İlim meclisinden sohbetler

İslam dinimiz hakkında sormak istedikleriniz, merak ettikleriniz, paylaşmak istediklerinizi bu foruma yazabilirsiniz.
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

İlim meclisinden sohbetler

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

“ALLAH, EN ÇOK UTANILMAYA LAYIKTIR”

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah ve melekleri, Peygamberine sâlat ederler. Ey İman edenler! Siz de ona sâlat edin; tam bir teslimiyetle selam verin." (Ahzab; 56)

Allah-u Zülcelal bizleri görüyor

Ebu Hureyre radiyallahu anh'dan rivayetle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Haya imandandır iman da cennettedir. Çirkin ve kötü sözler bâtıldandır. Bâtıl da cehennemdedir." (Tirmizi
Hakikaten insan Allah-u Zülcelal'den haya etmelidir. Haya, hem zahiri hem manevidir. İnsan, kendi başına da kalsa veya halk içinde de olsa, içinden geçenleri kimse bilmez veya tek başına kaldığı zaman: "Beni kimse görmez!" diye hayasızlık yapmamalıdır. Çünkü Allah-u Zülcelal bizleri görüyor.




Behz bin Hakim'in babasına dayanarak naklettiğine göre, dedesi bir gün Hz. Peygamber (sav)'e: "Ya Resulellah! Avret yerlerimizi kimlerden saklayacağız, kimlerden saklamayacağız?" diye sordu. Hz. Peygamber (sav): "Avret yerlerini, eşinle cariyenden başka herkesten sakla!" buyurdu. Adam da: "Ya Resulellah! Ya hiç kimsenin olmadığı bir yerde olursak?" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona şöyle cevap verdi:

"Allah, kendisinden utanılmaya herkesten çok layıktır." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace)

İşte haya böyledir. İnsan yalnız kalsa bile, hayasından bir şey kaybetmemelidir. Hz. Osman (ra) öyle haya sahibi birisiydi ki, başını gök yüzüne kaldırmazdı, başı hep önünde yürürdü.

Hz. Aişe (r.anha)'nın rivayetine göre: "Hz. Peygamber (sav) evinde diz kapakları açık bir vaziyette yatıyordu. Hz. Ebu Bekir (ra) geldi, izin isteyip içeri girdi. Daha sonra Hz. Ömer (ra) geldi, izin isteyip o da içeri girdi. Fakat Hz. Peygamber (sav) durumunu değiştirmedi. Sonra Hz. Osman (ra) içeri girmek istedi. Hz. Peygamber (sav) hemen ayaklarını örttü, sonra girmesi için izin verdi. Bir müddet oturduktan sonra dağıldılar. Hepsi dağıldıktan sonra: "Ya Resulellah! Niye böyle yaptın?" diye sordum. Hz. Peygamber (sav) şöyle cevap verdi: "Ey Aişe, meleklerin bile haya ettikleri bir kimseden, ben niye haya etmeyeyim."

Bir başka rivayet ise şöyle buyurmuştur: "Osman son derece haya sahibi bir insandır. Eğer o vaziyette kendisini içeri alsaydım, söyleyeceğini hayasından dolayı söyleyemeden geri dönerdi." (Müslim)

"Allah’tan hakkıyla utanın!"

Abdullah bin Mes'ud (ra)'dan rivayetle Hz. Peygamber (sav): "Allah'tan gerektiği gibi haya edin." buyurdu. Biz de: "Ey Allah'ın Nebisi! Elhamdülillah, haya ediyoruz." dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

"Anladığınız gibi değil, fakat Allah'tan gerçek haya, gözünü, kulağını, dilini ve zihnini meşru olmayan şeylerden koruman, haram yemekten ve zinadan sakınman, ölümü ve her şeyin fani olduğunu hatırlamandır. Ahiret saadetini isteyen, dünya ziynetine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah'tan hakkıyla utanmış olur." (Tirmizi)

Gerçekten de böyledir, dünya hayatı geçicidir. Çok çabuk bitiyor. Zevkleri ve sefaları sona eriyor. İnsanın, Allah-u Zülcelal'e karşı yaptığı fedakarlığın karşılığı çok büyüktür. İnsan yaptığı fedakarlıktan hiç pişman olmayacaktır. Mahşer günü salih amelleri ile sevinecektir.

İnsan dünyada hiç bir şeye sahip değildir. Canımızı, ruhumuzu, her şeyi Allah-u Zülcelal verdi ve insanları ibadet etsinler diye yarattı. İnsan, Allah-u Zülcelal'e ibadet ve taatte bulunmazsa, hayasızlık etmiş olur ve karşılığı da -neuzubillah- cehennem ateşi olur.




Nitekim İbn-i Ömer (ra) Hz. Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Haya ve iman birbirinden ayrılmaz iki dostturlar. Biri gidince diğeri de gider." (Hakim)
Bu yüzden haya ile iman beraberdir. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman -Allah muhafaza- ikisi birden insandan ayrılır.

Haya; biri Allah-u Zülcelal'e, biri de kuluna karşı olmak üzere iki çeşittir. İnsanlara karşı olan haya; gözlerini görmesi helal olmayan yerlere bakmaktan sakındırmak, Allah-u Zülcelal'e karşı olan haya da, O'nun nimetlerini bilip, emirlerine karşı gelmekten utanmaktır.

Fasık o kimsedir ki…

Hikmet ehlinden birisine sormuşlar: "Fasık kimdir?" O da şöyle demiştir: "Fasık; başkalarının apış arasından gözlerini sakındırmayan kimsedir."

Fudayl bin İyaz ise şöyle demiştir: "İnsanlardan utandığın için perdeni ve kapını kapatıyorsun da, kalbindeki Kur'an'dan ve kendisi için hiç bir şeyin gizli kalmadığı Allah'tan niye utanmıyorsun!.."

Gerçekten öyledir. Biz her zaman Allah-u Zülcelal'i düşünüp, O'ndan haya etmeliyiz.

Yine İbn-i Ömer (ra)'dan rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Zülcelal bir kimseyi helak etmek isteyince ondan utanmayı kaldırır. Utanması kalkınca, onun hep kötülük yaptığını görürsün. Kötüye kimse güvenmez. O zaman, hep hainlik yapar ve hainliğe uğrar. Bu defa da acıma duygusundan yoksun olur ve lanetlenerek kovulur. Böylece o kişi İslam’dan uzaklaşır." (İbn Mace)

Hayalı (utanan) kimsenin bu davranışı onun imanının ne kadar kuvvetli olduğuna delalet eder. Haya, kişinin takvasının alametidir, dininin kamil olduğunu bize gösterir. Hayanın akıbeti, kişinin cehennemden kurtulması, cennete dahil olması, selamete ermesidir. Hayanın sevabı, kıyamet gününde kendi sahibine gizlenmiş bir hazine gibidir. Haya sahibi olan kimseyi, hayası ziynetlendirir, heybet ve azamet sahibi yapar.

Bişr-i Hafi şöyle demiştir: "Her şeyin bir güzelliği vardır. Hayanın güzelliği de günahları terk etmektir. Her şeyin bir semeresi vardır. Hayanın semeresi de hayrı getirmektir."

Malik bin Dinar ise şöyle demiştir: "Allah-u Zülcelal bir kalpten hayayı çıkardığı zaman, o kişi için bundan büyük bir azap yoktur."

Utanmıyorsan kendini hayvanlardan say!


Evliyalardan birisi oğluna nasihat ederken şöyle demiştir: "Yavrum, nefsin seni büyük bir günah işlemeye çağırınca, gözlerini göğe çevir de orada bulunanlardan utan. Eğer böyle yapmazsan gözlerini yere doğru çevir de orada bulunanlardan utan. Eğer ne gökte olandan korkmaz ve nede yerde bulunandan utanmazsan, o zaman kendini hayvanlardan biri olarak say."

Ne kadar da doğrudur. Haya sahibi insandan kimseye zarar gelmez. Herkes ondan memnun olur. Gerçekten haya, insanı salih amel yapmaya yöneltir ve insanı takva sahibi yapar.
İşte haya, sahibini bu şekilde günahlardan muhafaza eder, çünkü hakiki haya Allah'tan haya etmektir. Allah'tan haya eden, devamlı Allah'ı hatırlayacak, günahları yapmamaya gayret edecektir.



Şöyle rivayet edilmiştir: “Allah'ın bir meleği vardır. Onun iki gözünün arası yüzbin senelik mesafe kadardır. İşte bu gibi melaikeler sana şahitlik ettiği ve seni alıp da hesap makamına getirdikleri zaman senin âzâların, mafsalların titreyecek. Ve öyle bir korku içine gireceksin ki, keşke beni bu kabih (çirkin) olan günahlarla Rabbimin huzuruna götürmeselerdi diyeceksin.

“Seni bu şekilde Rahman'ın arşına götürürler ve seni Allah'ın huzurunda bırakırlar. Allah-u Zülcelal büyüklüğü ve azametiyle seni çağıracak ve ‘Bana yaklaş!’ diyecek. Sen Allah'a korkulu bir kalple ve zelil bir halle yaklaşacaksın. Senin kitabın ne büyük ne de küçük ondan hesaplanmamış bir şey kalmamış olarak senin eline verilecek.”

Acaba ne yüzle Allah-u Zülcelal'in huzurunda duracağız ve hangi dille O'na cevap vereceğiz? Ve "Sen benden haya etmedin mi?" dediği zaman hangi kalple düşünüp O'na cevap vereceğiz?

Bazı Peygamberlere şöyle vahiy gelmiştir: "Beni seven kimseye, ben cenneti nasip ederim. Kim benden korkarsa, ben onu cehennem ateşinden muhafaza ederim. Kim benden haya ederse, hafaza meleklerine o kimsenin günahını unuttururum."

İşte, Allah-u Zülcelal böyle kudret ve azamet sahibidir. Her şey O'nun kudretindedir. Hakikaten bizler ne de olsa günah sahibiyiz. Peygamber olmadığımız için Evliyalar dahi kendi derecelerine göre hata sahibidirler. Bu hatalara karşı Allah-u Zülcelal'e tövbe etmek ve daima yalvarmak lazımdır.

İnsanın Allah'ın nimetlerini düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelal'den haya etmesi gerekir. Çünkü Allah-u Zülcelal, insana bu kadar iyilik yaparak, rızkını veriyor. İnsan bu şekilde düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelal'den haya ederek, O'na iyi kulluk yapar.

Allah’ın ayetlerine inanmıyor musunuz?

Muhammed bin Suka, ziyaretine gelenlere: "Size bir kaç söz söyleyeyim de onlardan yararlanınız. Çünkü bu sözler vaktiyle bana yararlı olmuştu." dedi ve: "Sizden önceki müslümanlar boş konuşmaktan hoşlanmazlardı. Onlar Kur'an okumanın, iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamanın ve zaruri geçimle ilgili bir sorunu dile getirmenin dışında kalan her konuşmayı boş söz sayarlardı." dedi ve şöyle ilave etti: “Yoksa siz, Allah'ın şu ayetlerine inanmıyor musunuz?

"Oysa üzerinizde koruyucu (yaptıklarınızı zaptedici) melekler vardır. Şerefli katipler, her yaptığınızı bilirler." (İnfitar; 10-12) "Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı melek, yaptıklarını kaydetmektedirler. İnsan hiç bir şey söylemez ki; yanı başında onu gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır durmasın." (Kaf; 17-18 )

Acaba ne dünyaya ve ne de ahirete yaramayan sözlerle doldurduğumuz amel defterlerimiz, yarın mahşer günü elimize geçince ne yapacağız! İşte şimdiden hazırlığımızı yapalım. Dilimizi hayra alıştıralım, Allah-u Zülcelal'in zikrine alıştıralım. Allah-u Zülcelal'in emirlerini anlatmaya, nehiylerini söylemeye alıştıralım. Mahşer günü defterimizde ne görmek istiyorsak ona göre davranalım...

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

MANEVİ İNSAN

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini teskin edecek her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda (bu surede) da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir." (Hud; 120)

Bu ayet-i kerimede bizim için çok büyük bir ders vardır. İnsan bazı zamanlarda öyle ağır hasta oluyor ki, bir bardak suyu ağzına götürüp içemeyecek duruma geliyor. Başkaları ona su içiriyor. Hatta suyu dahi içemiyor, pamuğu ıslatıp dudaklarını ıslatmak suretiyle susuzluğunu gideriyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz.

Tabi bu insanın zahiri olan tarafıdır. Bir de manevi insan vardır fakat biz bunu görmüyoruz. Bu manevi olan insan da ya günahla müpteladır, ya da Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşguldür.

İnsan iki tanedir

Yani insan iki tanedir. Zahiri olan insan yeryüzünde sıhhatli bir şekilde dolaşır. Manevi olan insan ise ya salih ameller yapmak suretiyle kıyamet gününde çok güzel nimetlerin içinde olacak, ya da -neuzübillah- kötü işlerle meşgul olup sahibini çok şiddetli olan cehennem azabına müstehak edecektir.Resim

Bu manevi olan insan, maneviyat bakımından hasta olduğu zaman ve ibadet yapacak hali kalmayıp daima günahlarla meşgul olduğu zaman, onu tedavi etmek lazımdır. Eğer onu tedavi etmezsek öyle şiddetli bir azapla karşılaşacağız ki, çok büyük bir pişmanlığa düşeceğiz ama iş işten geçmiş olacaktır.

Nefs ve şeytan bizi aldatıyorlar. Eğer biraz derin olarak düşünürsek ne derece onlara aldandığımızı meydana çıkarabiliriz. Allah-u Zülcelal, biz daha annemizin karnında iken ne kadar yaşayacağımızı takdir etmiştir. Bundan ne fazla ne de eksik olur. Bir havuzu suyla doldurup altından bir delik açtığımızda ve havuza bir daha da su ilave etmediğimiz zaman, havuzdaki su bitmeyecek mi? Mutlaka biter. Her kim de bitmez derse, herkes ona: "Sen yalancısın!" diyecektir.

Bizim ömrümüzde aynen o havuzdaki su gibidir. Altında bulunan delikten hiç durmadan akıp gidiyor. Bu şekilde akarak bir gün mutlaka bitecektir. Hatta bazılarımızın ömrü çok az kalmış, bitmek üzeredir.

Ama maalesef bundan haberimiz yoktur. Onun için aklımızı başımıza alıp kalan ömrümüzde tedavi olmak, Allah-u Zülcelal'in ibadetiyle meşgul olup kendimizi günahlardan muhafaza etmek için gayret göstermemiz lazımdır.

Allah için çile çekmek

Allah-u Zülcelal'in Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e emretmiş olduğu bütün şeyler onun ümmetine de emirdir.

Allah-u Zülcelal, önceki Peygamberlerin ümmetlerinin onlara yapmış olduğu eziyetleri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bildirdiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların hallerine bakarak teselli buluyor ve müşriklerin yaptığı eziyetlere karşı tahammül gücü artıyordu. Bu, bizim için de çok büyük bir derstir.

Biz de daima önceki Peygamberlerin ve sadat-ı kiram'ın hallerini, ahlaklarını bilirsek, çok büyük menfaat elde ederiz. Çünkü onların güzel ahlaklarını bildiğimiz zaman: "Keşke benim ahlakımda öyle olsaydı, keşke bende onlar gibi amel yapsaydım." diyerek, amelin üzerinde daha gayretli oluruz. Böyle olduğumuz zaman da inşaallah Allah-u Zülcelal o amelleri ve o güzel ahlakları bize nasip eder.

Allah-u Zülcelal'e karşı olan ibadetlere, namaz olsun, oruç olsun, zekat olsun, hac olsun, yolun üzerindeki bir şeyi kaldırmak olsun, mü'min kardeşimize yardımcı olmak olsun, yani hangi ibadet olursa olsun daima o ibadetlere aşık olmamız lazımdır.
Böyle olduğu zaman belki de Allah-u Zülcelal bizim küçük bir ibadetimize bakarak bizi af ve mağfiret edebilir.

Namaz bütün ibadetlerin başıdır

Bilhassa namazın üzerinde elimizden geldiğince gayretli olmamız lazımdır. Çünkü namaz İslam dininin direğidir. Namazın olmaması, binanın direksiz olması gibidir. Onun için ilk olarak kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza namaz ile tavsiyede bulunmamız lazımdır. Namaz bütün ibadetlerin başıdır.

Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Kuşkusuz namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkor." (Ankebut; 45)

İşte namaz böyledir. Onun kıymetini iyi bilelim. Rükûsu ile, secdesi ile huşu içinde, huzurlu olarak namazımızı kıldığımız müddetçe Allah-u Zülcelal bizi muhakkak günahlardan muhafaza eder, hakiki bir tevbe ve salih amel yapmayı da nasip eder inşaallah!

Namazın içinde bütün meleklerin ibadetleri vardır. Biz onları görmüyoruz ama göklerdeki meleklerin bir kısmı kıyam halindedir, bir kısmı rükû halindedir, bir kısmı da secde halindedir. İşte namaz meleklerin ayrı ayrı cemaat olarak yapmış oldukları bu ibadetleri kendi içinde toplamıştır. Ve Allah-u Zülcelal bu namaz ibadetini bize nasip etmiştir.

A'lâ isminde bir zat, Ankebut suresini tefsir ederken şöyle demiştir: "Namaz, meleklerin tümünün ibadetlerini ve diğer ibadetlerin çeşitlerini içinde topladığı için Allah-u Zülcelal buyuruyor ki: "Ey kulum! Sen bu zayıflığınla Bana rükû yapıyorsun, secde yapıyorsun, kıyam yapıyorsun, tesbih yapıyorsun, tehlil yapıyorsun ve zayıflığına rağmen Bana bunları hediye ediyorsun, Ben keremimle, cömertliğim ve zenginliğimle sana niçin cennetin içindeki çeşit çeşit nimetleri vermeyeyim? Cemalimi niçin sana göstermeyeyim ve seni niçin af ve mağfiret etmeyeyim?"

Peki bundan daha güzel bir şey var mıdır? Allah-u Zülcelal'in kıyamet gününde bize bu şekilde hitap etmesinden daha güzel bir şey var mıdır? Cennette öyle çok ve çeşitli nimetler vardır ki, insan bütün ömrünce bu nimetleri saysa yine de bitiremez.
İnsan bu müjdeye bakarak ruhunu, canını namaz için feda etmesi lazımdır. Bilhassa sabah namazına aşk ve muhabbetle kalkmak lazımdır.

Nefs sıcak yataktan çıkmak istemez. Türlü hilelerle insanı sabah namazından geri bırakmak ister. Böyle olduğu zaman hemen bu müjdeleri aklımıza getirip yaramaz olan nefse uymamamız lazımdır. Eğer ona uyacak olursak bizi çok perişan eder.
Onun için Allah-u Zülcelal'in rızasına, ibadetine karşı meraklı ve mahzun olmamız lazımdır. Geçip giden bu günlerimizin, nefeslerimizin üzerinde:

"Benim bu günlerim, nefeslerim hep boşa gitti." diyerek mahzun olmamız lazımdır. Onun için Şah-ı Nakşibend şöyle demiştir:
"Nefsi hiç olmazsa bir, iki veya üç saatte bir hesaba çekmek lazımdır."

Eğer bu bir, iki ve üç saat içinde salih ameller yapmış ise, ona cennet ni'metlerini hatırlatarak daha da çok yapması için teşvik etmelidir. Yok eğer kötü amellerle vaktini geçirmişse, ona cehennem azabını hatırlatmalı ve hemen tevbe edip Allah-u Zülcelal'e yönelmelidir.

ResimAllah-u Zülcelal kıyamet gününde, aldığımız ve verdiğimiz nefeslerin hesabını dahi bize soracaktır. Peki hem Allah-u Zülcelal'in hakkını yerine getirmemek, hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak doğru mudur? Elbette doğru değildir. Onun için özür dilemek ve: "Ya Rabbi! Ben senin hakkını yerine getiremiyorum. Bana kuvvet ver, Senin ibadetini yapabileyim." diyerek mahzun olmak lazımdır.

Allah-u Zülcelal her şeyin üzerine lütfunu ve -Neuzübillah- kahrını takdir etmiştir. Daima O'nun lütfunu talep etmek lazımdır. Allah-u Zülcelal bir kimsenin üzerine lütuf ve merhamet kapısını açtığı zaman, kahır kapısını kapatmış olur. -Neuzübillah- bir kimsenin üzerinde kahır kapısını açtığı zaman da lütuf kapısını kapatmış olur.

Onun için daima bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'den üzerimize lütuf kapısını açmasını istememiz lazımdır. Biz ısrarla istediğimiz zaman, O'nun yanında hiçbir şey zor değildir ve cömertliği ile inşaallah bizim üzerimize lütuf kapısını açacaktır.
İnsan ne derecede Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olur ve yalvarırsa, Allah-u Zülcelal de o derecede lütuf kapısını, ihsan kapısını ve merhamet kapısını ona açacaktır.

Anlatıldığına göre, İsrailoğulları zamanında saliha bir kadın vardı. Onun kocası onu ibadetten alıkoyuyordu ve ona eziyet ediyordu. Ama kadın, kocasının yaptığı eziyetlere hiç aldırmıyordu. Kocası daima ona eziyet etmek için bahane arıyordu.
Bir gün bir bez parçasının içine bir miktar para koyup saklaması için hanımına verdi. Ve gizlice nereye sakladığını görmek için arkasından gitti. Kadın parayı saklayıp oradan ayrılınca, kocası içinde para olan bez parçasını alıp denize attı. Bir balık o parayı yuttu.

Adam bir gün balık avlamaya gitti. Ve parayı yutmuş olan balığı tuttu ve eve getirdi. Balığı, pişirmesi için hanımına verdi. Kadın balığın karnını yarınca içinde para olan bez parçasını gördü. Onu alıp yine eski yerine koydu. Tabi kocası ona eziyet yapmak için bahane arıyordu.

Hanıma: "Sana verdiğim emaneti getir." dedi. Kadın gidip parayı aldı ve getirip kocasına verdi. Adam bu duruma çok şaşırdı. Tabi adam Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini bilmediği için çok şaşırdı. Kadın da bunun Allah-u Zülcelal'in yanında çok küçük bir şey olduğunu bildiği için hiç şaşırmadı. Adam bu hali görünce, Allah-u Zülcelal'in yoluna döndü.

İşte Allah-u Zülcelal böyledir. İnsan Allah-u Zülcelal'e tevekkül eder ve samimi olarak O'nun ibadetini her şeyin üstünde görürse, O'nun rızasını her şeyin önüne koyarsa, Allah-u Zülcelal de ona karşı her türlü lütuf ve ihsanda bulunur.

İsa aleyhisselam bir gün deniz kenarından geçerken, nurdan yaratılmış bir kuş gördü. İnsan ona baktığı zaman nurunun aydınlığından gözünü açamazdı. Kuş gidip kendini çamura batırdı ve gidip denize girdi ve yine tertemiz olup parladı. Denizden çıkıp yine çamura battı ve gelip denize girdi, temizlendi. Bu hal tam beş sefer tekrar etti.

İsa aleyhisselam: "Bu kuş neden kendini çamura batırıyor, sonra çıkıp denize giriyor ve temizleniyor?" diye kuşun haline şaşırdı. Allah-u Zülcelal İsa aleyhisselam'a şöyle vahyetti: "Ya İsa! O namazın temsilidir." Hakikaten de o kuş kendisini beş defa çamura batırdı. Daha sonra çamurdan çıkıp denize girerek kendini temizledi.

İnsan da namaz kıldığı zaman aynı o kuşun denizde temizlenip nurlandığı gibi, hatalarından temizlenip nurlanıyor. Yine hata yaparsa aynı kuşun çamura girmesi gibi zulmetle kaplanıyor ve namaz kıldığı zaman tertemiz oluyor. İşte namaz insan için böyle kıymetlidir.

Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatmıştır: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle söylediğini işittim:
"Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiçbir kir kalır mı, ne dersiniz?" Sahabeler:

"Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tekrar şöyle buyurmuştur:

"İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler."
(Buhari, Müslim)

Allah-u Zülcelal'e yüz bin defa şükür ve hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük kolaylıklar göstermiş ve çok büyük ve kıymetli bir nimet olarak tevbe kapısını bize açmıştır. Ama maalesef insan o nimetin kıymetini bilmiyor.

Haberlerde şöyle geçmektedir: Bir kul, Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, yerle göğün arasında yetmiş tane kandil yanar. Tabi melekler bunu gördükleri zaman bir münadi şöyle der: "Filan oğlu filan, Rabbi ile sulh (barış) yaptı."
Çünkü kişi şeytanın yanında olduğu zaman, şeytan Allah-u Zülcelal'e düşman olduğu için, sanki o da düşman olmuş olur. Şeytanın yanından ayrılıp Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ettiği zaman, kendi Rabbi ile sulh yapmış olur.

Öyle ise İslam dininde bu tevbeden daha güzel bir şey var mıdır? İnsan için öyle büyük ve kıymetli bir nimettir ki, anlatmakla bitiremeyiz. Onun için tevbenin kıymetini iyi bilelim.

"Ben mi tövbe edeceğim!"

Bazı insanlara; ‘Gelin tevbe edin’ dediğimiz zaman o kimseler: "Allah, benim gibi bir adama azap verir mi?" diyerek bir kibrin ve ucbun (kendini beğenmişliğin) içine giriyorlar. Fakat Allah dostlarının onu gördüğü gibi, o da kendini görseydi, kıyamet gününde Allah-u Zülcelal'in azabına ne şekilde müstahak olduğunu anlayacaktı.

Allah-u Zülcelal, bize karşı çok merhametli olmasına rağmen, O'nun bu merhametini maalesef değerlendiremiyoruz. Allah-u Zülcelal'e hamd-ü senalar olsun ki, bize çok büyük bir nimet olarak iman vermiş ve bu imandan sonrada tevbe nasip etmiştir.
İnsan kendisinde bir ilerleme olmayıp yerinde saydığı zaman veya geri gittiği zaman, hemen tevbeye kaçmalıdır. "Acaba Allah-u Zülcelal bir günahtan dolayı bana gazaba mı geldi?" diyerek hemen tevbeye sarılmak lazımdır. Aylarca tevbeyi terketmek çok yanlıştır.

Nice günahlar vardır ki, hepsini unutuyoruz fakat kıyamet gününde bu günahların hepsini zerre zerre göreceğiz. Bunların hepsi Allah-u Zülcelal'in yanında kayıtlıdır.

Fakat o günahları şimdi unutmuşuz hiç hatırımıza gelmiyor. Onun için umumi olarak Allah-u Zülcelal'e karşı tevbe ederken, Allah-u Zülcelal bu unutmuş olduğumuz günahlarımızı da sevaba çevirecektir inşaallah!

Aliyyü'l-Havvas, her sabah ve her akşam vücudunda ne kadar âzâ varsa, hepsinden tevbe ediyordu. Gözlerinden, kulaklarından, dilinden, ayaklarından, kalbinden yani bütün âzâlarından birer birer: "Ya Rabbi! Bu âzâlarımla yapmış olduğum bütün günahlarımdan ben pişmanım." diye tevbe ediyodu. Ve buyuruyordu ki: "Tevbe, Allah-u Zülcelal'in gazabını söndürür."

Çünkü insan bir günah yaptığı zaman Allah-u Zülcelal ona karşı gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da, Allah-u Zülcelal ona gazaba geldiği zaman, melekler korkudan arş-ı âlâ'nın kenarlarına kaçarlar. Fakat Allah-u Zülcelal camilere bakıp zikir yapanları, seher vaktinde kalkıp ibadet yapanları ve yalvaranları gördüğü zaman gazabı yavaş yavaş durur ve melekler de eski yerlerine dönerler.

Dünyada dolaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, önümüze ne gelirse yapıyoruz ama hakikat böyle değildir. Biz Allah-u Zülcelal'e karşı nasıl davranıyorsak, ağaçlar, taşlar, topraklar da bize o şekilde muamele ediyorlar. Hatta kabrimiz de bize öyle muamelede bulunuyor.

Eğer biz vaktimizi ibadetle, zikirle, Allah-u Zülcelal'in razı olacağı işlerle geçirirsek, kabrimiz bize der ki:
"Allah senden razı olsun! Ben sana aşığım. Ne zaman yanıma geleceksin? Sen benim yanıma geldiğin zaman, sana hürmet edeceğim."

Ama günahlarla meşgul olup, Allah'a âsi geldiğimiz zaman yine o kuru toprak der ki: "Allah seni kahretsin! Ben sana karşı çok gazaplanıyorum. Sen benim yanıma ne zaman geleceksin? Geldiğin zaman senin kemiklerini birbirine geçireceğim."

Onları böyle sakin ve dilsiz olarak görüyoruz ama onlar konuşurlar. Fakat biz seslerini duymuyoruz. Eğer biz Allah-u Zülcelal'e aşık olursak onlarda bize aşık oluyorlar. Fakat biz âsi olursak, onlar da bize buğz ediyorlar. İşte Allah-u Zülcelal'in işleri böyledir. Her ne kadar biz bir şey görmüyorsak da, manevi âlem bu şekilde çarketmektedir.

Ka'bü'l-Ahbar radıyallahu anh şöyle demiştir: "Kim bir gece, kimsenin görmediği bir yerde Allah-u Zülcelal'e ibadet yaparsa, o gece o kişiyi nasıl terkederse, o kişi de aynı şekilde günahlarını terketmiş olur."

Yani insan hiç kimsenin görmediği bir yerde bir gece Allah-u Zülcelal'e ibadet ederse, nasıl gecenin içinden çıkıp, sabaha giriyorsa, günahların içinden de o şekilde çıkar.

Kalbimizde neyin merakı var?

Allah-u Zülcelal bizleri kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Allah-u Zülcelal bizi bu dünyaya kendi rızasını kazanabilmemiz için göndermiştir. Allah-u Zülcelal böyle buyurduğu halde bizim kalbimizde başka şeylerin bulunması çok yanlış bir şeydir. Kalbimizde daima Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için bir merak, bir hararet ve yanma bulunmalıdır. Eğer insanın kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı varsa, gün-gün, saat-saat O'na doğru mutlaka gidecektir.

Malik bin Dinar şöyle demiştir: "Dünyada insanın kalbinde ne kadar dünya merakı varsa, o derece ahiretin merakı onun kalbinden çıkar."

Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Biz kalbimizi dünyaya ne kadar verirsek, ahiretin merakı o derece kalbimizden çıkar. Çünkü dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarakta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, hatme yapar, cemaate gelir.

Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allah-u Zülcelal'in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine gelmiş, ahiretin merakı kalbinden çıkmış demektir.

Nasıl insan bir evi terkettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabe haline geliyorsa; insanın kalbi de aynen böyledir. Allah'ın rızasının merakı ondan çıkarsa veya ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman, bir merak bir hüzün onda peydah olmazsa, aynı harabe olan ev gibi kalpte harabeye döner.

Gevşekliğe düşünce...

Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman: "Ben mahvoldum. Cehennem ateşine müstahak olabilirim." diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır.

"Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Senin rahmetine sığınıyorum." diye Allah-u Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. O'nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz.

Allah-u Zülcelal, kullarına öyle büyük bir merhamet kapısı açmıştır ki, bu kapıyı hepimiz bilmemiz lazımdır. Bu kapının kıymetini, dünyada iken bilmeyerek ahirete göç edersek, ahirette biliriz. Fakat o zaman da hiç bir menfaat elde edemeyiz.

Bu kapının kıymetini ve değerini bu dünyada mutlaka bilmemiz lazımdır. Çünkü insan ibadetiyle, taatıyla kendisini kurtaramaz. Mutlaka, Allah-u Zülcelal'in affıyla kurtulabilir. Kim olursa olsun, Allah-u Zülcelal affetmez ise, o kimsenin sonu helaktır. Onun için Allah-u Zülcelal'in merhamet kapısına gitmemiz lazımdır. Affolunmak için Allah-u Zülcelal'e çok yalvarmalıyız.

Bu ahir zamanda mü'min kardeşlerimiz, maalesef Allah-u Zülcelal'in bu merhamet kapısından çok gafildirler. "Ben tevbe ediyorum." demekle kalmak doğru değildir. Tevbenin kabul alameti; insanın tevbeden önceki ile sonraki halinin arasında fark olmasıdır. İnsanın tevbeden sonraki halinin mutlaka değişmesi lazımdır. Böyle olunca o kişi gerçek tevbe etmiş olur.

Bizler sanki önümüzde hiçbir şey yokmuş gibi dünya üzerinde geziniyoruz. Fakat, kabir kapısına ayağımızı bastığımız zaman, bu şekilde rahat yaşayamayacağız.

Mü'min olarak, günahsız ve Allah-u Zülcelal'in rahmetine layık olarak dünyadan ayrıldığımız zaman, kabrimiz bizi hoş karşılayacaktır. Bildirildiğine göre Useyd bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Bana anlatıldığına göre mü'min kul ölünce cenazesini taşıyanlara "Çabuk olun, beni bir an önce mezarıma ulaştırın." der. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle seslenir: "Ben seni üzerimde yaşarken seviyordum. Şimdi ise seni daha çok seviyorum."

Buna karşılık kafir bir kul önce cenazesini taşıyanlara: "Aman, beni geri götürün." diye bağırır. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle der: "Ben senden üzerimde yaşarken zaten nefret ederdim. Şimdi ise daha çok nefret ediyorum."

Hz. Ömer radıyallahu anh, halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle: "Mağrurlanma Ömer! Ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde: "Ömer! Ölümü unutma!" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı.

Şeyh Muhammed Diyauddin akşam hanesine gittiği zaman hep ölümü düşünür, tanıdıklarından ölenleri anar ve:
"Falan şu kadar sene yaşadı, filan şu kadar hayat sürdü, şöyle yaptı, böyle yaptı ama nihayet ölüm geldi de göçüp gittiler." diye onbeş yirmi kişiyi anarak onların gidişini göz önüne getirip, ölümü mülahaza ederdi ve kendisine şöyle derdi:
"Onlar sıralarını savıp gittiler, şimdi ise sıra bana geldi. Artık sıra bendedir."

Kıyamet gününü hiç unutmamamız lazımdır. Kıyamet günü o kadar korkunç ve dehşetli bir gündür ki; o gün insanlar dimdik, Allah-u Zülcelal'in rahmetine bakarlar, lakin orada hiç bir fayda yoktur. Ama bugün böyle Allah'ın rahmetine bakarsak, orada nice menfaatler vardır. Daha o korkunç güne girmeden önce Allah-u Zülcelal'in rahmetine gözlerimizi dikersek, o zaman Allah-u Zülcelal bizlere merhamet edecektir.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin...
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
rüya
Best of TurkiyeForum
Best of TurkiyeForum
Mesajlar: 2885
Kayıt: 10-07-2006 20:03

Mesaj gönderen rüya »

güzel paylaşımdı elinize saglık
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

GAFLETTEN KURTULUŞ YOLLARI


Zikir ve ibadet

ResimAllah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Eğer (Yunus as.) çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun (balığın) karnında kalırdı." (Saffat; 143-144)Burada, insanlar için ne kadar da açık bir işaret vardır. Allah-u Zülcelal'in ibadeti, zikri, insan için çok büyük bir kurtarıcıdır.
Demek ki Yunus (aleyhisselam)ın zikri, ibadeti ve samimiyetinin hürmetine, Allah-u Zülcelal onu kırk gün sonra balığın karnından kurtarmıştır.

İnsan bu ayet-i kerimenin ve daha başka ayet-i kerimelerin üzerinde biraz derin olarak düşünecek olursa, tek çarenin Allah-u Zülcelal'in zikri ve ibadeti olduğunu meydana çıkarabilir. İnsana hem dünyada hem de ahirette yarayacak olan Allah-u Zülcelal'in zikri, ibadeti, O'na karşı gösterilen samimiyettir.

Ama bu adi olan nefis, Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini, hizmetini yapmak istemiyor. Allah-u Zülcelal onu da öyle yaratmıştır.

Yapmış olduğumuz zikir, ibadet ve hizmet Allah rızası için olursa, herhangi bir musibetle karşı karşıya geldiğimiz zaman, bu salih ameller, bizim elimizden tutup bizi selamete çıkaracaktır.

Tefekkür ve Muhasebe
Eğer insan günde birkaç dakika veya bir saat kadar oturup, Allah-u Zülcelal'in; dünyayı, ahireti, cenneti, cehennemi, altını, gümüşü niçin yarattığını ve bunların sonunun ne olacağını iyice bir düşündüğü zaman, ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduğu güneş gibi apaçık bir şekilde meydana çıkar.

Böyle düşünmediğimiz zaman, nasıl bir insan buzun üzerine çıktığı zaman ayağı kayar, ister istemez düşerse, biz de kabrin kapısına elimizde olmadan kayıp gidiyoruz. Çünkü Allah-u Zülcelal bu ömrü bize sayıyla vermiştir. Yaşadığımız her gün ömrümüzden gitmektedir. Onun için bütün bunları biraz düşünmemiz, kendimize biraz çekidüzen vermemiz lazımdır.

İnsanın içini ve zahiri âzâlarını Allah-u Zülcelal'in sevdiği şekilde hazırlaması lazımdır. Aliyyü'l Havvas (ks) halifelerinden birine şöyle tavsiyede bulunmuştur: "Sen akşam olduğunda, zahiri ve manevi olarak vücudunu tamamen temizle ve yatağına öyle gir!"

Kalp nasıl temizlenir?

Bunun manası nedir? Yani, zahiri olarak abdestini al; manevi olarak da kalbini, ruhunu bütün dünya meşgalelerinden temizle! Böyle yapmadan yatıp, o gece ölürsen, Allah-u Zülcelal'in gazabının altına girmiş olursun, demektir. Onun için insan kendisini kalben, ruhen Allah-u Zülcelal'e karşı daima temizlemesi lazımdır.

Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah insanın içine iki kalp koymamıştır." (Ahzab; 4)

Yani, Allah-u Zülcelal insanın vücudunda bir kalp yaratmıştır. Ve o kalp ile de kendisiyle meşgul olunmasını istemektedir. Allah-u Zülcelal'in malı olan bu kalpte başka şeyleri bulundurursak, Allah-u Zülcelal bundan razı olmaz.

Onun için yatağa girdiğimiz zaman, kalbimizi Allah-u Zülcelal'den başka herşeyden ayırmamız lazımdır.

İnsan hakikaten de ne kadar da yaramazdır. İnsan yatağa girdiği zaman zaten dünya ile bir alakası kalmaz. Öyleyse kendimizi Allah-u Zülcelal'e karşı niçin tam manası ile temizlemiyoruz ki? Halbuki uyku ölümün bir kısmıdır.

Onun için yatağa girdiğimiz zaman: "Ya Rabbi! Ben sanki ölüyorum" diyerek, kalbimizi, ruhumuzu ve niyetimizi Allah-u Zülcelal'e karşı temizlememiz lazımdır.

Tövbe
Elimizden geldiği kadar kalbimizden bütün dünya meşgalelerini atarak: "Ya Rabbi! Ben yarına çıkmayabilirim. Sadece senin rızanı, muhabbetini istiyorum. Daha önce dünyaya olan muhabbetimden, yapmış olduğum günahlardan pişmanım. Beni af ve mağfiret et!" diye hakiki bir tövbe ile tertemiz bir şekilde Allah-u Zülcelal'in huzuruna girmemiz lazımdır. Eğer bu şekilde ölecek olursak Allah-u Zülcelal'in huzuruna temiz bir şekilde gideriz.

Dünyanın güvensizlik yeridirResim
Dünyaya karşı uyanık olmak lazımdır. Dünyaya az rağbet edip onun hakkında olmayacak beklentilere girmemek gereklidir. Dünya öyle istikrarsız bir yerdir ki, sağlam olan birden hastalanır, emniyet içinde olan birden korkuya müptela olur, sevinçli olan birden kederlenir. Zengin olan bir anda fakirleşir. Dünyaya önem verip onu sevmek akıllı kimselerin işi değildir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Dünya, ahirette evi olmayanın evi ve orada malı bulunmayanın malıdır. Dünya malını aklı olmayan toplar." (Ahmed bin Hanbel, Beyhaki)

Ölü kalp ibadet edemez
İnsanda Allah ve ahiret sevgisini oluşturan ve güçlendiren şey, Allah'ın ma’rifeti ve Allah'a ibadettir.
İnsanda dünya sevgisi uyandıran ve kuvvetlendiren şey ise nefsin şehvetlerine uymaktır. Nefsin şehvetleri bu yüzden kötülenmiştir.

Ölü kalpler vardır, bir de diri olan kalpler vardır. İnsanın vücudundaki kalp, gafil olursa, ölür. Onun için de insan namaz kılamaz, oruç tutamaz, zikir yapamaz ve günahlardan korunamaz hale gelir. Ama diri olan, gafletten uzak olan kalpte, Allah-u Zülcelal'in feyzi, rahmeti, nisbeti ve affı vardır.

Zaten insan kalbiyle, "Allah, Allah" derse, Allah-u Zülcelal'in rahmetine, affına talip olmuş demektir. Allah-u Zülcelal'i zikrederek, O'nu yardıma çağırmış olur. Allah-u Zülcelal'in yardımı olmazsa insanın hali ne olur? Onun için çaremiz Allah-u Zülcelal'in zikridir. Kendimizi bundan mahrum edersek, kalbimiz ölü bir kalp haline gelir.

İnsanın vücudu bir şehir gibidir. Bu şehrin içinde iyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Kişi, bu şehrin başında bulunan sultan gibidir. Akıl onun veziridir. Akla daima danışması lazımdır. Çünkü akıl bir cevherdir. İşlerini akıl ile beraber yaparsa kolay kolay yanılmaz. Ama -çoğunlukla- nefis, şeytanla birlik olup aklı tesirsiz hale getiriyor. Yoksa akıl herşeyi doğru olarak anlar. Nefis onu aldatıyor.

Vücudun içindeki kötü ahlaklar kibir, riya, ucub gibi ahlaklardır. Onun için insan kendini hiç (bir şey) görmemelidir. Dünyadaki bütün salih kimselerin ibadetini de yapsa, Allah-u Zülcelal'in karşısında bu ibadet bir zerre kadar, hatta bu ibadeti kendisine bir hata olarak görmesi lazımdır.

İşte, bir şehir gibi olan vücuttaki kibir, ucub, cimrilik gibi ahlaklar; şehirdeki kötü insanlar gibidirler. Tabi bir şehirde nasıl iyi insanlar varsa, vücutta da iyi ahlaklar vardır. Bu ahlaklar Allah'ın muhabbeti, Allah'ın rızasına karşı duyulan samimiyet, hilim, haya gibi güzel ahlaklardır.

Peki padişah şehrin iyi insanlarına hiç itibar etmeyip, kötü insanlara itibar ederse, o iyi insanlarda huzur kalır mı? Biz de vücudumuzda bulunan kibre, ucuba, cimriliğe, dünya hırsı gibi kötü ahlaklara itibar edersek, güzel olan ahlaklar huzursuz olurlar.



Onun için bir sultan, kendi şehrinde adaletli ve güzel bir şekilde nasıl yönetim gösteriyorsa, biz de vücudumuzda bulunan iyi ve kötü ahlaklar üzerinde disiplinle durup; sadece daima Allah-u Zülcelal'in razı olacağı ahlakları vücudumuzda bırakıp diğerlerinin hepsini yok etmemiz lazımdır. O zaman vücudumuz, ruhumuz, kalbimiz yalnızca Allah-u Zülcelal'e kalır ve ‘O'nun için’ olur.

İslam dininde, manevi olarak zikir yapmak, Allah-u zülcelal'e karşı olan durumu düzeltmek kadar kıymetli bir şey yoktur.

Ancak kıyamet gününde ferahlanacağımız şeylerle ferahlanmamız lazımdır. Bu dünyada önümüze gelen güzel şeylerle ferahlanmak, sevinmek geçicidir.

Bakın! Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında İslam ordusu bir savaştan çok büyük bir ganimetle döndü. Ganimeti Hz. Ömer (ra)a getirdiklerinde Hz. Ömer (radıyallahu anh) ağlamaya başladı. Ona dediler ki:

"Ya Emire'l Mü’minin! Biz bu ganimeti seni ferahlandırmak için getirdik. Ama sen ağlıyorsun!" Hz. Ömer dedi ki: "Evet! Ben sizin galip gelmenizden dolayı sevindim. Ama onun için ağlamıyorum. Getirdiğiniz dünya malı, bizi Allah-u Zülcelal'in sevgisinden alıkoyar, ahiretten alıkoyar, sevgisi bizim kalbimize girer diye korktuğum için ağlıyorum."

İşte onlar, dünyadan böyle çekiniyorlardı. Bir insan kendisini yılandan nasıl muhafaza ediyorsa, Allah-u Zülcelal'in dostları da kendilerini dünyadan böyle muhafaza ediyorlar ve dünyanın muhabbetinin kalplerine girmesinden öyle korkuyorlardı.

Tabii insanın elinde bir şey yoktur, herşey Allah-u Zülcelal'in elindedir. Yalnız elimizde bir cüz'i irade vardır. Onunla daima Allah-u Zülcelal'e yalvarmak, Allah'tan istemek ve Allah'a ibadet etmekle görevliyiz. Allah-u Zülcelal kudret ve azamet sahibidir.

Herşeyi O icad eder. Biz de elimizde olan cüz'i iradeyi kullanmamız lazımdır. Elimizde bulunan bu cüz'i iradeden ötürü, günah yaptığımız zaman Allah-u Zülcelal'e karşı sorumlu oluyoruz.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Hükümdar
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 40
Kayıt: 16-10-2006 17:54
Konum: Bizemi Geleceksin?? :P

Mesaj gönderen Hükümdar »

"Haya ve iman birbirinden ayrılmaz iki dostturlar. Biri gidince diğeri de gider."

Gerçekten çok güzel bilgiler...
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

DÜNYA’DAN SIYRILIP ALLAH’A YAKLAŞMAK

Dünya sevgisinden kurtulmak hakikatini bilmekle mümkündür


Dünya sevgisini, muhabbetini, kalbimizden ancak bütün eşyanın özüne, hakikatine bakmakla çıkarabiliriz. Bu şekilde hareket edersek, dünyanın nasıl olduğunu anlayıp kalbimize, sadece Allah-u Zülcelal'in ve ahiret gününün muhabbetini yerleştiririz.

Çevremizde, bizim için çok büyük ibretler vardır. Fabrikadan yeni çıkan bir otomobile bakın, sahibi ona gözü gibi bakıp bakımını aksatmadan yapar. Herhangi bir yerine bir şey olmaması için azami gayret sarf eder.

Ancak, bazen de hurdalıklarda her tarafı çürümüş, kullanılamayacak duruma gelmiş arabalar görürüz. Halbuki, o araba da bir zamanlar yeniydi. Sahibi etrafında dolaşıyor, sevgiyle bakımını yapıyordu. Arabanın muhabbeti kalbini fethetmişti. Peki, ne oldu? O yepyeni araba, yavaş yavaş eskidi, çürüdü ve topraktan bir farkı kalmadı. Böyle olduğu için de sahibinin ona duyduğu sevgi de kayboldu.

Manifaturacılar, sabahtan akşama kadar, kumaşlarının tozunu siler, itina ile düzenlerler. Bir kişi o kumaşı alıp elbise yaptırır. Bir süre giydikten sonra, eskidiği için kaldırıp çöpe atar. Peki, o manifaturacının titizlikle sildiği, düzenlediği kumaşa ne oldu?

İşte, eşyanın aslı, hakikati böyledir. Dünya sevgisi böyledir. İnsan bunlara meylederse, Allah-u Zülcelal'den ahiret gününden gafil kalır. Fakat, dünyanın ne olacağını tefekkür ettiği zaman, kendisini ibadetten, zikirden alıkoyan şeyler, bütün cazibesini kaybeder.

Ahiret ehline göre dünyanın hiç kıymeti yoktur


Yafii isminde bir zat şöyle nakletmiştir: "Bir beldenin padişahı, güzel bir şehir kurdu. Kendisine de çok güzel bir köşk yaptırdı. Yemekler hazırlattırıp bütün şehir halkını davet etti. Kapıya bir kaç adamını koyarak: “Yemek yiyenlere bu köşkte bir kusur olup olmadığını sorun!” dedi.

Tabi dünya ehlinden hiçbiri, bir hata bulamadılar. Son olarak bir kaç tane fakir, elbiseleri eski, Allah dostlarını çağırdılar. Kapıcılar, yemekten sonra sordular:
- Bu köşkte herhangi bir kusur var mı? Allah dostu olan zatlar:
- Bu köşkte iki tane çok büyük kusur var, dediler. Kapıcılar hemen padişaha gidip: "İki-üç tane fakir insan geldi. Bu köşkte iki tane çok büyük kusur var diyorlar." diye haber verdiler. Padişah bu sözlere çok sinirlendi ve: "Ben bir kusura razı değilken, onlar iki kusur buluyorlar!" diyerek onları huzuruna getirmelerini emretti.

Huzuruna getirildiklerinde, padişah onlara dedi ki:
- Çok sayıda bilgili insan geldi. Benim köşkümde bir kusur bulamadılar. Siz nasıl bir kusur buldunuz? dediler ki:
- Padişahım, Sinirlenme! Bu köşkün iki büyük kusuru vardır. Birincisi şudur ki, sahibi ölecek. Sen ölmeyecek misin? Padişah:
- Doğrudur. Herkes gibi ben de öleceğim, dedi.
- İkinci kusur ise bir gün gelecek, bu köşk yıkılacak, toprağa karışacak. Bunlar kusur değil mi, padişahım? Padişah:
- Evet, bunların ikisi de kusurdur, siz haklısınız. Fakat, baki kalacak bir şey var mı? diye sordu. Dediler ki:
- Cennet bakidir, ondaki nimetler bakidir. Bu sözler üzerine, padişah kendine geldi, müslüman oldu ve o zatlar hürmetine, Allah-u Zülcelal'e yöneldi.

Hakikaten de şuurlu bir şekilde düşünürsek, padişah da olsak, bütün dünya bizim olsa ve bütün insanlar da bize hizmet etseler, hiç bir kıymeti yoktur. Çünkü, faniyiz ve bir gün mutlak herkes gibi ölüp toprağa karışacağız.


Allah’a yakın olmak

Kudretli bir kimse karşımızda durup yerine getirmek üzere bize bir iş verse, o zat aklımızdan hiç çıkar mı? Tabi ki çıkmaz. Çalışırken, dolaşırken, otururken hep aklımızda olur. Acaba beni beğeniyor mu? Bana kızıyor mu? diye daima onunla meşgul oluruz.

Peki, Allah-u Zülcelal bu zata benzer mi? O, hiçbir zaman kulundan ayrılmaz; bize şah damarımızdan daha yakındır. Böyle olduğu halde, neden Allah-u Zülcelal'den gafil oluyoruz.

Allah-u Zülcelal başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar, (Allah'a) en yakın olanlardır." (Vakıa; 10-11)

Mü'min olanların tümü, Allah-u Zülcelal'e gitmektedirler. Fakat, bunların önünde olan bazı kimseler vardır. Öyle ki, bu önde olanların içinde de önde giden kimseler vardır. İşte, Allah-u Zülcelal'e en yakın olanlar bu kimselerdir.

Esasen, Allah-u Zülcelal nasıl bize şah damarımızdan daha yakın ise biz de O'na o derece yakınız. Ancak, ayet-i kerimede kastedilen yakınlık, bu değildir. Buradaki yakınlık; ibadet ile, ruh ile, huzur ile elde edilen yakınlıktır.

Allah-u Zülcelal ile huzurlu olan kimseler O'na doğru gitmektedirler. Otururken, suküt ederken, ibadet yapmadıkları zamanlarda dahi, Allah-u Zülcelal'e yürümektedirler.

Anlatıldığına göre, Cüneyd-i Bağdadi (ks) bir gün, suküt içerisinde oturuyordu. Ne zikir yapıyor, ne namaz kılıyor, ne de her hangi bir harekette bulunuyordu. Uzun süre bu halde oturdu. Ona dediler ki: "Farz namazlar dışında, ne ibadet ne de zikir yapıyorsun, ne de hareket ediyorsun. Devamlı sükut eder bir haldesin. Bunun sebebi nedir?" Cüneyd-i Bağdadi onlara şu ayet-i kerimeyi okudu: "Bir de o dağları görür onları sabit sanırsın; oysa onlar, bulut geçer gibi geçip gider." (Neml; 88 )

İşte, bu ayet-i kerimeyi okuduğu zaman anladılar ki, Cüneyd-i Bağdadi yerinde oturduğu halde, aynı bulutlar gibi seyr-i sülukta, Allah-u Zülcelal'in muhabbetine, rızasına doğru gitmektedir.

Cüneyd-i Bağdadi oturduğu ve sükut ettiği halde, ruhuyla ve kalbiyle Allah-u Zülcelal'i zikrediyor ve yalvarıyor; huzurlu olarak Allah-u Zülcelal'e doğru yol alıyordu. Onun bu haline hayret edenler, okuduğu ayet-i kerime ile cevaplarını aldılar.

Tek çaremiz Allah-u Zülcelal’i zikretmektir

Bütün bu Peygamberlerin ve Evliyaların gücü, Allah-u Zülcelal'i zikretmelerinden meydana gelmektedir. Yani, hepsi Allah-u Zülcelal'in kuvvet ve kudretindendir. Zikir ehli Allah-u Zülcelal'in yanında çok makbuldür. Onun için gaflete daldığımızda, nefsimiz bizi aldatmaya çalıştığında kendimizi uyarmamız lazımdır. Bu ahir zamanda, en önemli çarelerden birisi, Allah-u Zülcelal'in zikriyle meşgul olmaktır.

Mü'min için; manevi olarak kalp, ruh ve sırla, Allah-u Zülcelal ile beraber olmak ve zahiri âzâlarıyla da Hz. Peygamber (sav) mutabaat yaparak onunla beraber olup, onun sünnetini yerine getirmek, bir kaide ve prensip olmalıdır.

Burada, bizim için büyük bir ibret vardır. Biz Allah-u Zülcelal'i ne kadar seversek; O'nu ne kadar çok zikredersek bizi aynı ölçüde sevecektir. Bunun için kendi halimizin ne olduğunu biraz düşünmemiz lazımdır.

Bakınız! Kumarbaz bir kimsenin tutkusu, kumar masasına gidip oyun oynamaktır. Çünkü, ancak ondan bir tat alır ve onunla yalnız kalmak ister. Bazı kimseler de arkadaşlarıyla oturup keyif etmek, çay içmek, nefsinin hevasını tatmin etmeye aşıktırlar. Bu verdiğimiz örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bunların bazıları haramdır. Bazıları da helal oldukları halde, sevap değildir. Mesela, insanın arkadaşlarıyla çay içip keyif etmesi helaldir. Ancak, sevap değildir. Bunların hepsi boştur. Bir kenara bırakmamız ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine sımsıkı sarılmamız lazımdır.

Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "And olsun ki Allah'ın Peygamberinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok seven kimseler için en güzel örnekler vardır." (Ahzab; 21)


Güzel akîbet güzel haslet sahiplerinindir

Allah-u Zülcelal, bazı güzel hasletleri kulunun üzerinde gördüğü zaman bu hasletler vesilesiyle, onun akıbetini hayırla sonuçlandırdığı gibi; bazı hatalarından dolayı da kulunu cezalandırarak -Allah muhafaza- akıbetini de kötü olarak sonuçlandıracaktır.

İmam Kuşeyri (ks) şöyle nakletmiştir: "Belh şehrinde, Allah-u Zülcelal'in ibadeti ve zikriyle meşgul olan bir genç vardı. Bunun yanında, mü'min kardeşlerinin gıybetini de yapıyordu. Allah-u Zülcelal, kendi kuluna karşı daha fazla gayretlidir. Kul neye gayret ederse, Allah ondan daha fazla gayret eder.”

Allah, nasıl ibadetini yapan, insanlara faydası dokunan kullarını mükafatlandırıyorsa; başkalarına zarar veren kimseye karşı da gazaplanır ve onu cezalandırır.

“İşte bu gıybet yapan genci, bir gün pis insanların hamamını temizlerken gördüm. Ona dedim ki: ‘Sen daima ibadet ediyordun, zikir ediyordun. Burada ne işin var?’ Genç adam şöyle cevap verdi: ‘Allah-u Zülcelal, yaptığım gıybet yüzünden beni cezalandırdı ve buraya gönderdi. Bana dua et!" Bakınız; bu olay bizim için bir ibret olmalıdır.

İşte insan, Allah-u Zülcelal'den daima korkup: "Benim halim ne olacak? Beni affedecek mi? Benden razı olacak mı?" diye düşündüğü zaman, kolay kolay hata ve günahlara düşmez. Her zaman hayırlı işlerle meşgul olmaya gayret eder.

Allah’a gafil olarak gitmekten kork!

Herkes kendisine bakıp, Allah-u Zülcelal'in istediği şekilde kendisini düzeltmelidir. Allah-u Zülcelal'in zikrini, ibadetini, Kur'an okumayı, İslam dinine hizmet etmeyi, kalbimizin, ruhumuzun ve nefsimizin istemesi lazımdır.

Hatta, kendimiz için: "Ya Rabbi! Sana karşı halis olmadan, beni dünyadan ayırma! Halis olduğum zaman da hemen beni dünyadan al!" diye dua etmeliyiz. Çünkü, dünyaya gelme sebebimiz, Allah-u Zülcelal'i razı etmektir. Dünyaya hayvanlar gibi yiyip içip uyumak için değil; baki olan ahiret hayatımız için hazırlık yapmaya geldik.

Allah-u Zülcelal, Davud aleyhisselam'a şöyle buyurmuştur: "Ya Davud! Gaflet içerisinde bulunduğun bir sırada ölümle karşılaşabilirsin. O zaman bana gafil olarak gelirsin. Bundan daima kork ve kendini muhafaza et. Allah'ın huzuruna gidersem halim ne olur? diye daima düşün ve zamanını gafletle geçirme!"

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)


İLİM MECLİSİNDEN SOHBETLER
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Daussila
Slow Friend
Slow Friend
Mesajlar: 16
Kayıt: 18-07-2006 11:39
Konum: TR Kargı

Mesaj gönderen Daussila »

Yazılar çok uzun olduğundan dolayı faydadan çok sıkıntı verebilir.Bence azar azar gönderirseniz insanlar okurken sıkılmayacaktır.Çünkü bilğisayar başındayken böyle uzun konulara dikkati vermek zor oluyor.Yazılar çok faydalı ama şahsımca kısa bölümler halinde gönderilmesi.
[img]http://img135.imageshack.us/img135/6531/sffoy5.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

HARAMA BAKMAK VE KAYBETTİRDİKLERİ

ResimEsas olan günah işlememektir

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların bir kısmı bir kısmının velileridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekat verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara, Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah adildir, hikmet sahibidir." (Tevbe; 71)

Bizler, her ne kadar Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinden gafil olsak da, Allah-u Zülcelal bizleri daima cennetine çağırıyor. Bizleri, cehennemden muhafaza etmek için ikaz ediyor, uyarıyor.

Dikkat edersek, küçük bir çocuğun yanında dahi, biçimsiz olan hareketlerden kaçınıyoruz. Karşımızdaki çocuk olduğu halde, bizim hareketimiz biçimsizdir deyip, haya ediyoruz, utanıyoruz.

Peki, kuvvet ve kudret sahibi olan Allah-u Zülcelel'e karşı, üstelik bunları yapmayın dediği ve bizleri uyardığı halde, O'nun huzurunda, çirkin işleri yapmamız, günah işlememiz ne kadar hayasızlıktır.

Bizim günahlarımız ve hatalarımız nedeni ile Allah-u Zülcelal'e karşı ne kadar haya etmemiz lazım, ancak Allah-u Zülcelal bilir.

Hz. Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh)ın bir sözüne göre: "Allah-u Zülcelal'in huzurunda günah işlememek, amelden (iyi işler yapmaktan) daha eftaldir (üstündür)."

Gözlerinizi ve dillerinizi günahla kirletmeyin

Gavs-ı Bilvanisi şöyle demiştir: "Şah-ı Hazne'nin müridleri, her şeyden kendini muhafaza ediyor, fakat nazardan (harama bakmak) ve gıybetten kendilerini muhafaza etmiyorlar."
Hakikaten de insan, bu iki günaha çok müpteladır. Yani insan, günlük olarak, bu ikisinden kendini muhafaza edebilirse, çok büyük bir pehlivandır. Çünkü, dedikoduyu sen yapmasan bile, senin yanında yaptıklarında, sen de dinlersen, aynı günaha ortak olursun.

Gıybet konusu öyle naziktir ki, nitekim Hz. Aişe (radıyallahu anha) şöyle demiştir: “Bir kadının boyunun kısa olduğunu elimle işaret ettim. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Ya Aişe! Gıybet ettin.” (Ebu Davud, Tirmizi, Beyhaki)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Adamın biri kalktı, gitti. Diğerleri (arkasından): ‘Ya Resulallah! Filan ne kadar da aciz kimsedir’ dediler. Yahut: ‘Filan ne kadar kadar da zayıf kimsedir’ dediklerinde: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Arkadaşınızı çekiştirdiniz ve etini yediniz’ buyurdu. (Taberani, Ebu Ya'la)

Bakın, durum ne kadar tehlikeli! Basit gibi görünen bir şey, ama çok tehlikeli!

Bir de nazar (harama bakmak) vardır. O da çok tehlikelidir. Çünkü bu zamanda kadınların büyük bir kısmı açık saçıktır -neuzubillah- ve bir de kendilerini süslüyorlar. Evet, Allah-u Zülcelal, insanda şehveti yaratmıştır ama, insan kendini bunun tehlikelerinden muhafaza etmelidir.

Nitekim Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali (radıyallahu anh)a şöyle demiştir: "Ey Ali! Bir kadın gözüne iliştiği zaman, ikinci defa bakma. Birinci bakışta sana vebal yoktur. Fakat ikincisinin vebali vardır." (Müslim)

Bu hadisin açıklaması şöyledir: Bir kadına birinci sefer gözün çarptığı zaman, sana günah yazılmaz ama gözünü çekmezsen, (veya çektikten sonra) bir daha bakarsan, sana günah yazılır. Yani ilk kez gözümüze çarptığı zaman, hemen bakışımızı çevirmeliyiz. O günah değildir. Eğer çevirmezsek, o günahtır. Gözümüzü çevirdiğimiz zaman, Allah-u Zülcelal, Zat'ından insana bir nur veriyor. Kalbine gelen bu nur ile insan, iman ve ibadetin tadını alacaktır. Yeter ki o, imtihanı kazansın, gözünü bir çevirsin!...

Birinci sefer gözün çarptığı zaman gözünü kapatırsan sevaptır. Onunla beraber bir iman nuru, insanın kalbinin üzerine gelir. ibadetin tatlılığı vücuduna yerleşir. Eğer şehvetle bakmaya devam edersen, bu sefer şeytanın zehirli oklarından bir ok kalbine saplanır.

Harama bakınca eline ne geçiyor? Hiç…

Bir iğnenin başı kadar zehir, insanın vücuduna girse, bütün vücuda dağılır. Vücut helak olur. Maneviyat bakımından da, insan böyle şehvetle yabancı kadına baktığı zaman, onun maneviyatı o şekilde helak olur.

Akıllı olanın düşünmesi lazımdır. Sabahtan akşama kadar harama baktığında, eline ne geçiyor? Herkes şöyle bir tecrübelerini hatırlasın, bir şey kazanmadığı gibi, manevi olarak da hastalanıyor. Çünkü nazar anında, şeytan zehirli oklarını insanın kalbine saplıyor. Nasıl, zahiri olarak, insana zehirli iğne yapıldığında, vücudu zehirleniyorsa, manevi olarak da şeytanın zehirli okları, insanın kalbini ve aklını zehirliyor.

Velhasıl, harama bakmakla; insan hem Allah-u Zülcelal'in nurundan mahrum kalıyor, hem de şeytana kendini zehirletmiş oluyor. İnsan, böyle küçük gibi görünen şeylerle, kendini mahvediyor, hem dünyada, hem de ahirette huzursuz olacağı şeyleri yapmış oluyor.
Şeytan bazı haramları ve günahları bizim gözümüzde küçük göstererek: "Bir şey olmaz, bu küçük bir şeydir" diye bizi kandırmaya çalışırken, bazı ibadet ve amelleri de bizim gözümüzde çok zor gibi göstererek, bizi o amelden alıkoymaya çalışıyor.

Bizim de aklımızı başımıza alarak düşünmemiz lazımdır ki; eğer bu işe nefis ve şeytan iyi diyorsa, demek ki Allah-u Zülcelal katında bu işin kıymeti yok; demek ki Allah-u Zülcelal bu işten hoşlanmıyor. Eğer nefis ve şeytan bu işe karşı çıkıyor ve yapmamamızı istiyorsa, demek ki bu işte Allah-u Zülcelal'in rızası var, O bu işi seviyor, dememiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır.

Hakkın doğru yoluna uyalım

Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir." (En'am; 153)

Allah-u Zülcelal kıyamet gününde, kullarını perişan etmemek için dünyadayken, Peygamberler ve onlarla beraber kitaplar göndermiştir. Doğru yolu ve sapık yolu, insanlara bildirmiştir.

Mü'min şuurlu olmalıdır. Maneviyatına dikkat etmeli ve sürekli Allah-u Zülcelal'e karşı durumunu kontrol altında tutmalıdır. Eğer namazlarında bir gevşeklik, bir isteksizlik varsa, günlük zikrini (vird) yapmıyorsa, diğer ibadetlerini huşu ile yapamıyorsa, o insan manevi olarak hastadır, manevi mikroplar ona bulaşmıştır. İnsan o zaman iyi düşünmelidir.

Cennet senin sağında, cehennem de solundadır

İnsanın aklı bunun doğru olduğunu görüyor, anlıyor, fakat insan yapamıyor. Demek ki insanın ruhu hastadır. İradesiyle istediği halde, onu gerçekleştiremiyor.

Ruh, ne ile hasta oluyor? Denildiği gibi, zahiri vücudu mikroplar hasta ediyor, maneviyatımızı da, manevi mikrop olan günahlar hasta ediyor.

Bizden öncekiler; babalarımız, dedelerimiz hepsi gittiler, kimse kalmadı bu dünyada. Bize de sıra geliyor ve biz de gideceğiz. Bu yol hepimizin yoludur. Bu yoldan gideceğiz, kurtuluş yok!...

Peki, şimdi, daha gitmeden önce nefsimize dönüp soralım: "Ey nefsim! Cennet senin sağında, cehennem de solundadır. Sen hangisini istiyorsun?"

Tabi ki nefis, adi nefsimiz, hiç dinlenmeyen, daima keyf ve sefayı, rahatlığı isteyen nefsimiz, güzelliği, yani cenneti isteyecektir. O zaman nefsimize: "Peki sen, hem cenneti istiyorsun, hem de cehennemin yolundan gidiyorsun. Dünyada dahi kural ve kaidedir ki, Ankara yoluna girdiğin zaman, Ankara'ya gidilir. Sen Ankara yoluna girmişsin, Adana'ya gidiyorum diyorsun. Bunu akıl kabul eder mi? Böyle dersen, insana ‘Bu deli mi?’ derler.
Sen de cennete gideceğim diyorsun ama cehennemin yolunda yürüyorsun, cennete bu yolla nasıl ulaşacaksın? Sen cehennem yoluna girmişsin, salih amel yapmıyorsun, cenneti istiyorsun. Allah-u Zülcelal ‘Benim doğru yolum budur’ buyuruyor. Bu yoldan gidersen, o zaman cennete gideceksin. Ama sen şeytanın yoluna girmişsin, cehennemin yoluna girmişsin, cenneti istiyorsun! Akıl bunu kabul eder mi? Elbette etmez!" diye nefsimize hitap etmeliyiz.

Azgın hayvana sahibi binmek istediği zaman, bakarsın ki bir tekme vurur, sahibini yaralar ve onu öldürür. İşte nefis de böyledir. Azgın olduğu zaman, insanı öyle yapar. Bakarsın, kadınlara bakmaya teşvik eder, ondan sonra daha kötü şeylere götürür, daha sonra da içkiye götürür; onu kötü olan her pisliğe götürüp bulaştırır. Onun hali, sanki başına bir tekme atıp, sahibini öldüren hayvan gibidir.

Kalpler zikirle temizlenir

Benim işim tamamdır diyoruz, fakat kendimize ne kadar zarar verdiğimizin farkında değiliz. Her insanın günlük olarak, bir miktar zikri mutlaka olmalıdır. Olmayanın durumu içler acısıdır! Yazıktır, kendimizi heba etmeyelim! Nasıl ki, bir insan kendi evini süpürmezse evi pislik dolup, pis kokarsa; insanın kalbi de aynen öyledir, zikir ile kalbini temizlemezse, kalbini zulmet ve nedamet kaplar.

İnsan, nasıl kendi evini her gün süpürüp temizliyor ve onunla ferahlanıyorsa, kalbini de zikirle ferahlandırması lazımdır. Zikir yapmadığı zaman, kalbinde pislikler toplanıp, kalbini mahveder.

Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)

Alıntı Yeri; Gülistan dergisi
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

Yazılar uzun ? olduğu için okumayan arkadaşlar, sizden ricam sizlerde bölüm bölüm okuyun ! .

Forum yetkilileri Allah onlardan razı olsun ( böyle bir bölümü açtıkları için ), silmiyorlar konuları .....
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Kullanıcı avatarı
Sonsuz_Nur
Fast Friend
Fast Friend
Mesajlar: 414
Kayıt: 22-08-2005 12:03

Mesaj gönderen Sonsuz_Nur »

İLİM ÖĞRENMEK VE YAŞAMAK

İlim İçin Yola DüşmekResim

“Ey Muhammed! De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür" (Zümer; 9)

Kesir b. Kays (ra) şöyle anlatır: "Mescid-i Dimeşk'te Ebu Derda (ra)ın yanında oturuyordum. O'na birisi geldi ve şöyle dedi: "Ya Ebu Derda, Resulullah (sav)in Medine'sinden geldim. Sebebi senin Resulullah (sav)den naklen anlattığın hadisi şeriftir. Ben ticaret için ya da başka bir iş için gelmedim. Sadece bu hadisi şerifi senden öğrenmeye geldim" dedi.

Ebu Derda (ra): "Demek sadece bunun için geldin" dedi. Sonra şöyle anlattı: "Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bir kimse ilim öğrenmek için bir yola düşerse, Allah-u Zülcelâl cennet yollarından birini ona kolaylaştırır. Melekler onun yaptığından hoşnut olurlar ve kanatlarını indirirler. Gökte ve yerde ne varsa, hatta su içindeki balıklar bile ilim talebesi için istiğfar ederler. Âlimin abide (durmadan ibadet edene) nazaran üstünlüğü, mehtaplı gecede diğer yıldızlara nazaran ayın üstünlüğü gibidir. Âlimler Peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler ne altın, ne gümüş ne de para miras bıraktılar; onlar ancak ilmi miras bıraktılar. Bir kimse eğer bu ilmi alırsa bol nimete kavuşmuştur."
Her insan için kendisine yetecek kadar ilim öğrenmesi farz-ı ayndır. İnsan bu ilimle nasıl namaz kılındığını, nasıl oruç tutulduğunu, ibadetlerini nasıl yapacağını öğrenir.

İlmin Çeşitleri

Bir de farz-ı kifâye olan ilim vardır ki, bir beldede, bu ilmi bilen, bir kişi de olsa, o beldenin diğer insanları üzerinden bu zorunluluk düşer. Farz-ı ayn gibi herkesin öğrenmesi mecbur değildir.

Kısaca insan, hak yolunu ilimle buluyor. Bu hususta ilmi üç başlık altında toplamak mümkündür.

Birincisi, İtikat (inanç)la ilgili olan ilimdir. İnsan her şeyden önce Allah'a ve Resulüne inandıktan sonra, Kur'an ve sünnetteki emir ve nehiylere inanması farzdır. Çünkü insan itikadını düzeltmediği zaman, Allah-u Zülcelâl'in emrettiği veya yasak ettiği şeylerin bazılarını veya bir tanesini kabul etmediği zaman, imanı tam olmamıştır. Onun için önce imanını muhkem yapmalıdır.

İkincisi, Amel ile ilgili ilimdir. İnsan amel ile ilgili ilmi bilmediği zaman, yaptığı amel noksan, eksik oluyor. Böylece yaptığı amelin faydasını göremiyor.

Örnek olarak; insan namaz kılmak için abdest alır, fakat abdestin farzlarını bilmezse, o abdest olmaz. Sonra namaz kılsa, abdestsiz namaz olmadığı için namazı da boşa gidiyor. Bunun sonucunda da insan için en büyük makam, ebedi saadet olduğundan, insan bundan mahrum kalıyor. Çünkü insan için ilim ve ilme bağlı amel olmadığı takdirde, nimetlere ulaşmak mümkün değildir. Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilim ile varılır.

Üçüncüsü, Terk edilmesi farz olan şeyleri bilmesi gerekmektedir. İnsan Allah-u Zülcelâl'in yasak ettiği şeyleri bildiği gibi onlardan sakınması, uzak durması da gerekir. Zamanımızda bunları öğrenmek kolaylaşmıştır. Arapça yazılmış dini kaynak kitaplar Türkçeye çevrilmiş. Bunun yanı sıra, âlimlerden sorarak da ilim öğrenilebilir.

Netice olarak; Her müslüman kendisini muhafaza edecek farz, vâcip ve sünnetleri öğrenerek; yine kendisine zarar verecek haram, mekruh gibi nehiyleri öğrenerek kendisini (Allah’ın gazabından ve cehennemden) muhafaza etmelidir.

Denilmiştir ki ilmin başı sükût, sonrası dinlemek, ondan sonrası hıfzetmek, en sonu da onunla amel etmektir. Bunları kendisi öğrendiği gibi, başkalarına öğretmek de bu işin sonudur.

İlim Öğrenin!

Sahabe-i Kiram’dan Muaz Bin Cebel (ra) şöyle buyuruyor: "İlmi öğrenin, zira Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. Müzakeresi tesbihtir. Araştırması en büyük cihattır, ilmi bilmeyenlere öğretmek sadakaların en makbulüdür ilmi ehline vermek ise Allah'a en yaklaştırıcı bir davranıştır. Yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşı ilimdir. Tenha yollarda ise en emin yoldaşıdır. Dinde delilidir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir.”

Kıyamet günü âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından daha ağır gelecektir. Allah-u Zülcelâl bir kavmi helak etmek istediği vakit, ilmi onların üzerinden kaldırır ve o kavim helak olur. (Neuzibillâh.)

İnsan ancak ilimle takva sahibi olur, ancak ilim ile Allah-u Zülcelâl'e ulaşır. Nasıl dünyada insan bir yere gitmek istediği zaman, o yere giden yolu bilmek zorundadır, yoksa gidemezse, insan da Allah-u Zülcelâl'e ilim ile ulaşır.

Sadece ilmi öğrenmek insan için yeterli değildir. İnsan ilmi öğrenip âlim olsa da, onunla amel etmese; neuzibillâh o insan helak olmuş demektir. Çünkü insan, ilmi Allah-u Zülcelâl'in emri olan namaz, oruç, hac gibi ibadetleri yapmak için öğrenir. Bunları öğrendiği gibi öğretmekle de mükelleftir. Eğer ilmi öğrenip de amel-i salih yapmaz ise, insan Allah-u Zülcelâl'e karşı gelmiş olur ve rahmetinden mahrum olur.

İnsanın ilim öğrenip de veya âlim olup da amel yapmamasının zararlarına dair, ayet-i kerime, hadisi şerif ve Sahabe-i Kirâm’ın söylediklerinden birçok örnekler verilebilir.

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede: "Kendilerine kitap (tevrat) yükletilen, sonra onu taşıyamayanların durumu; koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir." Buyuruyor. (Cuma; 5)

Peygamber Efendimiz (sav) ise bir hadisi şerifte: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak (kimse), ilminden menfaat olmayan âlimdir" buyuruyor.

Dili Âlim, Kalbi Cahiller

Peygamber Efendimiz (sav) Ashâb-ı Kirâm'a:
- Ben deccaldan ziyade, deccallardan korkuyorum, der. Ashâb-ı Kiram:
- Bu nasıl olur, kimdir bu deccallar? Diye sorarlar. Peygamber Efendimiz (sav):
- İnsanları dalalete götüren âlimlerdir,
buyurur.

İşte, insanın ilim öğrenip de amel etmemesinin tehlikesi ve zararı çok büyüktür. Peygamber Efendimiz (sav), hak olanı bilip de buna rağmen insanları dalalete götüren âlimin sıfatını, 'deccal' olarak nitelendiriyor.

Hz. Ömer (ra) bir sohbetinde:
- Bu ümmet hakkında en çok korktuğum; bilen münafıktır, diyor. Bunun üzerine Ashâb-ı Kiram:
- Ya Emir-ul Mü'minin, insan hem âlim hem de münafık nasıl olur! Diye sorarlar. Hz. Ömer (ra) ise onlara:
- Dili âlim, ameli ve kalbi cahildir, diye cevap veriyor.

Süfyân-ı Sevrî (r.aleyh): "İlim amelden yardım ister, imdat eder; eğer amel ilime cevap verirse onunla kalır, eğer amel ilime cevap vermezse, ilim onu terk eder" buyuruyor.

Anlatır Lakin Yaşamaz

Usame Bin Zeyd (ra) ise bu hususta şunu anlatıyor: "Kıyamet günü bir âlim getirilir ve ateşe atılacaktır. O âlim, su almak için kuyunun etrafında dönen hayvan gibi, bağırsakları dışarı çıkarılmış bir şekilde, etrafında dönecek duracak. Ateş ehli gelip:

‘Ne oldu sana, sen bize hayrı tavsiye edip, şerden nehyediyordun!...’ Derler. O da:
‘Ben size hayrı tavsiye ediyor, fakat kendim yapmıyordum. Şerden nehyediyordum, fakat kendim o şerlere bulaşıyordum’ diyecektir."

Fudayl Bin İyaz (r.aleyh) ise: "Benim duyduğuma göre fâsık âlimlerin hesabı ve azabı, putlara tapanlardan önce başlayacaktır" diye anlatıyor.

Hatemü'l Esam (ra): "Kıyamet gününde en sıkıntılı, kederli kimse odur ki başkalarına hayrı tavsiye etmiş, onlar o tavsiyeye uyup kurtulmuşlar, fakat kendisi hayrı tavsiye ettiği halde yapmamış ve kurtulamamıştır" demektedir.

Mekmul, Abdurahman (ra)dan dinlediği bir olayı anlatıyor: "Biz Kuba mescidinde ilim tedrisatı yapıyorduk. Biz oradayken Peygamber Efendimiz (sav) geldi ve bizi ilim tedrisatı yaparken gördü ve bize: "İstediğiniz kadar ilim öğrenin, o ilimle amel yapmayıncaya kadar, Allah size sevap vermez" dedi.

Öğrenmek Yetmez, Yaşamak Lazım

İşte, buradan da anlıyoruz ki insan sadece ilim öğrenmeyle ecir ve sevaplara erişemez. İlimle beraber amel de yapmalıdır.

İnsanın ilmi ile amel yapıp yapmadığı ise ahirette belli olacaktır. Bu hususta Hz. İsa (aleyhisselam): "İlim öğrenip de amel etmeyenin hali, gizli gizli zina yapan kadın gibidir. Çünkü o kadının hali bir müddet sonra belli olur ve yüz kızartıcı bir suç işlediği ortaya çıkar. Âlim de ilmiyle amel etmezse, kıyamet günü onun hali de apaçık ortaya çıkar" diye bizleri uyarmaktadır.

Gerçekten de insan dünyada halini gizlese de, diğer insanlardan saklasa da, Allah-u Zülcelâl'den saklayamaz. Kıyamet günü istese de istemese de onun hali ortaya çıkacak ve bütün insanlar içinde durumu görülecektir.

İbn-i Mesud (ra) ilim hakkında şöyle diyor: "İlim (Allah’tan) korkudur. Yoksa kof ve çok rivayetleri bilmek değildir."

Gerçekten de insan, ilmi ile Allah-u Zülcelâl'e yaklaşır. Eğer o ilim insanı Allah-u Zülcelâl'e yaklaştırmıyorsa, insan için o ilim vebaldir, başka bir şey olamaz da.

Allah-u Zülcelâl, bizlere faydalı olacak ilmi öğrenip onunla amel-i salih yapma kuvvetini versin, inşallah. (Amin)
ACIDA OLSA DOGRUYU SÖYLEYİNİZ HZ.MUHAMMED (SAV)
لا إله إلا الله محمد رسول الله
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir