Garcia dan gelen mektup

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Garcia dan gelen mektup

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

Garcia’dan gelen mektup


Okumaya, belgesel izlemeye, tarih ve felsefeye olan ilgim sayesinde dünya üzerinde bir yerlerde adı İslam ya da Müslüman olan bir din olduğunu daha önceden biliyordum;

ama hiçbir zaman bu konuda detaylı düşünmedim; herhalde bunun sebebi hayatımın büyük bir bölümünü dinine bağlı bir Katolik olarak geçirmem ve dolayısıyla diğer dinleri hatalı addetmemdi. Latin Amerika’da yaşıyor olmamız hasebiyle, benim ailem de nüfusun % 80’i gibi Katolik’tir. Aldığım eğitim de hep bu çizgide olmuştur; ilk, orta ve lise öğrenimim boyunca aynı okula devam ettim (Los Santos Padres). Bana verilen eğitim kilise yasalarına uygun kanonik ve dogmatik bilgiler içeriyordu ve orada yaşanan inanç duygulardan çok akla hitap ediyordu. Din dersleri ilahiyat ve inzivadan oluşuyordu. Bunun kötü bir şey olduğunu söylemiyorum ve onları da eleştirmiyorum; çünkü o dönemde ben de dinle ilgili bu bakış açısına sıkı sıkıya bağlanmıştım ve bunun en önemli sebeplerinden biri de büyüdüğüm şehirde iki farklı Katolik akımın her zaman karşı karşıya gelmesiydi: Opus Dei ve muhafazakârlar ile karizmatik ilerici hareketler. Okuduğum okul Opus Dei anlayışını benimserken, ailem, özellikle de annem, ilerici hareketlerde yer alıyordu. Doğrusu okulun dinle ilgili entelektüel bakış açısı hemen her konuyu kapsıyordu, öyle ki sloganları “İnanmak için Anla” (Aziz Agustin’e ait bir söz ve devamı “Anlamak için İnan”) idi; dolayısıyla felsefe en çok önem verilen ve benim de en fazla hoşlandığım konulardan biriydi. İdeoloji anlamında o okulun en iyi öğrencisi olduğum söylenebilir; ama akademik anlamda aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Sanırım beynimin gerçek anlamda harekete geçmesi ve her şeyi, özellikle de inanmam ve körü körüne; anlamadan, düşünmeden, üzerine kafa yormadan bağlanmam istenen din ve diğer birçok konuyu sorgulamaya başlamam okulun dördüncü yılına denk gelir. Okulun bana verdiği eğitim iki ucu keskin kılıca dönüşmüştü. Bir taraftan, entelektüel açıdan dokunulmaz ve fikirleri çürütülemez, dinî metinlere ve mantığın kendisini ateist gençlere karşı savunmak için kullandığı delillere meraklı bir insan meydana getirmiş; diğer taraftan da ileride Katolik inançlarımı tümden yıkacak olan şüphelerimi beslemeye başlamıştı. Felsefe ve akılcılık hayatımda önemli bir rol almaya başlamışlardı; bunun sebebi kişisel zevk, eğitim, çoğunluktan farklı olma çabası ya da çok sevdiğim ve ihtiyaç duyduğum inançlarımı savunma yollarını aramak olabilir. Bütün dönemlerin filozoflarını, inanış ilkelerini ve ideolojilerini detaylı bir şekilde araştırmaya başladım. İlk kırılma da burada gerçekleşti; o kadar savunduğum dinsel dogmalar ve Katolik inancı tenimden kalbime doğru değişmeye başladı; fakat ayinlere gitmeye ve dinimi uygulamaya devam ediyordum; kilisede yıllar süren çalışmalarımı, adanmış onca saatleri, ibadetleri ve kiliseye ait düşünceleri savunmak için yaptığım tartışmaları bir çırpıda kenara atamazdım.

Yalnız kesinlikle bıraktığım iki şey vardı: Biri pazar ayinleri, diğer ise günah çıkarmak; artık ayinlere gitmeyecek ve bir daha asla günah çıkarmayacaktım. Aynı dönemde, arkadaş grubum da benzer bir kriz yaşıyordu; ama onlar konu üzerine fazla kafa yormadan ya inançlarını terk ettiler ya da olanı kabullenip bir şey yapmadılar.

Mantık ve inanç çelişmesi

En iyi arkadaşlarımdan biri olan Santiago, dinî vecibelerini yerine getirmeyi çoktan bırakmış biriydi. O gün, Agustina adlı bir bayan arkadaşı San Francisco de Asış kilisesine götürürken onlara eşlik etmemi istedi. Onlarla birlikte gittim; Agustina, kilisenin önünde arabadan inmeden önce bana “Sen ayine gittin mi?” diye sordu. Benim verdiğim “Evet” cevabı ise yalandan başka bir şey değildi. O günden sonra bir daha asla ayine gitmedim. Ama şimdi başka bir sorun vardı; o denli savunduğum doktrinlerin çöktüğünü, özellikle de aileme nasıl söyleyecektim? Söylemedim, büyük bir yalan uydurdum; kiliseye gittiğimi söylüyor; ama gerçekte gitmeyip sokaklarda dolaşıyor ya da arkadaşlarımla takılıyordum. Elbette bu yalan fazla uzun sürmedi, her taraftan çatlak vermeye başladı ve bu çatlakların bir şeyle doldurulması gerekti. Katolik kilisesinden ayrılışımla ilgili mantıklı, akılcı ve entelektüel (her şeyden önce ben öyle bir insandım) bir açıklama yapmam gerekiyordu. İşte, pes edip teslim olmam ve bir zamanlar hayatımı yönlendiren, gerçekten çok sevdiğim, kalpten bağlandığım ve bana inanılmaz huzur veren doktrinleri savunmayı bırakmam genel anlamda bu şekilde gerçekleşti. Katolik kilisesinde, en azından benim yaşayıp gördüğüm kadarıyla, mantık ve inanç bir arada bulunmuyordu, her ne kadar Aziz Agustin ve Aziz Tomas aksini söyleseler de... Kiliseyi tamamen terk etmeyi kafama koymuştum ve artık bunun geri dönüşü yoktu. Fakat kiliseyi dışlamanın bende bıraktığı boşluğu doldurmanın bir yolunu zaman kaybetmeden bulmam gerekiyordu. Bu yeri doldurabilecek tek bir aday vardı; o da zamanında kiliseyi savunmak için mücadele verirken sonunu hazırlayan mantıktan başkası değildi.

İnanca mantık kıskacı

Her şeyi mantığa uygun olarak yeniden inşa etmek, eğer olmuyorsa yine mantıkla ortadan kaldırmak gerekiyordu. İlk önce halledilmesi gereken mesele Tanrı’nın varlığıydı, “Tanrı gerçekten var mı?” sorusuna bir cevap bulmak gerekiyordu. Bu cevap, dinle ilgili her şeyi reddetmenin sebebini açıklayabilmek için hayati önem taşıyordu. Ebette ki verilecek cevap “Hayır, Tanrı (diye bir şey) yok” olmalıydı; zaten bu “Tanrı var mı bilmiyorum; ama bence yok!” şeklinde söyleniyor ve devamında Kant, Nietzsche, Faure’dan sayısız felsefi argümanlara ve Aziz Tomas Aquino’nun yöntemleri ya da Aziz Anselmo’nun varlıkbilimci yaklaşımlarıyla Tanrı’nın varlığına dair akılcı kanıtların çürütülmesine yer veriliyordu. Birçok defa, gerek arkadaşlarımla gerekse rahipler, filozoflar, akrabalarım ya da hiç tanımadığım insanlarla, Tanrı fikrinin ve dinle alakalı her şeyin mantığa ne kadar ters olduğunu göstermek için sonu gelmez tartışmalar başlattım; kaldı ki bu insanlardan bazıları inançlarının gereğini yerine getirmiyor; ama Tanrı’ya inanmaya devam ediyorlardı.

Felsefe yetersiz kalıyor

Katolik öğretileriyle ilgili problemi aşmışlardı; ama şüpheler çok daha derinlere inmeye başlamıştı ve sorular art arda sıralanıyordu: “Tanrı, var mı? Hayat nedir? Ben kimim?” Mantığın sonsuza dek yaşam kılavuzum olabilmesinin anahtarı bu sorulara verilecek doyurucu cevaplarda gizliydi. Seviyesi çok yüksek olan sayısız felsefe kitabı aldım, günlerce bu soruların cevaplarını bulabilmek için okuyup onlarca yazı yazdım. Ama sonuca ulaşamıyordum; çünkü en önemli filozoflar bile teorilerinde tam da benim ihtiyaç duyduğum noktalarda boşluk bırakıyorlardı. İç dünyamda bütün bunlar olurken, bir yandan da hayatım iş ve eğitim anlamında belirli bir olgunluğa doğru yola almaya başlamıştı; yani artık her şeyin tek sorumlusu ben olacaktım. Kendime (uygun) bir bölüm ve iş seçmem gerekiyordu. Bu da kilit anlardan bir diğeriydi. Bütün zamanımı alacak bir bölüm seçemezdim; çalıştığım iş ise çok rutin ve orta karardı. Hayat bu olamazdı; kesinlikle hayat bundan fazlası, duyularımla algıladığımdan öte bir şey olmalıydı. Birkaç yıl bu sorulara cevap aradım, Tanrı’nın var olmadığına, Katolik öğretilerin mesnetsizliğine, hayatın acı olduğuna, insanoğlunun değersizliğine ve varoluşun gereksizliğine dair argümanlar hazırladım. Tâ ki bir gün bana “İstediğin kadar delil topla, benim varlığım sana bağlı değil!” diyen sesi duyana kadar. Kafam patlayacak gibiydi ve birkaç dakika için her şey yerinden oynamıştı. Bütün sorular değişmişti, mesaj çok açıktı; kabul de etsem ret de etsem benim ne düşündüğümün önemi yoktu! Tanrı’nın varlığı kesinlikle bana tâbi değildi. Bu apaçık gerçeğin farkına nasıl varamamıştım şimdiye dek! Bir kere daha hayatıma yön veren (düşüncelerin) temelleri sarsılmış, her şey yeniden çökmeye başlamıştı. Harcanan onca emek ve zaman hiçbir işe yaramamıştı ve her şeye yeniden başlamak gerekecekti. Yaşantımı uzun zaman bütün saldırılarımın hedefi olan Tanrı’yla nasıl barıştıracaktım?

Irak’ın işgali beni İslam’a yöneltti

Ben bunları yaşarken, dış dünyada Amerika’nın Irak’ı işgali patlak vermişti. Yankilerden çok hoşlanmadığımdan olacak, savaşın CNN’de anlatılandan ibaret olmadığını düşünerek Irak’la ilgili daha fazla bilgi edinmek için araştırma yapmaya başladım ve tabii ki Müslüman bir ülke olduğunu öğrendim. İyi ama bu tam olarak ne anlama geliyordu? Söylendiği kadarıyla Müslümanlık “aşırılık ve hoşgörüsüzlük” demekti. Ama, bu da doğru olamazdı, tarihin bir başka versiyonu olması gerektiğini düşünerek bu dinin nereden geldiği ve neden bu kadar önemli olduğu konusunu araştırmaya başladım. Başvurduğum ilk kaynaklar Britannica tarzı ansiklopedilerdi; ama orada yazılanlar yeterli gelmiyordu bana; üçüncü şahıslardan değil, bizzat Müslümanlardan gelen bilgiye ihtiyacım vardı. Bu anlamda, aldığım ilk kitap Kur’an’dı. En iyi Kur’an tercümesini bulmak için yaptığım bitmez tükenmez araştırmalar, İslami web sayfalarına yolladığım onlarca elektronik posta neticesinde Julio Cortez tarafından hazırlanan Kur’an mealinde karar kıldım ve bunu nereden bulabileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda oldukça zorlandım; çünkü normal kitapçılarda tanınmamış kötü tercümeler vardı ve bunların birçoğunda Kur’an’ın yazarı “Maçoma” olarak gösteriliyor, bu da beni iki sebepten dolayı rahatsız ediyordu: bir defa peygamberin adı Maçoma değil Muhammed’di (sas) ve o Kur’an’ı ne kendisi yazmış ne de tasnif etmişti. Artık aramaktan yorulmuş, direkt olarak kitabı kesin bulabileceğim bir yere gitmeye karar vermiştim. Buenos Aires’teki At Tavhid Camii’nin yetkilileriyle temasa geçtim. Yaklaşık 30 adet İspanyolca ve Arapça nüshanın gelmek üzere olduğunu ve bir hafta sonra başlayacak Buenos Aires kitap fuarında caminin açacak olduğu standdan edinebileceğimi söylediler. Fiyatının ne olduğunu bile sormadan hemen bir tane ayırttım; neye mâl olursa olsun almalıydım. Bu kadarla kalmayıp, bir gün çalıştığım yerden oldukça uzak olan caminin kapısına kadar gittim, niyetim sadece caminin hemen yanındaki kitapçının vitrinindeki yine camiye ait olan kitapları görmekti. Ama tam da o gün kitapçı kapalıydı, dolayısıyla fuarı beklemek zorunda kaldım. İşten çıkıp, neredeyse uçarak fuara gittiğim günü çok iyi hatırlıyorum. Başka hiçbir yere bakmadan sadece caminin standını arıyordum ve sonunda buldum, etrafı kitaplarla çevrilmiş başörtülü bir bayan oturuyordu ve fonda da değişik bir müzik çalıyordu (çok daha sonraları bunun Kur’an-ı Kerim olduğunu öğrendim). Biraz kitaplara bakındım, sonra üzerinde Kurtuba Camii’nin resmi olan, yeşil kapaklı bir kitabın bulunduğu rafa yanaştım. Kitabı elime alınca bize göre ters olarak ciltlenmiş olduğunu fark ettim; doğru ya Arapça sağdan sola doğru yazılıyordu! Yazı stiline bakıp, kitabı kapattım ve ilgilenen bayana yöneldim.

Nihayet Kur’an’la buluşma

Adı Mariana’ydı ve elektronik postayla kitabı benim için ayırmasını istediğim kişinin ta kendisiydi. “Sen Mariana mısın?” diye sordum “Evet.” dedi. “Ben Garcia, bir tane Kur’an ayırman için sana mail atmıştım.” deyince güldü ve “Bu hafta birçok mail’e cevap verdim, hatırlamıyorum.” dedi. Hangi mealin daha iyi olduğu konusunda biraz konuştuktan sonra cüzdanımı çıkardım ve ne kadar ödemem gerektiğini sordum. Sadece 10 Amerikan Doları idi... Çok şaşırdım; çünkü ben 300 $ ödemeyi bile göze almıştım. Neyse ücreti verdim, kitabı alıp hemen evime döndüm, bir an önce okumaya başlamam gerekiyordu. Eve dönerken, acaba bir zarar gelir mi diye sürekli göz ucuyla poşetteki kitaba baktığımı hatırlıyorum. Ve en iyi hatırladığım şey ise birçok sûrede okuduğum “...bunlarda iyice düşünen kimseler için nice işaretler vardır...” âyetidir. Tam olarak duymaya ihtiyacım olan şeydi; mantık ve inanç arasındaki mükemmel uyum (10:24, 13:3, 16:11, 16:69, 30:8, 39:42, 74;18 ). İşte Kur’an-ı Kerim’le ilk irtibatım bu şekilde gerçekleşti ve daha da iyisi, bir sonraki gün fuara giden bir arkadaşım, o standdan geçerken beni hatırlayıp Cafer Subhani’nin, Tevhid Camii yayınlarından çıkan “Sonsuzluk Nuru” adlı kitabını alarak bana hediye etmesi olmuştu. Kur’an’ı ve bu kitabı aynı zamanda okumaya başladım. O andan itibaren İslam’a doğru yol almaya başlamıştım. Hayatımı yönlendiren mantığın çöküşünden sonra içimde oluşan boşluk neredeyse dolmak üzereydi.

Müslüman olmadan Ramazan’da oruç tuttum

Artık davranışlarım bir Müslüman’ınki gibi olmaya başlamıştı. İçkiyi, sigarayı bırakmıştım; sebebini bile tam olarak bilmeden Ramazan ayında oruç tutmaya karar vermiş (2003); neredeyse mükemmel bir şekilde tamamlamıştım; ayrıca nasıl olduğunu çok iyi bilmesem de beş vakit namaz da kılıyordum. Hatırlıyorum da o dönemde bir arkadaşım S. Arabistan’da çalışan babasını ziyarete gidiyordu, ona tesbih ve birkaç parça şey ısmarlamıştım. Bir rahle ve seccade de getirmişti; artık ihtiyacım olan her şey vardı. Geriye tek bir şey kalmıştı: Kelime-i şahadet getirmek! Temmuz ayının sonlarına doğru “El Centro Cultural Islámico Custodio de las Dos Sagradas Mezquitas Kral Fahd” İslam Merkezi tarafından İslami konularla ilgili bir seminer düzenlendi.

İçim İslam’a ısınıyordu

Henüz Müslüman olmamama rağmen, kayıt oldum ve atlamadan her gün devam ettim. İlk defa orada İslam’la ve daha da önemlisi Müslümanlarla direkt temasa geçtim ve yine ilk kez 27 Temmuz 2003’te, diğer otuz arkadaşla birlikte cemaatle namaz kıldım; bu inanılmaz bir duyguydu, imamın sesi müthiş rahat bir hava oluşturuyordu, nefes aldığımı hissediyordum; içimi müthiş bir huzur kaplıyordu. Gerçekten orada bir şey oldu, ne olduğunu bilmiyorum; ama sanki içimde bir şey beni çağırıyordu. Seminer, aralarda yapılan dinî sohbetler ve ibadetlerle birlikte yedi gün devam etti; bu benim için yeniden doğmak gibiydi. Bu seminerden önce internetteki Cerrahi Dergâhı adlı bir gruba üye olmuştum; onlar bana düzenli olarak bazı yazılar gönderiyorlardı. Bir gün bir konferans için davetiye yollamışlardı, fakülte tatilde olduğundan bir bahanem yoktu katılmamak için. Kağıdın çıktısını alıp işten çıkar çıkmaz o gizemli yere gittim. (Neredeyse varmak üzereyken) aynı yerde bir de sinagog olduğunu fark ettim; bence bu bir çılgınlıktı: Sinagogun tam karşısında cami. Kapıya varınca zili çaldım, beni Süleyman adında bir arkadaş karşıladı, içeri buyur etti, ayakkabılarımı çıkarttım, merdivenleri çıkınca gördüğüm manzara inanılmazdı: Başkentin orta yerinde bir sinagogun karşısında dergah gibi bir yer.

Almagro Mahallesi’ndeki sıradan sokaklardan birinde bir kapı bulunuyordu ve bu kapının diğerlerinden farkı vardı: Üzerinde İspanyolca ‘Latin Amerika Sûfizm Derneği’ yazıyordu. Ama en önemlisi bu kapının ardında olanlardı. Zilin ikisinden birini ya da benim yaptığım gibi ikisini de çalıp bekleyince, çok kısa bir süre içinde merdivenlerden inen ayak sesleri duyuluyor. Kapı aralanıyor ve daha sonra ‘Es-Selamü Aleyküm, hoş geldin kardeşim’ diyen bir ses karşılıyor sizi.

Latin Amerika’da bir dergâh

İlk kata kadar olan kısa bölümde Arapça harflerle yazılmış tablolar, girmeden önce yüzünü görebileceğin bir ayna (acaba çıkınca da aynı ifade mi olacak diye!) ve bölmelere ayrılmış bir ayakkabılık. Duvarlarda art arda dizilmiş daha sonra tarikat şeyhleri olduklarını öğrendiğim kişilerin portreleri vardı. Tuğla duvarlar, yassı ama aynı zamanda yüksek çatı ve halı döşemeli zemin. Son merdivenin altında üzerinde bilgisayar ve birkaç resim olan bir masa vardı. Mekke ve Medine’ye ait fotoğraflar, bir tane ney, birkaç tane tef, tesbihler ve İslamî birkaç parça eşya asılıydı. İçi kitap ve başka şeylerle dolu bir konsol ve dolap... Kelimelerin o atmosferi tanımlayabilmesi çok zor; yabancı olmama rağmen kendimi evimde gibi hissetmemi sağlıyordu oradaki dervişler. Yeşil yelekleri, beyaz takkeleri ve ellerindeki çay fincanlarıyla onları tanımamak mümkün değildi. Orada yeni Müslüman olmuş olan Sergio’yla karşılaştım; seminerlere birlikte katılmıştık. Konferans başlayana kadar sohbet ettik. Konu aslında çok ilgimi çekmemişti; aklım başka yerdeydi, yani bulunduğum ortamın ta kendisinde. Namaz saatine kadar Sergio’yla biraz ondan biraz bundan konuştuk. Sandalyeler kaldırıldı, oradaki on üç kişi hep birlikte namaz kıldık. Ertesi gün yine Dergâh’a gittim; bildiğim tek şey oraya gitmeye ihtiyacım olduğuydu. O gün Süleyman bana Türkiyeli sufi Muzaffer Ozak’ın ‘Aşk Şaraptır’ adlı eserinin tercümesini hediye etti. Bir çok kitapla birlikte elbette vakit kaybetmeden okudum o kitabı.

O dönem için her şey tamamdı. Artık kendimi Müslüman gibi hissediyordum; öğretilerle ilgili hiçbir şüphem yoktu ve hepsini kabul edip bağlanmıştım. Eksik olan tek şey, biri hangi inanca mensup olduğumu sorduğunda İslam diyebilmem için şahitler huzurunda dönüşümü resmîleştirerek en önemli adımı atmak için Kelime-i Şehadet getirmemdi. Ama bu kişiler kim olacaktı? Herhangi biri olamazdı, ayrıca bana şahitlik edebilecek tanıdığım ve güvendiğim çok Müslüman yoktu ve ben bunların özel insanlar olmasını istiyordum. İşin bu kısmını Allah’a havale ettim. Bir gün Dergah’ta namaz kılarken zil çaldı ve bir hanım içeri girdi. Arkamda bulunan kişiyle çok kısık sesle konuşmaya başladı. Sesi bana hiç yabancı gelmiyordu. Namazı bitirir bitirmez arkamı döndüm; (o kişi) Alejandra’ydı. Fakültenin ilk yılında aynı sınıftaydık ve çok iyi arkadaş olmuştuk; ama ben bölümü bırakınca birbirimizi kaybetme noktasında irtibatımız kopmuştu. Gerçekten onu Dergah’ta başörtülü bir halde görmek müthiş bir duyguydu. Koşarak yanına gittim ve ‘Hey Ale, ben Max.’ dedim. Yüzündeki ifade hem şaşkınlık hem de sevinç belirtiyordu, sanırım benimki de. Bana hızlıca bir Türk’le evlendiğini ve böylece İslam’ı kucakladığını anlattı. Başka bir gün hayatlarımızda olup bitenleri konuşmak üzere sözleşip ayrıldık. Bir restoranda saatlerce ikimizin de Katolik kilisesinden ayrılışı, İslam’la tanışmamız ve hayatlarımızla ilgili başka birçok şey hakkında konuştuk... Ta ki cep telefonu çalıncaya kadar: Arayan, eşi Sait’ti. Onu almak için restorana gelecek ve böylece ben de ileride en iyi arkadaşlarımdan biri olacak olan eşiyle tanışacaktım.

Kelime-i Şehadet getirdim

7 Ağustos 2004 günüydü. Bir öğleden sonra Alejandra fakülteden eski bir bayan arkadaşla birlikte beni çay içmek için evine davet etti. Daha sonra Sait geldi, ikindi namazını kıldıktan sonra orada onların şahitliğinde Kelime-i Şehadet getirmek istedim. Sait beni kucakladı, Alejandra çok duygulanmıştı ve ben üç defa tekrarladım: ‘Eşhedü en la İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulüh’.

Haberimizde neden bir konu mankeni var?

Maximo Fernando Garcia‘yla İstanbul’da yaptığımız bu görüşme aylardır Ailem okurlarına sunulmayı bekliyordu. Garcia, fotoğrafının ve isminin yayınlanmasını kabul etmişti. Ama Latin Amerika’daki ülkesine döndüğünde babasının ülkenin üst düzey yöneticilerinden biri olduğunu belirterek fotoğrafının ve isminin yayınlanmamasını istemişti. Ailem olarak Garcia ve ailesine bir zarar gelmemesi için fotoğraflarına yer vermeme kararı aldık.



Zaman gazetesi Ailem dergisi den alintidir.
Fotoğraflar:
TURGUT ENGİN

Konu mankeni:
MUSTAFA RAGIP KALEM

Tercüme: KÜBRA SARI

Not:fotoraflari koymadim bosuna aramayin :)
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Ahrefs [Bot] ve 6 misafir