SAMSUN’A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ

Atamız hakkında güzel yazılar, hikayeler, resimler...
Cevapla
Kullanıcı avatarı
beyazyele
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 22
Kayıt: 23-04-2008 12:01
Konum: Levh-i Mahfuz
İletişim:

SAMSUN’A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ

Mesaj gönderen beyazyele »

SAMSUN’A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ
1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir “Ateşkes Anlaşması” imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu Genel Savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...
İtilâf devletleri, Ateşkes Anlaşması hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâl devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor.
Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesi, devletin bir an önce çökmesi için çalışıp duruyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgeler, İstanbul Rum Patrikliğinde kurulan Mavri Mira Kurulu’nun (belge:1) illerde çeteler kurmak ve yönetmekle, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla uğraştığını doğruladı. Yunan Kızılhaçı ve Resmi Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Kurulu’nun çalışmalarını kolaylaştırmaya yardım ediyor. Mavri Mira Kurulu’nca yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını aşmış gençler de katılarak, her yerde geliştiriliyor.
Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira Kurulu ile düşünce birliği ederek çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tam olarak Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında kurulan ve İstanbul’daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor. (belge:2)
DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ YOLLARI
Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde, her bölgede birtakım kişilerce kurtuluş yolları düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle girişilen çalışmalar, birtakım örgütler doğurdu. Örneğin: Edirne ve çevresinde Trakya - Paşaeli adlı bir dernek vardı. Doğuda (belge:3), Erzurum’da ve Elâzığ’da (belge:4), genel merkezi İstanbul’da olmak üzere Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti kurulmuştu. Trabzon’da Muhafazai Hukuk adlı bir dernek bulunduğu gibi, İstanbul’da da Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti vardı. Bu dernek merkezinin gönderdiği delegeler, Of ve Rize çevresinde şubeler açmışlardı. (belge:5,6)
Yunanlıların İzmir’e gireceğinin açık belirtilerini Mayıs’ın on üçünden beri gören, İzmir’de birtakım genç yurtseverler, ayın 14/15’inci gecesi, bu acıklı durumu aralarında görüşmüşler; bir oldubittiye geldiği kuşku götürmeyen bu girişin, katma (ilhak) ile sonuçlanmasını önlemek düşüncesinde birleşmişler ve Redd-i İlhak ilkesini ortaya atmışlardır. Bu ilkenin yayılması için aynı gece İzmir’de Yahudi Maşatlığına toplanabilen halkça bir gösteri toplantısı yapılmışsa da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle bu toplantıdan umulduğu ölçüde sonuç alınmamıştır.
ULUSAL KURULUŞLAR SİYASAL AMAÇLARI
Bu derneklerin kuruluş amaçları ve siyasal erekleri üzerine kısaca bilgi vermek uygun olur düşüncesindeyim.
Trakya-Paşaeli Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden kimisiyle daha İstanbul’da iken görüşmüştüm. Osmanlı Devleti’nin çökeceğini kesinliğe yakın bir olasılıkla görüyorlardı. Osmanlı yurdunun parçalanacağı korkusu karşısında Trakya’yı, olanak bulunursa buna Batı Trakya’yı da bağlayarak İslâm ve Türk topluluğunu bir bütün olarak kurtarmayı düşünüyorlardı. Bu amaca ulaşmak için o zaman akıllarına gelen tek çıkar yol, İngiltere’nin, olmazsa, Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Bu düşünceyle kimi yabancı devlet adamları ilişki kurmak ve korumak yollarını da aramışlardı. Amaçlarının bir Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin kuruluş amacı da (tüzüklerinin ikinci maddesi), doğu illerindeki bütün halkın dinsel ve siyasal haklarının özgürce gelişimini sağlayacak yasal yollara başvurmak; adı geçen illerdeki Müslüman halkın tarihsel ve ulusal haklarını, gerektiğinde, uygar toplumlar önünde savunmak; doğu illerinde yapılan zulüm ve cinayetlerin nedenleriyle etmenleri ve bunları yapanlar ve yaptıranlarla ilgili tarafsızca soruşturma açarak suçluların ivedilikle cezalandırılmalarını istemek; Türklerle azınlıklar arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesine ve eskisi gibi iyi bağların pekiştirilmesine çaba göstermek; savaş durumunun ortaya çıkardığı doğu illerindeki yıkım ve yoksulluğu, hükümet katında girişimlerde bulunarak elden geldiğince düzeltme yollarını aramaktı.
İstanbul’daki yönetim merkezlerinden verilmiş olan bu yönerge gereğince, Erzurum şubesi, doğu illerinde Türklerin haklarını korumakla birlikte, Ermenilerin göçü sırasında yapılan kötü işlerle halkın hiçbir ilgisi bulunmadığını ve Ermeni mallarının, buralara Ruslar girinceye dek olduğu gibi korunduğunu; buna karşılık Müslümanlara çok acımasızca davranıldığını ve dahası, buyruk dışı olarak göçten alıkonulan kimi Ermenilerin, koruyucularına yaptıkları kötülükleri, kanıtlanmış belgelerle uygarlık dünyasına sunmaya ve bildirmeye ve doğu illerine çevrilen açgözlü bakışları söndürmek için çalışmaya karar veriyor (Erzurum Şubesinin Bildirisi)
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin ilk Erzurum şubesini kuran kişiler, doğu illerinde yapılan propagandaları ve bunların amaçlarını, Türklük-Kürtlük-Ermenilik sorunlarını, bilim, teknik ve tarih açısından inceleyip araştırdıktan sonra, gelecekteki çalışmalarını şu üç noktada topluyorlar (Erzurum şubesinin basılı raporu):
1. Kesinlikle göç etmemek,
2. İvedi olarak bilim, iktisat, din örgütleri kurmak;
3. Saldırıya uğrayacak Doğu illerinin herhangi bucağını savunmada birleşmek.
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin İstanbul’daki yönetim merkezinin, bilim ve uygarlık yöntemleriyle amaca ulaşabileceği konusunda çokça iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten de bu yolda çaba göstermekten geri durmuyor. Doğu illerindeki Müslüman halkın haklarını savunmak için Löpeyi (Le Pays) adında Fransızca bir gazete yayımlıyor. Hâdisat gazetesinin sahipliğini üzerine alıyor. Bir yandan da İtilâf Devletleri başbakanlarına ve İstanbul’daki temsilcilerine birer andırı veriyor. Avrupa’ya bir kurul yollamaya girişiyor.
Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını sanırım ki, Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin kuruluşuna yol açan önemli kaygı ve nedenler, doğu illerinin Ermenistan’a verileceği olasılığına dayanıyor. Bu olasılığın da, doğu illeri nüfusunda Ermenilerin çoğunlukta göstermeye ve tarihsel haklar bakımından öncelikli saydırmaya çalışanların, bilimsel ve tarihsel belgelerle dünya kamuoyunu aldatmayı başarmaları; bir de Müslüman halkın Ermenileri toptan öldüren yırtıcılar olduğu yağlı karasını doğruymuş gibi kabul ettirmeleri durumunda gerçekleşebileceği varsayımı üstün geliyor. Bundan dolayıdır dernek, aynı gerekçe ve araçlarla donanmış olarak tarihsel ve ulusal hakları savunmaya çalışıyor.
Karadeniz kıyılarındaki bölgelerde de, bir Rum Pontus hükümeti kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmayıp yaşama haklarını koruma amacıyla, Trabzon’da da ayrıca bir takım kişiler ayrıca bir dernek kurmuşlardı.
Merkezi İstanbul’da olan Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti’nin siyasal ereği ve siyasal amacı, adından anlaşılmaktadır. Her durumda merkezden ayrılmak amacını güdüyor.
YURT İÇİNDE VE İSTANBUL’DA ULUSAL VARLIĞA DÜŞMAN KURULUŞLAR
Kurulmaya başlayan bu örgütlerden başka, yurt içinde daha birtakım kuruluşlar ve girişimler de ortaya çıkmıştır. Özellikle Diyarbakır, Bitlis, Elâzığ illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti vardı. Bu derneğin amacı, yabancı devletlerin koruması altında, bir Kürt hükümeti kurmaktı.
Konya ve dolaylarında, İstanbul’dan yönetilen Tealii İslâm Cemiyeti kurulmasına çalışılıyordu. Yurdun hemen her yanında İtilâf ve Hürriyet, Sulh ve Selâmet Cemiyetleri de vardı.
İNGİLİZ MUHİPLERİ CEMİYETİ
İstanbul’da çeşitli amaçlarla gizli ve açık olmak üzere de, birtakım parti ya da dernek adı altında kuruluşlar vardı.
İstanbul’da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere sevenlerin kurdukları bir dernek olduğu sanılmasın. Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlıklarını ve kişisel çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarının dokunulmazlık çaresini Loyd Corc (Lloyd George) Hükümeti aracılığıyla İngiliz desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu mutsuzların, İngiltere Devleti’nin bütünüyle, bir Osmanlı Devleti bırakmak ve korumak isteğinde olup olamayacağını bir kez düşünüp düşünmedikleri üzerinde durmak gereken bir konudur.
Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı olan Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu. Dernekte İngiliz ulusundan kimi serüvenciler de vardı. Örneğin: Rahip Fru (Frew) gibi. Yapılan işlerden ve işlemlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Fru idi.
Bu derneğin iki görünüşü ve niteliği vardı. Biri dış görünüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz desteğini istemeye ve sağlamaya yönelen niteliği idi. Ötekisi, gizli yönü idi. Asıl çalışma bu yöndeydi. Yurt içinde örgütler kurarak ayaklanma ve başkaldırmalara yol açmak, ulusal bilinci işlemez kılmak, yabancı devletlerin işe karışmalarını kolaylaştırmak gibi hayınca girişimler, derneğin bu gizli kolunca yönetilmekteydi. Sait Molla’nın, derneğin açık girişimlerinde olduğu gibi ondan daha çok gizli işlerinde de rol oynadığı görülecektir. Bu dernek için söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gerektiğinde göstereceğim belgelerle daha iyi anlaşılacaktır.
AMERİKA’NIN GÜDÜMÜNÜ İSTEYENLER
İstanbul’daki kadın erkek birtakım ileri gelen kişiler de, gerçek kurtuluşu Amerika’nın güdümünü istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Bu kanıda olanlar, düşüncelerinde çok direndiler; tutulacak en uygun yolun, kendi görüşlerinin uygulanması olduğunu tanıtmaya çok çalıştılar. Bu konuda da, sırası gelince kimi açıklamalar yapacağım.
ORDUMUZUN DURUMU
Genel durumu saptamak için ordu birliklerinin nerelerde ve ne durumda olduklarını açıklamak isterim. Anadolu’da başlıca iki ordu müfettişliği kurulmuştu. Ateşkes Anlaşması yapılır yapılmaz birliklerin savaşçı erleri salıverilmiş, silâh ve cephanesi elinden alınmış; bu birlikler, savaş gücünden yoksun bir takım kadrolar durumuna getirilmişti.
Merkezi Konya’da bulunan İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı birliklerin durumu şöyle idi:
Bir tümeni (41. Tümen) Konya’da ve bir tümeni (23. Tümen) Afyonkarahisar’da bulunan 12. Kolordu, karargâhıyla Konya’da bulunuyordu. İzmir’de düşman eline düşen 17. Kolordunun, Denizli’de bulunan 57. Tümeni de bu kolorduya bağlanmıştı.
Bir tümeni (24. Tümen) Ankara’da ve bir tümeni (11. Tümen) Niğde’de bulunan 20. Kolordu, karargâhıyla Ankara’da idi.
İzmit’te bulunan 1. Tümen, İstanbul’daki 25. Kolordu’ya bağlanmıştı. İstanbul’da da 10. Kafkas Tümeni vardı.
Balıkesir ve Bursa yöresinde bulunan 61. ve 56. Tümenler, karargâhı Bandırma’da bulunan İstanbul’a bağlı 14. Kolordu’yu oluşturuyordu. Bu kolordunun komutanı, Meclis’in açılışına dek, rahmetli Yusuf İzzet Paşa idi.
Üçüncü Ordu Müfettişliği, ki müfettişi bendim, karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu. Komutanı, yanımda getirdiğim Albay Refet Bey. Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5. Kafkas Tümeni) merkezi Amasya’da, öteki tümenin (15. Tümen) merkezi Samsun’da idi. Öbürü, merkezi Erzurum’da bulunan Komutanı Kâzım Karabekir Paşa idi. Tümenlerinden birinin (9. Tümen) merkezi Erzurum’da, komutanı Rüştü Bey; ötekisinin (3. Tümen) merkezi Trabzon’da idi, Komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit Bey İstanbul’a çağrılmış olduğundan komutanlıktan çekilerek Bayburt’ta saklanmış; tümen, vekillikle yönetiliyor; kolordunun öbür iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale doğusunda sınırda,11. Tümen Bayezıt’ta bulunuyordu.
Diyarbakır yöresinde bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı, İstanbul’a bağlıydı. Bir tümeni (2. Tümen) Siirt’te, öteki tümeni (5. Tümen) Mardin’de idi.
MÜFETTİŞLİK GÖREVİMİN GENİŞ YETKİLERİ
Benim yetkim, bu iki kolorduyu doğrudan doğruya buyruğum ve komutam altında bulundurmaktan daha genişti. Müfettişlik bölgeme yakın birliklere de bildirim yapabilecektim. Yine bölgemde bulunan ve bölgeme yakın olan valiliklerde de bildirimde bulunabilecektim.
Bu yetkiye göre, Ankara’da bulunan 20. Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişlik ile ve Diyarbakır’daki kolordu ile ve hemen bütün Anadolu’da sivil örgütlerin başında bulunan yöneticilerle yazışabilecek ve ilişkiler kurabilecektim.
Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki, bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, “Samsun ve yöresindeki düzen bozukluğunu yerinde görüp önlem almak üzere Samsun’a değin gitmek” idi. Ben, bu işin başarılmasının, üstün yetkili bir görev verilmesine bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde Genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir ölçüde sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiyle ilgili yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Dahası Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu yönergeyi okuduktan sonra imzalamakta duraksamış, mühürünü, anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde basmıştır.

GENEL DURUMUN DAR BİR ÇERÇEVEDEN BAKIŞ
Bu açıklamalardan sonra genel durumu, daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca, hep birlikte gözden geçirelim:
Düşman devletler Osmanlı devletine ve ülkesine maddesel ve ruhsal bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve Halife olan kişi, kendi yaşam ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükûmeti de öyle. Farkında olmadan başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde, olup bitecekleri bekliyor. Felâketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvuruyorlar... Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felâket uçurumunun kıyısında kafaları, çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta...
Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi, o kata ve o katta bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun... Bu inançla bağdaşmaz görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez olur.
Bir başka önemli bir noktayı da dile getirmek gerekir. Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.
Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle, seçkin denilen insanlar böyle düşünüyordu.
Öyleyse, kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, İtilâf Devletleri’ne karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti; sonra da, Padişah ve Halifeye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.
DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ YOLLARI
Şimdi baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım: Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar akla gelebilirdi?
Açıkladığım bilgilere ve yaptığım gözlem sonuçlarına göre üç türlü karar ortaya atılmıştı:
Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek;
İkincisi, Amerika’nın güdümünü istemek.
Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devletinin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıyla ilgilidir. Örneğin: Birtakım bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devletinden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Birtakım bölgeler de, Osmanlı Devletinin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına oldubitti gözüyle bakarak başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış olduğum açıklamalar arasında vardır.
BENİM KARARIM
Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş birtakım boş sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?
Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM!
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve saygın bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun ulus, uygar toplumlar karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlük ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten de aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir buyurman getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa, Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktan yok olsun, daha iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık.
Peki efendim, öteki karalara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayrımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve kuşkusuz, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusa karşılaştırılınca, dost ve düşman gözündeki yeri çok başka olur.
Sonra, Osmanlı soyunu ve egemenliğini sürdürmeğe çalışmak, kuşkusuz Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Çünkü ulus, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlık güvenli sayılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir gönül ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?
Halifeliğe gelince, bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan öte bir yanı kalmış mıydı?
Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için ulusun daha alışmadığı sorunlara el atmak gerekiyordu. Kamunun diline düşmesinde büyük sakıncalar bulunacağı düşünülen noktaların söz konusu edilmesinde kesin zorluk vardı.
Osmanlı Hükümeti’ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak, bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu.

UYGULAMAYI EVRELERE AYIRMAK VE ADIM ADIM İLERLEYEREK AMACA VARMAK
Türk ata yurduna ve Türkün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silâhlı olarak karşı çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve isteklerini ilk gününde açıklamak ve söylemek, kuşkusuz yerinde olamazdı. Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan ve olgulardan yararlanarak ulusun duygu ve düşünceleri üzerinde işlemek ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz yılda yaptıklarımız bir mantık zinciriyle düşünülürse, ilk günden bugüne dek izlediğimiz genel gidişin, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
Burada, kafalarda yer tutabilecek kimi duraksama düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz.
Beliren ulusal savaşın tek amacı yurdu dış saldırıdan kurtarmak olduğu halde bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulusal egemenliğin bütün ilkelerini ve kurumlarını evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi olağan ve kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda bende gördüm ve sezinledim. Ama, baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik. İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar arasında göreneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına uymayan olasılık içindeki değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için kestirme ve güvenli yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu bu idi. Ben de böyle yaptım. Ancak, tuttuğum bu kestirme ve güvenli başarı yolu; yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kişilerden kimileriyle aramızda, zaman zaman ilkelerde, davranışlarda, yapılan işlerde özle ve ayrıntıyla ilgili birtakım anlaşmazlıklar, kırgınlıklar ve dahası ayrılıklar çıkmasının nedeni ve açıklaması olmuştur. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına değin uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yapılarının kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve ruh yapılarının kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu noktaları, aydınlanmanız için, kamuoyunun aydınlanmasına yararlı olmak için, sırası geldikçe birer birer göstermeye çalışacağım.
ULUSAL SIR
Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir toplumumuza uygulatmak zorundayım.

Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz.

Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.

http://www.ktu.edu.tr/arastirma/uam/nutuk1.html
Bu mesaja eklenen dosyaları görüntülemek için gerekli izinlere sahip değilsiniz.
Allah, pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.

10- Yunus Suresi 100
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir