İncil Ve Tevrata Göre Hz. Muhammed S.A.V.

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

İncil Ve Tevrata Göre Hz. Muhammed S.A.V.

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

İncil Ve Tevrata Göre Hz. Muhammed S.A.V.

TEVRAT VE İNCİL’E GÖRE HZ.MUHAMMED (A.S.)

Yazar : Abdullah DAVUT
Yayınevi : Nil
Baskı : İzmir / 1993 / 356 shf.

Eski adı Peder Dawid Benjamin Keldani olan Abdu’l-Ahad Davud, Uniate (Papa’nın yetkisini tanımakla beraber, kendi dini ayinler ve adetlerini muhafaza eden Doğu Kilisesi) Keldani Mezhebi’nin Roma Katolik Kilisesine mensup bir rahibi idi. 1867 yılında İran’da Urmiye şehrinde doğmuş, ilk tahsilini burada tamamlamıştır. 1866’dan itibaren üç yıl yine aynı şehirde Süryani Hristiyanları için eğitim veren Canterburg Başpiskoposluğu Misyon Teşkilatında öğretim elemanı olarak çalıştı. 1892’de ise Kardinal Vaughan tarafından Propaganda Fide Collage’de dini ve felsefi çalışmalar yapmak üzere Roma’ya gönderildi ve üç yıl sonra rahipliğe terfi etti. 1895’te İran’a giderken uğradığı İstanbul’da, günlük bir gazete için Doğu Kiliseleri konusuda makale hazırladı. Süryani asıllı olan yazarımız, kesin zekasıyla büyük ümit vaad ettiği için Batılı misyonerler tarafından memleketi olan İran’ın Urmiye şehrinden Roma’ya götürülmüş ve burada iyi bir Hıristiyan eğitimi görmüştür. Ne var ki Avrupa’da elde ettiği yeni bilgiler ve eski dinleri orjinal kaynaklarından öğrenme imkanı, Abdu’l-Ahad Davud’un mütecessis zekasına yeni ufuklar açmış, hakikatı arama arzusuna yeni boyutlar kazandırmıştır.

Her ne kadar bazı Müslüman araştırmacılar da Hz. Muhammed’in eski Mukaddes Kitaplar’da müjdelendiğine dair risaleler ve bazı yazılar kaleme almış iseler de, bunların çoğu ya sadece Hristiyanların muharref saydıkları Barnaba İncil’ine dayandığı, ya da yazarlarının İbranice, Süryanice, Aramice, Latince ve Yunanca gibi, Tevrat ve İncil’i asli nüshalarından okuyup incelemek için son derece önemli olan lisanları bilmedikleri için eksik kalmaktan kurtulamamıştır. Kaldı ki bunların Hristiyan ve Yahudi literatürlerini tam anlamıyla tanıdıkları ve taradıkları da söylenemez.

Bilindiği gibi insanı insan yapan, alelade bir varlık olmaktan çıkarıp ‘eşref-i mahluk’ haline getiren şey şu üç haslettir: İyi, doğru ve güzel… İşte bunun içindir ki, sevdiklerimize ve başarılı olmasını temenni ettiğimiz kimselere ‘iyiye, doğruya, güzele…’ deriz. Gerçekten de insan olabilmenin şuuruna erebilmiş bir dimağ için bunları elde etmekten daha iyi, daha doğru ve daha güzel ne olabilir? Ne var ki, bu muazzam değerlerden birini veya birkaçını elde edip gün ışığına çıkarmayı ve onları diğer insanların istifadesine sunmayı kendisine şiar edinmiş pek az mütefekkir, ilim adamı ve sanatkar bulunmaktadır. İşte İngilizce’den tercümesini yaptığımız kitabımızın yazarı Abdu’l-Ahad Davud da böyle nadide ilim adamlarından biridir.

Başta Doğu kiliseleri olmak üzere, çeşitli kiliselerde, kilise babaları arasında Kelam’a dair çok şiddetli münakaşalar vuku bulmuştur. Daha ikinci asırda başlayan bu tartışmalar, Tevhidci görüşü savunurların ezilmeleri ve kitaplarının kaynaklarının yok edilmesine kadar devam etmiştir. Bugün bunların, İncil ve İncil tefsirleriyle, çeşitli yazarlarından günümüze değişmeden gelen yegane şeyler, bu Tevhidcilerin muarızları olan Teslisçilerin, mesela Greek Patriği Plhoutius’un ve bundan önceki bir kaç kişinin tenkit etmek için risalelerine aynen aldığı parçalarından ibarettir.

Tevrat ve İncil’lerin muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak zor değildir. Aslında bir hak peygamberin, kendisinden sonra gelecek peygamberin adını ve bazı özel işaretlerini bildirmesi mantıki bir zarurettir. Aksi taktirde bir hak peygamberi, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahta peygamberlerden ayırt etmek kolay kolay mümkün olmayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Adem’den itibaren her peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberin ve ‘Hatemül Enbiya’nın işaret ve alametlerini beyan etmiş, böylece de o peygamberin zamanına yetişecek olan insanların, kendi rehberlerini tanımaları mümkün olabilmiştir.

Abdu’l-Ahad da bu eserinin birçok yerinde bu kitabı yazmaktaki maksadının, Hristiyanları ve Yahudileri rencide etmek, onlarla boşuna bir çatışmaya girmek değil, Kitab-ı Mukaddes’te mevcut olup da bunların din adamları tarafından özellikle gözden kaçırılmak istenen bir hakikatı gün ışığına çıkarmak olduğunu beyan etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “hakikati aramak” ise “insan olmanın”en tabii icabıdır. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’in dört yerinde (Bakara-111, Enbiya-24, Kasas-75) iddialarında samimi olanları, delillerini getirmeye davet etmektedir.

Üstelik bu Eski ve Yeni Ahidler’deki pek çok ayet, Kitab-ı Mukaddes mütehassısı olmayan bir kimsenin dahi hemence dikkatini çekecek mahiyettedir. Böyle bir durum, Kur’an-ı Kerim’in “Allah, peygamberlerden şu hususta söz almıştır: ‘Size kitap ve hikmet verdikten sonra, sizinle beraber olanı tasdik eden bir resul gelecektir. O’na kesinlikle inanacak ve yardım edeceksiniz.” (Al-i İmran - 81,82) ve “Hani bir zaman da Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrail oğulları, şüphesiz ki ben size gönderilen Allah’ın peygamberiyim, önümdeki Tevrat’ı doğrulayanım ve benden sonra gelecek olan Ahmet ismindeki bir peygamberi müjdeleyenim.”(Saff-6) şeklindeki hikmetine ne kadar da uygundur. İşte bu sebeple, Tevrat ve İncil’lerin bu muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak hiç de zor olmayacaktır. Aslında bir hak peygamber, kendisinden sonra gelecek peygamberi bazı emareleri ile belirtmediği taktirde peygamberin, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahte peygamberlerden ayırt edilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır.

1900 yılbaşı gününde Ermeniler’e “Yeni Asır ve Yeni İnsan” konulu bir vaaz verdi. O, bu vaazında İslam’ın zuhurundan önce Nasturi misyonerlerin İncil’i bütün Asya’da vaaz ettiklerini hatırlatmaktan başka onların Hindistan’da, Tataristan’da, Çin’de ve Moğolistan’da çeşitli müesseslere sahip olduklarını, İncil’i Uygurca’ya ve diğer dillere tercüme ettiklerini, Katolik, Amerikan ve Anglikan misyonerleri, küçük bir iyiliğe rağmen, zaten bir avuç olan ve İran’a, Doğu Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya dağılmış bulunan Asuri-Keldani ulusunu, temel öğretim yoluyla çeşitli düşman mezhepler halinde parçaladıklarını ve onların bu çabalarının nihai çöküşü hazırlamaya matuf olduğunu dile getiriyordu.

Netice olarak, o yerlilere yabancı misyonerlerin himmetine güvenerek değil de, kendi işlerini kendileri gören insanlar olabilmesi için bazı fedakarlıklara katlanmalarını telkin ediyordu.

Peder Benjamin, aslında prensip olarak tamamen haklıydı. Ne var ki, bu işaret edilen hususlar, Hıristiyan misyonerlerinin ilgisini çekecek kadar fazla kabul görmedi.

O zamana kadar beş büyük ve gösterişli misyoner teşkilatı - ki bunlar Amerikan, Fransız, Alman, Anglikan ve Rus idiler; kolejleri, zengin dini cemiyetler tarafından desteklenen basınları, konsoloslukları ve sefaretleriyle,yaklaşık yüz bin Asuri-Keldani’yi Süryani dininden koparıp her biri kendi inançlarına sokmaya büyük gayret gösteriyorlardı.

Bu rahibin zihninde uzun zamandan beri çözüm bekleyen büyük bir konu gitgide vuzuha kavuşmaya başlıyordu. Hıristiyanlık, bütün bu değişik ve çok sayıda tefsir şekilleriyle güvenilir olmaması sebebiyle, sahte ve tahrif edilmiş kitabıyla Allah’ın hak dini olabilir miydi ?

Peder Benjamin, 1900 yılının yazında Digalo köyündeki meşhur Çalı Bolağı Çeşmesi yanında bulunan bağ evinde inzivaya çekildi. Buradaki bir ayını ibadetle, tefekkürle ve Kitab-ı Mukaddes’i orjinal metinlerinden okuyarak geçirdi. Nihayet aradığını bulunca Urmiye Başpiskoposluğu’na bir yazı göndererek Papazlık görevinden ayrılış sebeplerini samimi bir şekilde izah etti. David Benjamin’i kararından caydırmak için kilise ileri gelenleri tarafından yapılan teşebbüslerin hiçbiri fayda vermedi.

David, Belçikalı uzmanların idaresi altında faaliyet gösteren Tebriz’deki İran Posta ve Gümrük İşletmesi’nden yapılan davet üzerine müfettiş olarak birkaç ay görev yaptıktan sonra Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın sarayında öğretmen ve mütercim olarak çalıştı. 1904 yılında Britanya Unitaryan Cemiyeti tarafından İran’daki kendi cemaati arasında eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunması için görevlendirildi. İşte bu münasebetle yolu, İran güzergahı üzerinde bulunan İstanbul’a düştü ve burada Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ve diğer ulemayla yaptığı bir kaç görüşmeden sonra İslam dinini kabul etti.

Müellif eserin büyük bir bölümünde birinci derecede önemli gördüğü konu, Allah’ın sıfatları meselesidir. Sonra, eserin devamında müellif Ahid’in gerçek sahibinin sadece ve sadece Hz. Muhammed(sav) olduğunu beyan etmektedir. Ve yine Eski Ahid’de dile getirilen bir çok beşarete de bakıldığında tam manasıyla Hz. Muhammed’in(sav) müjdesinin verildiği açıkça anlaşılmaktadır.

Hakikatin teslimi ve dünya barışı açısından Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında, ciddi ve esaslı bir çalışmayı gerektiren iki esaslı konu bulunmaktadır. Bu her iki din de, ilhamını bir ve aynı kaynaktan aldığını iddia ederken, bu konu üzerinde durulmamış da, önemsiz bazı hususlar münakaşa konusu olmakta devam ede gelmiştir. Aslında bu her iki dinde Allah’ın varlığına ve O’nunla İbrahim(as.) arasında bir ahdin mevcudiyetine inanır. Bu iki ana noktaya istinaden her iki dinin aydın mensupları arasında tamamen adil ve nihai bir anlaşmaya varmak mümkün olabilir. Önce şunu sormak gerektirir:Bir tek Allah’a inanır veO2na kulluk edersek daha zavallı daha aciz mahluklar oluruz, yoksa birden fazla Allah’a inanır ve onlardan korkarsak mı daha zavallı ve cahil kimseler oluruz? Önce bu iki soruya cevap verilmelidir.

İslamın Allah anlayışının, gerçek Allah kavramından farklı ve sadece Hz. Muhammed’in kendi uydurduğu hayali bir ilah olduğu şeklindeki cahilce ve peşin hükümlü kanaatlar safsatadan ibarettir. Eğer Hıristiyan din adamları ve papazları,Kitab’ı Mukaddes’in tercümelerini değil de, Müslümanların Kuran’ı Arapça aslından okudukları gibi, orjinal İbranice asıllarından okumuş olsalardı,Müslümanların inandığı Allah’ın Hz. Adem (as) ve diğer peygamberlere vahiyle bulunan Cenab-ı Haktan ayrı olmayıp bu Allah kelimesinin eski Sami asıllı olduğunu açıkça göreceklerdi.

Hıristiyanlara, zoraki bir şekilde Üç’ün Üçüncüsü olan, yani üç İlah’tan biri olan Allah’ı kabul ettirdiler. Cenab-ı Hak, bunların bu inançlarını şöyle kınamaktadır: “And olsun ki,Allah Üç’ün Üçüncüsüdür (Üç İlah’tan biridir) diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, herhalde onlardan küfre girenlere elem verici azap vardır.”(Maide-V/73).

Allah yaratıcıdır, çünkü ezelde yaratmış, daima da yaratmaktadır. Allah kendine mahsus bir şekilde ezelde konuştuğu gibi, daima da konuşmaktadır. Fakat Allah’ın yarattığı şey ezeli veya ilahi bir şahsiyet arz etmez. Bu yüzden O’nun kelamı da ilahi veya ezeli bir şahsiyet değildir. Halbuki Hıristiyanlar daha ileri giderek Yaratıcı’yı “İlahi Baba”, O’nun kelamını “Oğul” yarattıklarına ruh vermesi sebebiyle de “Kutsal Ruh” yaparlar. Fakat bunu yaparken O’nun, yaratmadan önce Baba, konuşmadan önce Oğul ve hayat vermeden önce Ruhu’l-Kudüs olamayacağı şeklinde bir mantığı unuturlar.

Allah’ın sıfatlarını, O’nun aposteriori (kesbi bilgi) tezahürlerdeki eserleri sayesinde anlayabilirsek de ne müellifin bir görüş ileri sürebileceğini, ne de herhangi bir insan zekasının ilahi sıfatın mahiyetini ve Allah’ın Zatı ile olan münasebetini idrak edebileceğini düşünebiliriz. Ezeliyi, Apriori (vehbi ilimle) sıfatları kavrayabilmemiz de mümkün görünmemektedir. Aslında Cenab-ı Allah bize kendi varlığının mahiyetinin nasıl bir şey olduğunu kutsal kitaplarında açıklamadığı gibi, insan zekası da bunu kavrayabilecek kapasitede değildir.

Müellif bu yazılarıyla kanayan bir yarayı yeniden depreştirmeyi veya Kilise ile lüzumsuz bir münakaşaya, kavgaya girmeyi de asla arzulamamıştır. Bunları yazmakla müellif, onları sadece çok önemli bir meselenin dostça ve hoş bir şekilde müzakeresine davet etmektedir.

Hıristiyanlar şayet Cenab-ı Allah’ın zatını tarif konusunda boş teşebbüslerinden vazgeçer ve O’nun mutlak “Bir” olduğunu itiraf ederlerse, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yakınlaşma da kolay sağlanır, hatta ve hatta böyle bir birlik “ihtimal” olmaktan çıkar, “mümkün” hale gelir. İlk önce Allah’ın bir olduğu gerçeği bilinip kabul edilmeli ki, bu iki din arasında diğer birçok mesele kolayca çözümlenebilsin.

Müellif sıkıntılı bir hayattan sonra Dar’ül Aceze’de vefat etmiştir.
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
commando
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
R.Ö.Y. 1. Etap Şampiyonu
Mesajlar: 2119
Kayıt: 14-04-2005 13:18

Mesaj gönderen commando »

Tevratta Resûlullahın alâmetlerini görüp Müslüman olan sahâbî: ABDULLAH BİN SELÂM

Abdullah bin Selâm hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensârın büyüklerindendir. Medîne'deki Yahûdî Benî Kaynuka kabîlesinden idi. Soyu Hz.Yûsüf'e dayanıyordu. Asıl ismi Husayn idi. Müslüman olunca Resûlullah efendimiz ona Abdullah ismini verdi.

Îmân etmeden önce, Yahûdî âlimlerinden idi. Müslüman olması çok ibretlidir. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır:

Âhir zaman peygamberi

"Babam Yahûdîlerin ileri gelen âlimlerinden idi. Bana Tevrat'ı okutur, dindar yetişmem için elinden geleni yapardı. Bir gün âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini ve yapacağı işleri anlatarak dedi ki:

- Eğer âhir zaman Peygamberi, Hârûn aleyhisselâmın neslinden ya'nî kendi kavmimizden gelirse inanırım, başka kavimden gelirse inanmam! Sen de inanma!

Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicret etmeden önce babam vefât etti.

Resûlullah efendimiz Medîne'ye hicretinden önce, Mekke'de Peygamberliğini açıkladıktan sonra, sıfatlarına ve yaptığı işlere baktım, tıpa tıp babamın anlattıklarına uyuyordu. Fakat, kavmimizin ileri gelenleri, sırf Arab kavminden geldi diye Resûlullaha karşı çıkıyorlardı. Tevrat'ta bildirilen alâmetler gâyet açıktı.

Bir gün Yahûdîlerin hurma bahçelerine gittim. Kendi aralarında, "Arabların adamı geldi!" diye konuşuyorlardı. Bu sözü duyunca beni bir titreme tuttu. Elimde olmadan "Allahü Ekber" diye bağırdım. Benim tekbîr getirdiğimi gören halam Hâlide binti Hâris bana kızıp dedi ki:

- Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin.

Ben de ona şöyle karşılık verdim:

- Ey hala! Vallahi O, Hz. Mûsâ gibi Peygamberdir. Mûsâ aleyhisselâmın tevhîd dînindendir. Buna niçin karşı çıkıyorsunuz?

- Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o Kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?

- Evet.

- Öyleyse sevinmekte haklısın.

Dayanamayıp, Resûlullahı görmek için bulunduğu yere gittim. Daha ilk gördüğümde kendi kendime, "Bu güzel yüzün sâhibi yalan söyliyemez!" dedim. Resûlullah insanlar arasına oturmuş, onlara nasîhat ediyordu. İlk işittiğim hadîs-i şerîf şuydu:

- Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız, yakın akrabalarınızı ziyâret ediniz! İnsanlar uykuda iken namaz kılınız! Böylece Cennete selâmetle girersiniz.

Allah birdir

Sonra bana dönüp sordu:

- Sen Medîne âlimi İbni Selâm değil misin?

- Evet

- Ey Abdulah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?

- Evet, öğrendim. Yâ Resûlallah cenâb-ı Hakkın sıfatlarını söyler misin?

Resûlullah efendimiz bana İhlâs sûresini okudu.

"De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi değildir!" meâlindeki âyet-i kerîmeyi işitince:

- Şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve resûlüsün, diyerek îmân ettim.

Abdullah bin Selâm Müslüman olduktan sonrasını şöyle anlatıyor:

Müslüman olduktan sonra Resûlullaha dedim ki:

- Yâ Resûlallah! Yahûdîler kadar, yalancı, inatçı, zâlim kimse yoktur. Hiçbir iftirâdan çekinmezler. Şimdi benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse olmadık iftirâ ederler, bunu açıklamadan önce onlara beni sorunuz!

Çok büyük âlimimizdir

Sonra ben bir perdenin arkasına saklandım. Resûlullah bir grup Yahûdîyi çağırdı. Onlara sordu:

- Aranızdaki Husayn [Abdullah] bin Selâm nasıl bir kimsedir?

- Çok büyük bir âlimimizdir. Onun gibi hayırlı birisi az bulunur. O doğru sözlüdür.

- Eğer o Müslüman olduysa siz ne dersiniz?

- Allah onu böyle birşeyden korusun!

Sonra saklandığım yerden çıkıp dedim ki:

- Ey Yahûdî topluluğu, Allahtan korkunuz! Size geleni kabûl ediniz! Allaha yemîn ederim ki, siz Resûlullahın hak Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Çünkü alâmetleri Tevrat'ta açık olarak yazılıdır. Başka kavimden geldiği için inadınızdan îmân etmiyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Allahın resûlüdür.

Bunun üzerine Yahûdîler:

- Bizim en kötümüz budur. Aramızda bundan daha kötü biri yoktur, deyip olmadık iftirâlar etmeye başladılar. Peygamber efendimiz Yahûdîlere dönüp buyurdu ki:

- Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzûmsuzdur.

Hz. Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyete da'vet etti. Halası da dâhil hepsi Müslüman oldular.

O'nun îmân etmesi Yahûdîleri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hattâ Yahûdî âlimlerinden ba'zıları:

- Araplardan peygamber çıkmaz. Senin adamın hükümdardır, diyerek, Abdullah bin Selâm'ı İslâmiyetten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaffak olmadılar.

Kendisi ile birlikte Sa'lebe bin Sa'ye, Üseyd bin Sa'ye, Esed bin Ubeyd ve ba'zı Yahûdîler samîmî olarak Müslüman oldular. Fakat ba'zı Yahûdîler dediler ki:

- İslâmiyete yalnız bizim kötülerimiz inandı. Eğer, onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı.

Bunun üzerine inen âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruldu:

(Onların, Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Ehl-i kitabın içinde bir cemâ'at vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allahın âyetlerini okurlar.) [Al-i İmran: 113]

Âdil şâhid

Abdullah bin Selâm'ın îmân ettiğine ve fazîletine Kur'ân-ı kerîmin şu âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessîrler ifâde etmektedirler. Bu âyet-i kerîme meâlen şudur:

(İnkâr edenlere de ki: Eğer Kur'ân-ı kerîm Allah tarafından gönderilmiş olup da siz inanmayıp inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şâhid Kur'ân-ı kerîmi benzerine, Tevrat'a göre bu da Allah kelâmıdır diye şehâdet edip inandı da siz yine de büyüklük taslarsınız, bana söyleyin kendinize yazık etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz Allah zalim milleti doğru yola eriştirmez.) [Ahkâf: 10]

Tefsîr âlimlerine göre, âyetteki İsrailoğullarından bir şâhid olarak bahsedilen kimse Abdullah bin Selâm'dır. Çünkü O kendi milletine:

- Hz. Mûsâ'ya inen Tevrat'ı Allah kelâmı olarak kabûl edip de Hz. Muhammed'i ve O'na inen Kur'ân-ı kerîmi inkâr etmek zulümdür, diyerek Müslüman olmuştur.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Yahûdî âlimi iken Müslüman olup îmân ile şereflenince, kendini tamamen İslâm dînine verdi. Yahûdilerin kendisi hakkında uydurdukları iftirâlara kulak asmadı. Kur'ân-ı kerîme dört elle sarılıp, Resûlullahı bir gölge gibi takip etmeye başladı. Peygamber efendimiz onun hakkında buyurdu ki:

- Cennetlik birini görmek istiyen, Abdullah bin Selâm'a baksın.

Bahçede gördüm

Bir gün Resûlullahın huzûruna gelip dedi ki:

- Yâ Resûlallah, rü'yâmda kendimi bir bahçede gördüm. Bahçenin içinde demirden bir direk vardı. Direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında bir kulp, bir çember vardı. Bana, "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez" dedim. Bunun üzerine yanıma birisi gelerek, sırtımdaki elbiseyi çıkardı. Böylece rahatça direğin tepesine çıktım, kulpundan tuttum. "İyi tut, bırakma!" diye de tenbîh edildi. Böylece direğin kulpu elimde olduğu hâlde uyandım.

Peygamber efendimiz rü'yâsını şöyle ta'bîr etti:

- Gördüğün bahçe İslâm dînidir. Direk de İslâm dîninin direği, tevhîdidir. O kulp da sağlam olan îmândır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzere yaşayacaksın!

Başka bir zamanda Peygamber efendimiz, Eshâbı ile sohbet ederken buyurdu ki:

- Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden biridir.

Eshâb-ı kirâm merakla kimin gireceğini beklerken, Abdullah bin Selâm'ın girdiğini gördüler. Daha sonra bu müjdeli haberi kendisine bildirerek sordular:

- Yâ Abdullah, bu dereceye hangi amel ile ulaştın?

- Ben zayıf bir kimseydim. En kuvvetli ümidim, kalb selâmeti ya'nî kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka beni kurtaracağından ümitli olduğum bir amel bilmiyorum.

Kibirli Cennete girmez

Abdullah bin Selâm hazretleri nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmişti. Kendisi zengin olduğu hâlde, ba'zan Medîne çarşısında sırtında yük taşıdığı görülürdü. Bir gün yine onu bu hâlde görenler dediler ki:

- Senin çocukların, hizmetçilerin var. Bu işleri niçin onlara gördürmüyorsun?

- Evet bu işleri görecek kimselerim vardır. Fakat ben nefsimi denemek istiyorum. Böyle işler nefsime ağır geliyor mu, gelmiyor mu? Maksadım bunu anlamaktır. Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, (Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse, Cennete girmiyecektir) buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de, (Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır) buyurmuştur. İşte bunun için yükümü kendim taşıyorum.

Abdullah bin Selâm hazretleri, Hz. Osman'ın şehâdeti esnâsında yanında bulunuyordu. İsyâncılara dedi ki:

- Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hz. Osman'ın üzerinizde çok hakkı vardır.

Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.

Hz. Abdullah hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi.

Eshâb-ı kirâmdan Mu'âz bin Cebel, 639'da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanmıştı. Vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan talebesi Yezid bin Âmire'ye dedi ki:

- Niçin ağlıyorsun?

- Ben dünya için ağlamıyorum. İlmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!

Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:

İlim kaybolmaz

- İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah bin Selâm'dan, çünkü Resûlullah onun hakkında, "O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hz. Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğren.

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır:

Medîne'de bir takım Yahûdî topluluğu Resûlullaha gelerek dediler ki:

- Senin getirdiğin dinde recm var mıdır?

Resûlullah efendimiz de onlara sordu:

- Recm cezâsı hakkında Tevratta ne yazıyor?

- Tevratta recm cezâsı yoktur.

Abdullah bin Selâm Yahûdîlere dedi ki:

- Yalan söylüyorsunuz! Tevratta recm âyeti vardır.

Bunun üzerine Tevratı getirip açtılar. Yahûdîlerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona:

- Elini kaldır! dedi.

O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahûdîler dediler ki:

- Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi. Tevratta hakikaten recm âyeti vardır.

Birgün Hz. Abdullah bin Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu:

- Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?

Hz. Ka'b dedi ki:

- Tama', hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır.

Hırsın kaynağı

Birisi de Fudayl bin Iyâd'a dedi ki:

- Ka'b'ın bu sözünü bana izâh eder misin?

Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi:

-Tama', insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefsinin herşeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir.

Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar.

Ya'nî seni emirleri altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin.

Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin.

Bu verdiğin selâmı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olurdu. Bu benim sana anlattığım, yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.
[b] Biri Ecdadima Küfrettimi boğarim.
Boğamasamda yanımdan kovarım..
Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum..
Kesilir ama çekmeye gelmez boynum..
Mehmed Akif Ersoy [/b]
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir