Sensizken varlıksız bir ihtiyat oluyorum...
Çok özledim yine seni... Özlemlerim, çılgınlığın kabına sığmayan kesimlerini bekliyor... Delirmek üzereyim... Sensiz; yürüdüğüm kaldırımdan, bindiğim dolmuştan, konuştuğum insanlardan ve soluğumu kesen rüzgardan heybetli bir yabancılık çekiyorum...
Fark ettin değil mi; aramızda en çok geçen söz ayrılmaktı. Ama bu söz bile bizim için çoktan anlamı yitirmişti... Gururumuza kendimiz yön veriyoruz... Peki çıplak ayakla çıktığımız balkondan yalın şehre baktığımızda ne görüyoruz sevgilim? Ben, alınmış bir savaş görüyorum. Ayaklarımın altında bana bakabilecek bir yüzü dahi kalmamış, satılık bir kadının vücudundaki parmak izleri kadar yıkıcı, kalıcı ve hoyratça tüketilmiş bir gururun masumiyetine bile borçlu bir şehir... Ya sen ne görüyorsun? Çiçekler arasında yazılmış toz pembe bir öykünün dehşet verici sonunu mu, yoksa terk edilmiş benliğimizdeki kalan boş odaların tahrik edici yankılarını mı? Ne görüyorsun sevgilim, neleri görmeyi umup da neleri göremediklerinden başka?
Komünist dalgalı faşist deniz bugün yine bozgun bakışlarıyla bir süzdü beni... Dans et rüyalarınla sevgilim. Dans et ki, başı dönsün hayatın ve erken yat; geç uyansın umutlu martılar...
Seviyorum seni... İşte tüm fırtına burada başlıyor; sonu ve başı aslında hep aynı oluyor ama kimisi bittiği yere nefret kimisi de sıradanlaşmak diyor... Halbuki; bu yalancı, bu sahtekar ve bu satılık şehirde ki tek gerçektir o... Evet sevgilim; benim dünyam da ki bütün güzellikler ve beni yaşama değerli kılan tüm değerler sende başlıyor; sende bitmek üzere...