felsefesinde tek Allah (cc) , mutlak güçtür; her şeye kâdirdir ve yaratmak, rehberlik, deva ve kainatın hâkimiyeti sadece O’na mahsustur. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de

“... Dikkat edin ki, yaratmak ve emretmek yalnız ve yalnız O’na mahsustur.” (7:54)

buyurulmuştur. Bu geniş kainatta yaşayan insanların kimi Allah’ın emirlerinden ayrılmazken, kimi de istediği gibi serbestçe yaşayabilir. Müslüman, hür irade ile isyan ve teslimiyet gücüne sahiptir. Bu sûretle hareketlerinin yapıcısı ve sorumlusu da kendisidir.

“Herkes kazandığına karşı rehin tutulacaktır.” (74:38 )
“...Şüphe yok ki Rabbin, kimin O’nun yolundan saptığını ve kimin O’nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.” 53;


Hümanist, varoluşçu ve radikallerin, dini ve Allah’ı yalanlama ve inkâr için kullandıkları bu prensipleri, İkbâl, Kur’an’daki tasavvufî yolculuğunda, insanlara iyilik yapma ve sorumluluk sahibi olma şeklinde yorumlamıştır. Hümanist, varoluşçu ve radikaller, İslâm’ın ve Allah’ın, zihinlerde insan hürriyeti, itibarı, salâhiyeti ve sorumluluğuyla zıt olarak algılandığını düşünüyorlar.. Halbuki İslâm, felsefî ispat ve izahlara başvurmadan, açık ve net bir şekilde şöyle beyanda bulunur:

“... O gün kişi (hayır veya şer) iki elinin önden ne gönderdiğine bakacak...” (78:40)

Görünüşü, imana yönelişi ve İslâmî tasavvufuyla İkbâl, çağımızın bütün felsefî ve manevî hallerine nüfuz etmiştir. O, Hint Okyanusunun derinliklerinden Avrupa’daki heybetli dağların zirvesine yükselmiş Müslüman bir göçmendi. İkbâl Avrupa’da kalmadı; harikulâde seyahatinde öğrendiklerini anlatmak için, bize geri döndü. Kişiliğine bakınca, O’nun, 20. yüzyılda kendini anlama bilincine ulaşma yolundaki yeni nesil için bir model, bir örnek teşkil ettiği bir kere daha görülür. Ruhanî ve aydınlık bir kültürün kalbi olan diyardan seçilmiş, doğu telkinleriyle dolu parlak bir ruh. Çok sayıda batılı düşünce, medeniyet diyarı, idrak, ilerleme ve yaratıcılığın gücüyle ilim, zihninde yer edinmişti. Bütün bu yatırımlarla, 20. yüzyılın âlimi hâline geldi. O, batıya ve yeniliklere düşman olan, yeni medeniyete sebepsiz yere muhalefet eden, geçmişin gericilerinden değildi. Seçme ve kritik etme cesareti olmayan, batının yuttuğu taklitçilerden de değildi. Bir taraftan ilmi kullanırken, diğer taraftan, ilmin, insanlığın manevî gereklerini ve gelişme ihtiyaçlarını karşılama konusundaki kusurlarını ve yetersizliğini de idrak ediyordu; bu eksikliğin giderilmesi için çözüm teklifleri getiriyordu. İkbâl’in, dünyaya ve insanlara arz ettiği, felsefî-manevî açıklamalar üzerine kurulu bir dünya görüşü vardı. İkbâl, sosyal öğretisini bu dünya görüşü üzerine tesis etmişti. Bağlı olduğu kültür ve tarihe dayanarak, günümüzde insanoğlunun gelişmesinin elverdiği kadar, Hz. Ali ayarında bir insan mefhumu düşünmüştür. “Hz. Ali ayarında” ne demektir? Hz. Ali ayarında demek; doğulu kalbine ve batılı zihnine sahip bir insan demektir. Derin ve engin düşünen insan demektir. Güzel ve muhteşem bir aşkı anlatan bir insan demektir. Hayatın acıları kadar, ruhun ızdıraplarını da tanıyan biri demektir. Hem Allah’ı, hem de insanları bilen biri demektir.

İkbâl, ilmin ışığına sahip, aşk ve iman ile yanan, keskin bakışları, esir milletlerin kaderini sorgulamadan, gafletin ve cehaletin galip gelmesine asla izin vermeyen biriydi. Reformları, inkılâpları ve zihinsel değişimleri araştırırdı. Bir düşünür olarak, ilmin ruhsuz gözünün (Francis Bacon’a göre) kainatın bütün gerçeklerini görmekten âciz olduğunu idrak etmişti. Sevdalı bir kalbin, sadece zâhitlik, kendini alçaltma ve paklama ile hiçbir şeye ulaşamayacağını hissederdi. Çünkü madde dünyası, toplumun ve hayatın kabullendiği bir insanı yalnız başına serbest bırakmaz. Kişi toplum kervanıyla birlikte hareket eder ve kendine ondan ayrı bir yol seçemez. İşte bizim, hem felsefî ihtiyaçlarımıza cevap verecek, hem de dünyaca kabul görecek, medeniyet ve dünyanın yeni kültürü tarafından fark edilecek, bir “düşünce ve hareket ekolü” isteme sebebimiz budur. Biz, düşünce ve hareket ekolünü; kişiyi, kültürümüzün ve bütün manevî/dinî servetlerimizin farkında olan, 4. veya 5. yüzyıldan değil, günümüzden vazgeçmeyen bir birey olarak yetiştirmesi için istiyoruz.

Biz, sorgulayabilen, ilmî bir düşünce yapısına sahip, insanlarının ıstıraplarına, hayatına, esaretine ve sıkıntılarına kayıtsız kalmayan insanlar yetiştirmek için böyle bir oluşumun özlemini çektik. Hem insanlığın gerçek ve (somut) ıstıraplarını, bütün toplumların ve kendi toplumunun içinde bulunduğu karmaşayı ve zorlukları düşünen, hem de örnek insanı, insanın önemini, insanlığın tarihteki ebedî vazifesini unutmayan ve bütün insan ideallerini maddî tüketim seviyesine indirmeyen bireylerin yetişmesini arzuladık. Bizim, bu muhtelif sahalarda ulaşmaya çalıştığımız her şey, İkbâl ’de bulunabilir. Çünkü İkbâl ’in yaptığı tek şey -ki bu, 20. yüzyılda, İslâmî bir toplumda, İkbâl’in bir Müslüman olarak gerçekleştirdiği en büyük başarıdır-, eski ve yeni kültürlere ait zengin bilgisiyle ve İslâm’ı örnek alarak kurduğu ideolojik ekolün ona verdikleriyle kendini geliştirmeye çalışmasıdır. İkbâl için mükemmel ve örnek bir insan diyemeyiz. O, ayrılıp dağıldıktan sonra, 20. yüzyılda tam bir Müslüman ve mükemmel bir İslâmî şahsiyet olarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanma, biz Müslüman aydınların atacağı ilk adım için bir başlangıç noktasıdır. Biz, en büyük sorumluluğu kendimizi ve toplumumuzu yeniden yapılandırma hususunda hissetmeliyiz. Seyyid Cemal (Cemaleddin Afgani) yeniden uyanış gibi bir duyguyu meydana koyan ilk kişidir. İkbâl, “Kimsiniz? Kimdiniz? ” sorularını sorarak, Seyyid Cemal’in insanlarda canlandırdığı bu hareketin tohumunun ilk meyvesi oldu. Bu ilk mahsul, büyük bir model, bir örnek ve bizim uyanışımızdır. Doğulular gibi biz de dünyanın bu bölümüne aidiz; bu tarihle bağlantımız var. Tabiatın ve batının karşı durduğu insanlarız.

Peki, biz “İkbâl bir reformcuydu” derken ne demek istiyoruz? Gerçekten de reform, bir toplumu, bütün talihsizlik, ıstırap ve zorluklarından kurtarabilir mi? Toplumla ilgili ilişki ve düşüncede ani, sert ve köklü bir inkılâp yer almamalı mı? İkbâl’in bir reformist olduğunu söylediğimizde, eğitimli sınıftakiler, sosyo-politik anlamda “reform”un “inkılâp” ile zıt olduğunu düşünürler. Çoğunlukla “reform” dediğimizde, tedrici değişimi veya üst kademedeki değişimi kastederiz. “İnkılap” ise, alt yapıdaki ani değişime, topyekün bir çöküşe ve akabinde de yeniden yapılanmaya işaret eder. Bu değişimler içinde, İkbâl’e reformist derken, toplumda yavaş ve tedrici bir değişimi kast etmiyoruz.. Maksadımız, tedrici değişim veya haricî reform değildir. Biz bu kelimeyi, “inkılâb”ı da içeren genel anlamıyla kullanıyoruz.

İkbâl’in bir reformist olduğunu, Seyyid Cemal’den sonraki büyük düşünürlerin yüzyılın dünyadaki en büyük reformistleri olarak bilindiğini söylerken, onların, toplumdaki tedrici ve haricî değişimi desteklediklerini söylemiyoruz. Onlar, düşüncede, görüşlerde ve duygulardaki köklü bir inkılâbın, ideolojik ve kültürel bir inkılâbın taraftarıydılar. İkbâl, Seyyid Cemal, Kevakibî, Muhammed Abduh, İbn İbrahim ve Mağrib Ulema Cemiyeti’nin üyeleri, son yüzyılda doğuyu sarsan büyük adamlardı. Kişisel reformun bir çözüm olmayacağına inandıkları için, bunların reformları ya da “ıslah edici inkılâpları” topluma yönelik olmaktadır.

ALİ ŞERİATİ
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Kullanıcı avatarı
rüya
Best of TurkiyeForum
Best of TurkiyeForum
Mesajlar: 2885
Kayıt: 10-07-2006 20:03

Mesaj gönderen rüya »

buda çok iyi anlaya
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir