ilk ikisini tamamladığımız Resme Öykü Yarışması'nın 3. bölümüyle tekrar beraberiz. ilk 2 yarışmaya katılanlara ve kazanmış olan arkadaşlara tekrar teşekkürlerimi sunuyorum ve umarım bu sefer daha çok katılımın olacağı bir mücadele olacak. amacımız eğlenmek ve bunu yaparken sözcükleri yarıştırabilmek. sizleri de bu keyifli yarışmamıza davet ediyor ve kuralları yazıyorum.
Kurallar:
1. Resim yayınlandığı tarih başlangıç olacak şekilde, yazılar 1 ay içinde yazılıp yayınlanmış olacak.
2. Unutulabileceği düşünülerek başlangıç ve bitiş tarihleri tarafımdan hatırlatılacak.
3. Süresi dolmuş yazılar eklense bile çıkarılacak.
4. Yazıların ardı ardına olması ve okuyucuda öykünün uzunluğu sebebiyle bıkkınlık oluşmaması için öyküler 30 satırı aşmayacak.
5. Bütünlüğün bozulmaması için okuyucular öyküler hakkındaki görüşlerini yarışma dönemi olarak belirlenmiş 1 ay sonunda belirtebilecek.
En son Eternity tarafından 21-12-2005 02:20 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
şimdi sizlere, öykü yazılması gereken resmi sunmadan evvel birkaç hususun dikkate alınması gerektiğini belirtmem gerekiyor. öncelikle lütfen, öykülerinizde düzgün bir türkçe kullanımına dikkat ediniz. bir diğer önemli nokta ise; yazmış olduğunuz öykünüz için eşinizden dostunuzdan oy istememeniz. sadece eğlenmek ve eğlendirmek amaçlı bu yarışmamızda bu ufak detaylara riayet edeceğinizi diliyorum.
Son bir kez daha saatine baktı. Sözleştikleri vakti tam 1 saat 43 dakika geçmişti. Beklemenin bir anlamı olmadığını anlayacak kadar uzun bir zamandı.
Metronun karşısındaki kitapçının önünde buluşacaklardı Selin’le. Çok olmuştu yüzünü görmeyeli, hatta tam olarak 3 yıl 7 ay 18 gün. Can, zaman kavramıyla bu kadar haşır neşir olmasının sebebi olarak da Selin’i görüyordu aslında. Ayrılığı, af çıkar diye bekleyen bir müebbet mahkumu gibi, bir gün şansın kendisine gülebileceği, günü, güneşi fark edebileceği bir kavram olarak tanımlıyordu kafasında. Ve belki de biterdi bu gün. Ama gelmedi. Yine gelmedi…
…Elleri cebinde ne kadar yürümüştü? Saatine bakacakken duraksadı. Tekrar saatleri, dakikaları saymaya başlamaktan korkarak vazgeçti. Nadiren de olsa, bu takıntısının farkına varıyor, kendini engellemeye çalışıyordu. Burnu soğuktan donmuştu adeta. Bir mağazanın vitrininde kendi yansımasını gördü o an. Omuzları düşmüş, hayattan bezmiş bu adam kimdi? Uzun uzun düşünüp, kendini tekrar sorgulayamayacak kadar çok üşümüştü. Etrafına bakınca, mağazanın hemen yanındaki kapıyı fark etti. Alt kısmı ahşap, üzeri cam olan kapının iç kısmında, Bodrum evlerinde sık rastlanan o püsküllü, kalın kumaşlı perdelerden asılıydı. Selin’le çok sevdikleri milyonlarca küçük ayrıntıdan biriydi ya bu da, neyse…
İçerisi pek dolu sayılmazdı. Menüyü getiren garson, başından ayrılmadan siparişi vermesini beklemişti. O da, alelacele peynirli sıcak sandviç ve yanında bir fincan çay istemişti. Bazen insan acele verdiği kararlardan sonra, değiştirme imkanı olmayacağını bile bile tekrar düşünür, ‘acaba onun yerine şunu yapsaydım daha mı iyi olurdu?’ diye geçirir ya aklından hani; Can’ın yaptığı da farklı değildi o anda, menüyü incelerken… Hayatı boyunca elinden kaçırdıklarını, bu kez menü aracılığıyla baştan tarıyor gibi hissetti kendini. Üniversiteyi son sınıftayken terk edişini, buna rağmen bir ahbaplarının teklif ettiği yöneticilik işini, Kanada’daki yeni hayat kurma hayalerini ve bunun için attığı ilk adımları nasıl geri aldığını, mecburiyetleri, istekleri, umutları, çaresizlikleri…
Gözü dalmıştı. Menünün kapağında basılı olan resme bakıyordu. Cafe’nin adıyla mı bağlantılıydı bu resim? Sahi cafenin adı neydi? Yoksa sadece, kim bilir kimin hoşuna gittiği için mi bu kapakta yerini almıştı? Dört adam, bir kayık, kayalıklar, uzaktaki gemi… Denize düştüğünde tutunacak bir dal parçası bile bulamayanlara kıyasla, bu adamların şanslı olduğunu düşündü. Sakin bir havaydı besbelli. Dalga, kayalıklara çarpan suyun ve yanlış zamanda yanlış yerde bulunan o insanların marifeti gibiydi. İçlerinden sadece birinin can havliyle tutunmaya çalıştığını fark etti. Tıpkı yoldan geçen insanların yüzüne her bakışında, o yüzlerdeki tasayı, hayalleri, acıyı, kederi çok nadir olarak da mutluluğu gördüğü anlardaki gibi, kayığa tutunmaya çalışan gencin yaşamını hayal etmeye çalıştı zihninde.
Sandviçinden bir ısırık alıp, çayını yudumladıktan sonra, artık bakmaya gerek duymadığı, beyninde kayıtlı o sahnede, silah, telaş, korku ve ümit olmasına rağmen, durumun kendininki kadar acıklı olmadığını fark etti. En kötüsü, sandalı oturduğu kayalıktan kopartamayacaklardı, batacaktı. Belki yüzecekler ya da gemiden yardım bekleyeceklerdi. Sonsuz bir ızdırap değildi eninde sonunda.
Oysa kendi hayatında ne ayaklarını basabileceği bir kara parçası, ne de yardım alabileceği bir gemi vardı. Selin öleli tam 3 yıl 7 ay 18 gün olmuştu. Ve o hala, sık sık, bıkmadan, buluştukları yerlere gidip bekliyordu onu, uğruna dünyasından vazgeçtiği sevdiği kadını, karısını... En çok da o lanet trafik kazasının olduğu gün beklediği, Selin’in o son buluşmaya gelemediği yerde…
Ayrılığın, hayattan kopmuşluğun bitmesini bekleyen, yanlış zamanda yanlış yerde olan insanların peşlerinde yadigar bıraktıkları acıyla, müebbet hapsini yaşamak üzere o küçük kapılı cafe’den çıktı. Gitti…
Bir gün güneş sönecek, yıldızların nükleer enerjileri bitecek, okyanuslar donacak ve kaçınılmaz son... Evrenimiz müthiş donun pençesinde fizik kanunlarının imzaladığı ölüm fermanına boyun eğecek.
Dört kşiydik amacımız denizde avlanmaktı.Herşey çok güzel başlamıştı.Derken birden hava karardı, gök gürledi şimşek çaktı.Deniz müthiş bir şekilde dalgalanmaya kayığımız sallanmaya başladı.
Öyle korkunç bir uğultu öyle sert bir rüzgar vardı ki o an ölümün soğukluğunu ensemde hissettim.Hepimizde korkunun verdiği panik başladı.Büyük bir dalga gelip kayığımızı Titanic gemisi gibi dikey duruma getirdi.Soğuk soğuk terler döktüğümü ömrü hayatımda başka yerde yaşamadım.Emre ve Ali kayığa düşmelerine rağmen sıkı sıkı tutundular.İkisi için canımı verebilirdim.
Mehmet ise hayatımın öbür yüzü idi.Babası babamın iyi niyetini suistimal ediyordu.Cehaletini kullanıyordu.Bu da benim çok zoruma gidiyordu.Ortak hesaptan paralar alıp daireler alıyor. Sorunca dayım aldı diyordu.Tekrar çekiyor hacca gidiyordu.7 yıl aradan sonra tekrar eşiyle birlikte hacca gitmişti.İşçilerini azami bir parayla çalıştırıyordu.
Kağıt üzerinde dalavereli işler babamın ve benim işim olamazdı.ALLAH' tan korkardık.Kul hakkı vardı...
Gözümün önünden bütün bunlar bir film şeridi gibi geçerken birden deniz suyunun yüzümü ıslatmasıyla irkildim.Ardından acı bir ses yardım et diyordu. Bu Mehmet'ti ellerini çaresizce bana uzatıyordu.Bende kalbimin sesini dinledim.Ona küreği uzattım. Tam o sırada siren sesi işittim, arkadaşlar yaşasın kurtulduk dediklerini işittim.
O gemi gelmeseydi şimdi hepimiz ölmüştük, hepsinden önemlisi vicdanım çok rahattı.Yapılması gerekeni yapmıştım çünkü çıkarım yoktu.
Belkide başka şartlarda olsaydık affetmezdim daha da katı davranabilirdim.YA SİZ...
Elveda diyerek ayrıldıklarında yağmur yağıyordu. Son defa birbirlerine sarıldılar. İkisininde gözyaşları yüzlerine vuran yağmur damlalarına karışıyordu. Hıçkırık sesini bastırmıyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. İkisinin sadık dostu yanlarında kendini zor tutuyordu boyle bir ayrılığı gördüğü için böyle bir ayrılığa şahit olduğu için.
Son sözleri elveda olmuştu. Belki bir sonun başlangıcıdır yada başlangıcı çok eski olan bir sondu.
İki ayrı yöne yürüdüler. Yağmur hala yağıyordu ve ayakları istemedikleri yönlere götürüyordu. Artık iki ayrı dünyanın iki ayrı insanlarıydı.
İki yürek artık bir fırtıya tutulmus bir sandaldaydılar birbirlerinden habersiz. İkiside bu engin denizde bu amansız fırtınada bir fındık kabuğu gibi sallanıyorlardı. Bir kayıkta iki insan iki duygu vardı. İkisininde tek arkadasları tek dostları yanlızlıkları ve özlemleri vardı artık. Aynı kayıkta amansız fırtınada ayrı ayrı dünyaydılar.
Tek düsmanları fırtına değildi yanlızlıklarına sarıldıkca özlemleri kayığı alabora etmeye calışıyordu özlemlerini bastırsalar yanlızlıkları rahat bırakmıyordu ikisini bastırsa bu kopan amansız fırtına dinmiyor dalga dalga kayığa vuruyordu. Hepsi ile başetseler tek kayıkta iki ayrı yürek ikiside ayrı ayrı yönlere gitmeye çalışıyordu. Tek gidebildikleri yön bir adım ileri bir adım geriydi bu ucsuz bucaksız gözüken denizde.
Bir liman arıyorlardı ama bilmiyorlardı o kayıkta tek yüreğin kendilerinin olmadığını. Sadece müdacele ediyorlardı ve mücadele ettikce batıyorlardı ve batmaya basladıkca panik içinde sığınacak liman arıyorlardı.
Ve tek gördükleri uzaktaki bir gemiydi. Belki iyi belki kötü ama sadece kurtulmak istiyorlardı. Oysa görmüyorlardı bu aşk denizinde tek bir kayıkta beraber yol aldıklarını. Bir bilinmez gemiye ulaşmaya çalışıyorlardı.
Kurtuluş olarak gördükleri gemiye gitmeye çalıştıkca uzaklaşıyorlardı, uzaklaştıkca fırtına kendi içine çekiyordu kayığı. Fırtınanın içinde kayboluyorlardı.
Fırtına hiç dinmedi ne yanlızlıkları nede özlemleri durmadı.
Tek kayıkta iki ayrı dünya iki ayrı insan karanlık bir fırtınanın içinde kayboldular.
Evet beklenen acı son gelmişti ...Herkesin gıptayla baktığı bu kadar mükemmel olmaz dediği dostluk,sevgi sona ermişti.Seninle her Pazar bu kafeye gelirdik ve sen her Pazar, duvardaki tablo ne kadar güzel derdin.Bense gözlerimi gözlerinden alıp tabloya bakamazdım bile.Benim yerim ayrı derdim hayatında kim olursa olsun hep en üstte ben olurum, birbirimize tutunur gideriz derdim.Gittin, ama beni bana mahkum ederek,çaresizliğin tokadını yüzüme çarparak bensiz gittin. Bu Pazar o tabloya ilk kez baktığımda şunu anladım; hiç gelmemiştin...
En son Fatalrhymer tarafından 27-12-2005 20:05 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Son kararı
O yıl hasret baharlarında gezindiklerini unutan bilmem kaçıncı denizcilerdi onlar, her biri evden görüşmek vaadiyle ayrılmışlardı, kızına inci getirecekti bir tanesi, bir tanesi oğlunun aylardır istediği mikimouslu kol saatini alacaktı,birisi sevgilisiyle ayrıldığı sabah elindeki yüzüğü takamamıştı en sevdiğinin parmaklarına,belki dönememekten korkmuştu belki gelince daha sakin kafayla teklif ederim dedi kendi kendine,bir tanesi neden o yolculukta olduğunu kendisi bile bilemiyordu,evlerine dönme arzusuyla yanıp tutuşan denizcilerimiz bir tahta parçasında buldular onu,kurtarın beni bile diyecek dermanı kalmamıştı,ellerinde ufak,ufak barut yanıkları vardı üzerinde sadece donanma efradının kullandığı türden bir palto,belikli bir donanma astsubayıydı,uzaktan bunları düşündüler hakkında,önce tereddüt ettiler acaba!acaba kurtarabilirlerimiydi?zira dışarısı kıyametten kalma agresifliğiyle teknelerini dövüyordu,her gelen dalgada biraz daha uzaklaştırıyorlardı hayallerinden,karar almanın bu kadar zor oldu bir başka an hatırlayamıyorlardı,deniz hava ve sebepler hep aleyhlerine işliyordu,adeta bütün doğa karar almış ve bizim kafadarları içine çekmeye çalışıyordu,bütün bu handikap ortamında bir karar alınması gerekliydi sevgilisine vereceği yüzüğü düşünüyordu,aklında son öpüşmesi ve sevgilisinin gözlerinde hayalen gördüğü son güneş ışığıyla gidelim dedi…Ve bu aldığı son kararı oldu…
turgut...
hak beim mesleğimdir değil,benim mesleğimde haktır doğrusu...b.s.n
" o gün çok heyecanlıydım. hayatımda ilk defa sandalla bir gezintiye çıkacaktım. babam ve arkadaşları bunu her haftasonu tekrarlardı ve ne hoş bir sürpriz olmuştu 'sen de bizimle gelmek ister misin?' sorusunu duyduğum an. sabırsızlıkla çektiğim gün sonunda gelip çattığında yüzümde mutlu bir ifade belirmişti. o günün gecesini hiç uyumadan ve sürekli denizde gezintiyi hayal ederek geçirmiştim. sabah erkenden kalkarak en güzel kıyafetlerimi giyip, babamın tepesine dikildim ve 'hadi baba uyan, gitmiyor muyuz?' sorusunu defalarca tekrarladım.
babam, yarı uykulu ve gülümser bir surat ifadesiyle 'acele etme oğlum, birazdan gideceğiz' cevabını verdiğinde sabırsızlıkla beklediğim o anın daha yakın oluşu içimi kaplamıştı.
ve en nihayetinde yola çıkmıştık. kasabanın tam orta yerindeki heykelin önünde arkadaşlarıyla buluştuğumuzda benim için hayal olan bir dileğin, artık gerçekleşme yolunda olduğunu iyiden iyiye kavramıştım.
herşey çok güzeldi, sandala yaklaşıp içine bindiğim an titriyordum. belki başkaları için anlamsız bir heyecan gibi görünebilirdi ama benim için mutluluğun zamanıydı. doyasıya tadını çıkardığım, arada bir elimi suya daldırdığım, bazen susarak babamların sohbetlerine kulak kabarttığım ve bazen de onlarla beraber eğlendiğim, hatta ve hatta bir yudum şarap bile içtiğim rüyam, aniden çöken gri bulutlar, fırtına ve yağmurla beraber kabusa dönmüştü. ve ben buna inanmıyordum.
içimde en ufak bir korku yoktu. aksine, bu fırtınadan sağ salim kurtulacağımıza adım gibi emindim. hepsi ellerinden geleni yapıyordu. bağırışlar, sandalı ayakta tutma çabaları ve arada bir çıkan kavga eşliğinde babamın dengesini kaybedişini gördüğüm an kanım dondu. kıpırdayamadm, sağa sola savrulmalar ve hırçın rüzgar onu çekip götürdü..
denize düştüğünde sağa sola çırpınışlarını, korku ve gözyaşı dolu gözlerle seyretmekten başka hiçbir şey yapamıyordum. kılı kıpırdamayan sadece ben miydim? hayır, arkadaşları da öylece olan biteni izlemekten başka hiçbir şey yapmamışlardı. senelerin verdiği ömrü, senelerdir 'dostum!' dediklerinin bakışları eşliğinde kaybolup gitmişti gözlerimin önünden.."
hikayesini anlattıktan sonra, yanındaki gence döndü ve 'dost demek nedir, şimdi anladın mı?' dedi. genç, öylece bakakalmıştı, dudakları mühürlendi adeta.
"hayat da böylesi fırtınalarla dolu ve zor. böylesi anlarda el uzatan bulmak ise daha zor. güneşli havaların ardından gelecek fırtınaya karşın, yola çıkılacak insan iyi seçilmeli. aksi halde tüm kaybedilenler birer 'tecrübe' olarak elimizde kalır. herkes seçimlerinde ve ardından gelen mutluluk, pişmanlık hislerinde özgürdür. fakat, değer verilenler iyi seçilmeli, seçilenlere de sahip çıkıp, kaybetmemeli. aksi halde giden geri gelmiyor." dedi ve sözlerini bitirip, gencin yanından uzaklaştı.
Nereye gidiyorum ki ben? Nerden geliyorum? Nasıl geldim ki bu dünyaya? Kim var etti bu "beni" ? Neden istiyor beni geri? Ne istiyor ki benden? Ben kimim ki?
Ay'ı aradı yağmurlu buluttu gökyüzünde. Bir ışık düşseydi önüne, bir çıkış yolu gösterecek biri.
Ölüm ne demek? Niçin ölür insan? Ölen ne? Bedeni terk eden ruh nere gidiyor? Gidenlerden neden geri dönen yok?
Şehrin orta yerine geldi. Etrafta kimseler yoktu. Meydanın ortasında bulunan ışıklı havuzun kenarına oturdu. Elindeki sigara yana yana tükenmişti. Uzun uzun dalışlar yaptı maziye , atiye. Parmağının arasında kalan sigara pamuğunu yağmurdan oluşan gölcüklerden birinin içine attı. Bir anda ayağa kalktı kollarını açıp dönmeye başladı. Bağırıyordu bütün gücüyle, "Yok olmak istemiyorum."
Düştü yağmur sularının içine, kapanıp kaldı yüzün kuyu, şehrin orta yerinde yapayanlız kaldı öylesine...