Google Kitap Projesi (Bir İlk)

Yeni çıkan kitaplar ve severek okuduğumuz kitaplar hakkında yorumlar, paylaşımlar.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
ebulce
New Friend
New Friend
Mesajlar: 5
Kayıt: 15-02-2010 10:10

Google Kitap Projesi (Bir İlk)

Mesaj gönderen ebulce »

ELMA

(Google Book Project - Türkiye'de Bir İlk)

Yazar: Deniz Karakurt

YEPYENİ VE ŞAŞIRTICI BİR TEKNİK...
Geleneksel Bir Halk Öyküsü. Müthiş Bir Roman...

*** LİNKLER REKLAM VEYA İLLEGAL DEĞİLDİR. YASALDIR.
GOOGLE BOOK PROJECT KAPSAMINDA YAYINLANMAKTADIR.

TANITIM SİTESİ:
http://www.elmakitap.com

GOOGLE KİTAP PROJESİ:
http://www.elmaroman.tr.cx
http://www.elmaroman.net.tc

“Eskiden kış günlerinde, köy topluluğunun ortak malı olan köy odalarında ocağın etrafında günlerce, hatta haftalarca süren masalsı öyküler anlatılırdı. Bunlar teknolojinin henüz gelişmemiş olduğu dönemlerde dizi filmlerin, arkası yarınların yerini tutardı. Ben, çocukluk yıllarımda bu sözlü anlatım geleneğinin son örneklerine tanık olma fırsatını yakaladım.” – Pusula Gazetesi, Röportaj Alıntısı –

KİTAPTAN ALINTI AŞAĞIDADIR...

Gürül gürül akan bir ırmak gibi duru, sürükleyici ve doğal. Geleneksel anlatımdan beslenen, kökleri tarihin derinliklerinde bir öykü.

Yazar, aynı zamanda Haberskop'taki yazılarına devam etmektedir.
http://www.haberskop.com

Kitap Adı : Elma
Tür : Roman
Yazar : Deniz KARAKURT
Yayınevi : Cinius
Basım Yılı : 2009
Sayfa Sayısı : 318
ISBN : 978-605-5618-03-2


Tanıtım sitesinden alıntı:

"Yazarın izniyle yapıtın e-book versiyonu; kesintsiz, eksiksiz, reklamsız, tam sürüm halinde ücretsiz olarak isteyen herkese gönderilmektedir. Bu kitap tüm toplumun ortak malıdır.

E-book olarak okuyup beğenenlerden, kitabın klasik baskı versiyonunu almaları rica olunur. Bu isteğin ise hukuki ve ticari hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Bu isteğin yerine getirilişi tamamen, okurların vicdanlarına ve halkımızın gelenek ve göreneklerine dayalı duyarlılıklarına bırakılmaktadır.

Çünkü yazar toplumu tanımalı, ondan beslenmeli, ondan yararlanmalı, toplumu anlatmalı ve nihayetinde topluma güvenmelidir. Yazar, toplumdan soyutlanmış, ayrı bir varlık değil; onun içinde, onunla birlikte yaşayan bir bireydir."

Eğer beğenirseniz kitabı e-book olarak tüm tanıdıklarınıza hediye edebilirsiniz.

***

KİTAP ALINTISI:

Ormana girdiklerinde hava kararıyordu, ama kurganda kaybettikleri zamana rağmen bir gün de erken gelmişlerdi, ertesi günü bekleyeceklerdi. Kutlu gömüt zamanlarını bereketlendirmişti belki de. O günü eğlenerek geçirdiler, askerlerden birisi kaval çaldı; elindeki basit, tahta çalgıya hayat veriyor, hüzün ve sevgiyi, coşkuyu ve yalnızlığı akıtıyordu bu üzerine delikler açılmış odunun içerisinden. Ormanın içlerine dalga dalga yayılan bu sese, kuşların şakımaları karışıyordu. Yakınlardaki kuşlar, duydukları bu sesle birlikte coşuyorlardı, çaldığı bir türküye başka bir asker yanık sesiyle eşlik etti bir ara;

Giderim artık bu ellerden,
Gönlüm solar zülfün telinden,
Göğsümü birden deler geçer,
Acı söz, tatlı yar dilinden.

O geceyi dinlenerek, güzelce uyuyarak geçirmek üzere uzandılar. Bir ara Uruk Han tuhaf bir rüya görerek uyandı. Ne kadar uğraştıysa da tekrar uyku tutmadı, o da elini yüzünü yıkayıp açılmak için şırıldayarak akan derenin kıyısına vardı. Suyun içindeki taşlar değerli kuyumlar gibi parlıyorlardı ay ışığında. Sonra bir şeyi fark ederek irkildi, ama emin olmak için başını yukarıya kaldırarak karanlıkta irileşmiş olan gözbebekleriyle birer kara kuyu gibi duran gözlerini gökyüzüne çevirdi, ay doğmamıştı henüz bugün. Öyleyse derenin içinden iplik iplik akarak gelen ve taşların üzerinden yansıyan bu ışık nerden çıkıyordu? Çevresine bakınırken, derenin yukarılarından, ağaçların arasından parlak bir ışık dağılarak vurdu gözlerine. Yerdeki yaprakları hışırdatarak o tarafa doğru yürümeye başladı, yaklaştıkça ışık artıyordu. Durdu, artık neredeyse burnunun dibindeydi bu süt gibi apak aydınlık. Önündeki iki ağacın arasından yayılan ışık gözlerini alıyor hiçbir şey göremiyordu. Öteki tarafa geçmekte duraksadı ama merakını yenemiyordu, geçtikten sonra, orada olup bitenleri gördükten sonra artık geri dönüşü olmayacağını biliyordu. İçindeki his bunları sayıklıyordu bir hasta gibi. Soluğunu tutup adımını attı.

Karşısında insanı büyüleyen bir görüntü duruyordu. Birer hayale benzeyen gümüş saçlı, çıplak peri kızları derenin içindeki su tutarak gölete dönüşmüş derin bir alanda yüzüp oynuyorlardı. Etrafa, kulağa bir müzik gibi dolan kahkahalar yayılıp ağaçların kalın ve yosunlu gövdelerinde çınlıyorlardı. Yanlarına yaklaşmaya başladı, kızların ne tepki vereceklerini bilmiyordu ama kendisini yenemiyordu. O tarafa doğru bir adamın yaklaştığını fark eden kızlar gülüşmeye başladılar. İçlerinden bir tanesi, tenindeki tüylerden süzülen sular bacaklarından ve ayaklarından akarak dışarıya çıktı; Uruk’ a doğru geliyordu. Yanına vardığında elinden tutarak suya doğru çekiştirmeye başladı, bu kızlar tarafından böyle kandırılıp kaybolan insanlar olduğunu çok duymuştu ve şu anda kendi başına da geliyordu aynı şey. Bile bile tuzağa düşüyordu.

Boğazına kadar suya girdi, ayağı daha yere değmemişti; böylesi küçük bir derede bu kadar derin bir yer olması pek olanaklı değildi. Aslında gerçeği biliyordu.

Burası başka bir aleme açılan bir kapı gibiydi.

Kız onu tuttuğu ellerinden suyun derinliğine doğru çekmeye başladı, bir türlü karşı koyamıyordu. Kafasındaki tüm soruları bir kenara bırakarak, nefesini tuttu ve suya gömüldü. Sonra başlarını aşağıya doğru çevirerek dibe doğru dalmaya başladılar, düşsel bir derinliğe doğru iniyorlardı. Soluğu kesileceği zaman kız ağzını ağzına yapıştırıp, gül gibi pembe renkli dudaklarının arasından çıkan kabarcıklar yüzeye doğru titreşerek yükselirken, kendisine soluk veriyordu. Suyun içerisinde tüm benliğini bir uyku sarıyordu giderek artan bir etkiyle. Yukarıya doğru salınarak yükselen, kalın sarmaşıklar gibi yosunların aralarından geçtiler; fosforla ışıyan bir balık sürüsü zigzaglar çizerek yanlarından kayıp gitti.

Nihayet aşağıda pencerelerinden suya ışıklar vuran ihtişamlı bir saray gördüler. Su tabanına ulaştıklarında, binanın yanında duran bir kuyuya doğru çekti kız kendisini, bu sefer kuyunun içine doğru daldılar. Dibe vardıklarında oradan sağa doğru giden bir geçide girdiler ve geçidin sonuna vardıklarında tekrar yukarıya çıktılar.

Nihayet hava olan bir yere varmışlardı; derin derin soluyordu Uruk artık.

Sarayın bir köşesinden içeriye çıkmışlardı ama içerisi bomboştu. Ne duvar, ne eşya, ne üst katlar, hiçbir şey yoktu; sadece çatıyla tavan arasına uzanan bir merdiven vardı, duvarlar açık mavi üstüne işlemeli çinilerle kaplı yapıda. Uruk bu yorucu dalıştan sonra çok yorulmuş ve uykusu gelmişti, kendisi sebebini anlayamıyordu ama bu derinlik sarhoşluğunun mahmurluğuydu. Bir yerlere uzanıp uyumak istiyor fakat etrafta yatabilecek hiçbir şey görünmüyordu. Peri kızı birden yanından koşarak uzaklaşıp, merdivenlerden yukarıya çıkarak çatıdaki bir kapağı açıp tavan arasına girip kayboldu.

Kolları dikkatini çekti Uruk’un, belirgin biçimde göğermiş olan damarları kabarıp şişmişti. Artık dayanacak durumda değildi, üzerindeki ıslak elbiseleri soyunup bu koca boş binanın bir köşesine, soğuk zemine uzandı. Bu şekilde bir insanın uyuyabilmesi çok zordu ama kan basıncı içinde bulunduğu derinlikten ötürü kendisine öyle bir oyun oynuyordu ki, gözlerini tutamayıp biraz sonra da uykuya daldı.

Uyandığında afallayarak çevreye bakındı, nerede olduğunu bilmiyordu. Kim bilir ne kadar zamandır uyumuş kalmıştı burada. Alelacele elbiselerini giyindi ve köşedeki deliğe koştu. Fakat vardığında orada delik falan olmadığını gördü, oysaki emindi yukarıya buradan çıktıklarından. Diğer köşelere koştu telaşla koca alanda. Yoktu, çıkış kaybolmuştu, ne yapacağını bilemez bir halde şaşakaldı. Sonra merdivenler geldi aklına. Kenarları tutamaksız kırmızı merdiveni çıkarak çatıdaki kapağı itti. Gıcırdayarak açılan kapaktan etrafa tozlar saçıldı, yıllardır hiç açılmamış gibiydi ama o peri kızının kapağı açıp içeriye girdiğini gözleriyle çok iyi görmüştü. Kendisi de onun yaptığı gibi bu kapıdan içeriye girdi. Bu karanlık yere, kullanılmayan her türlü eşya atılmış, metal olanlar pas bağlamış, her yerlerini tıpkı çatının tümünü olduğu gibi örümcek ağları bağlamıştı. Eski teneke yağ lambaları, demir kasnaklar, tabaklar, cam şişeler… Her yanda eski eşyalar yığılıydı. Döndü dolaştı burada da hiçbir çıkış bulamadı, ötede gördüğü eski arkalıksız bir iskemleye oturdu. Kolunu dirseğinden dizine dayayarak başını da elinin üzerine yasladı. Ne yapacağını şaşırmıştı, buradan nasıl çıkacağını bilmiyordu, düşünürken tekrar uyuyakaldı.

Gözlerini açtığında iskemlede oturuyordu ve göğsüne ve sırtına bir sıcaklık vuruyordu. Gözlerini etrafta gezdirdi; ev içeriden alev almış yanıyor; yanan çatı deliniyor, delikten içeriye sular sızıyordu. Gittikçe kızgın bir fırına dönen bu odada daha fazla kalırsa çatı başına çökecekti. Çökmezse ya dumandan boğulacak ya da yanacak veya büyüyerek açılan deliklerden içeriye su dolacaktı. Hızla kapağa koştu ve açmaya çalıştı ama bir türlü başaramıyordu, sıkışmış veya dışarıdan kilitlenmişti üzerine. Deliye dönüyordu, uğraştıkça uğraşıyor ama kapı açılmıyordu. Kapıyı tekmelemeye başladı bağırarak.

Kendi bağırtısına uyandı yattığı yerde, kabus görmüştü. Etrafına bakındı sarayın bir köşesinde, buz gibi taş zeminde titreyerek çırılçıplak yatıyordu. Tüyleri diken diken olan Uruk kalkıp elbiselerini giyindi ve sarayın dibindeki kapı yerine kullanılan deliğe koştu, ya yine yerinde yoksa diye korkuyordu bir yandan da. Ama çukur oradaydı, hızla inerek suyun içine daldı ve ilerlemeye başladı. İleride geçit sola dönüyordu. Sanki aslında buradan sola değil de yukarıya dönmesi gerekiyormuş gibi geldi kendisine, çünkü gelirlerken tam oradan aşağıya inmişlerdi. Şimdi sola dönen bu eğmeç de nerden çıkmıştı. Herhalde yanlış hatırlıyordu, mecburen o yana dönüp ilerlemeye başladı, sonra başka bir yöne döndü. Ardından başka bir tarafa… Çatallanan yol ayrımlarıyla karşılaştı, hangisini seçeceğini bilemeden birisine daldı, sonra bir başka yol ayrımı daha çıktı karşısına… Bu dolambacın içinde kaybolmuştu soluğu da tükenmişti artık, çıkamıyordu. Burada ölecekti. Yüreğini bir korku kapladı, çırpınmaya başladı suyun içinde. Nefesi tükendi…

Sonra gözlerini açtı; ormandaydı, bir ağacın altında yatıyordu. Ayakları ve kolları titriyordu, boğulan birisinin çırpınışları gibi… Derin derin nefes alıp, şükretti. Sonra çevreye bakındı. Şüpheleniyordu, acaba yine bir rüyanın içerisinde miydi?

Rüyasını düşündü; rüya içinde rüya, onunda içinde başka bir rüya görüyordu, sonra rüyasında rüyadan uyanıp, sonra diğerinden uyanıyordu ötekinin içinde. Yoksa bu da mı bir rüyaydı? Anlamak istercesine etrafına bakındı, o kadar da uzun boylu değildi artık. Her şey gayet gerçek görünüyordu. Soluk alıp verişleri ve çarpan kalbi yeniden düzene girdikten sonra, uyumak üzere uzandığında ağaçların arasından gökyüzünü gördü.

Ertesi gün uyandıklarında yol yorgunluğunu atmış, dinçleşmişlerdi. Yanlarında yeterince yiyecekleri vardı, kahvaltılarını yaptılar, sonra oyalanmaya koyuldular.
Akşama doğru artık, hazırlıklarını tamamlayıp neler yapmaları gerektiğini konuştular ve beklemeye koyuldular. Gün bir kere daha batıyordu; kış bahara kavuşuyor, ölmüş doğa yeniden hayat buluyordu.

Nevruz günü, köylerde, şehirlerde halk ateşler yakıyor, üzerlerinden atlıyor, eğlenceler yapılıyor, davullar çalınıyor, kösler, kudümler vuruluyor olmalıydı şu esnalarda. Demirciler alanlara taşıdıkları örslerin üzerinde demirler dövüyorlardı, çağlar ötesinden gelen binlerce yıllık bir geleneği yaşatmak için. Dağları eriten gelmiş geçmiş en büyük demirci ustalarının torunları olarak gururlanıyorlardı.



Etiketler: Elma, Kitap, Roman, Edebiyat, Anlatı, Öykü, Masal, Derleme, Serüven, Anadolu, Ejderha, Cinius, Karakurt, E-Kitap, Ekitap, Haberskop
Bu mesaja eklenen dosyaları görüntülemek için gerekli izinlere sahip değilsiniz.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir